Süre                : 1 Saat 42 dakika
Çıkış Tarihi     : 03 Ekim 2003 Cuma, Yapım Yılı : 2003
Türü                : Drama
Taglar             : Yaşlı erkek genç kadın ilişkisi,yalnızlık,Olasılık olmayan dostluk,mini etek,Upskirt
Ülke                : ABD,Japon
Yapımcı          :  Focus Features , Tohokushinsha Film Corporation (TFC) , American Zoetrope
Yönetmen       : Sofia Coppola (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Sofia Coppola (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Scarlett Johansson (IMDB)(ekşi), Bill Murray (IMDB)(ekşi), Catherine Lambert (IMDB)(ekşi), François du Bois (IMDB)(ekşi), Gregory Pekar (IMDB)(ekşi), Giovanni Ribisi (IMDB)(ekşi), Anna Faris (IMDB)(ekşi), Kei Takyo (IMDB)(ekşi), Georg O.P. Eschert (IMDB), Mark Willms (IMDB), Lisle Wilkerson (IMDB)

Lost in Translation (~ Bir Konusabilse) ' Filminin Konusu :
Bob Haris ve Charlotte Tokyo’da ikİ Amerikalıdır. Bob, Tokyo’ya bir viski reklamında oynamak için gelmiştir, Charlotte ise işkolik bir fotoğrafçı olan kocasının peşinden sürüklenmiştir. Her ikisini de uyku tutmayınca, bir gece lüks bir otelin barında yolları kesişir. Bu buluşmanın sonunda aralarında sıkı bir dostluk başlayacaktır. Birlikte Tokyo’yu keşfe çıkarlar, Tokyolularla aralarında çok komik olaylar geçer ve sonunda bambaşka yaşamların mümkün olduğunu keşfederler.

Ödüller      :

Venedik Film Festivali:Upstream Prize-Best Actress, Lina Mangiacapre Award
Academy Awards - Oscar:En İyi Özgün Senaryo
Golden Globes:Golden Globe-Best Screenplay - Motion Picture
Independent Spirit Awards:Independent Spirit Award-Best Male Lead, Independent Spirit Award-Best Director, Independent Spirit Award-Best Feature, Independent Spirit Award-Best Screenplay, Independent Spirit Award-Best Feature


  • "bir konuşabilse diye türkçeye çevrilerek hakkaten de lost in translation olmuş filmdir."
  • "scarlett johanson un * olayın geçtiği süre zarfında donunu hiç değiştirmemesiyle de dikkat çeken filmdir."




Facebook Yorumları
  • comment image

    sade,berrak,abartısız denmiştir sanırım bu film hakkında. "bu nasıl film?" diye çemkirenler de muhakkaktır.. ama işte böyle "dürüst" filmler de var azizim. adam, o kızı atacak yatağa zannettin di mi? o zaman "ne eğlenceli" bir film olacaktı? ya da kızı da alıp kaçsaydı "heyecanlı bir yol hikayesi" olacaktı belki? ama bazen teğet geçer konular, enteresan olaylara..hayattaki gibi. filmlerdeki gibi değil. yönetmenler bazen insafa gelir. hepimizi aldatmayı bırakırlar.. e bizi de aptal yerine koymamış olurlar böylece..bu da öyle bir film işte..


    (ebucan - 8 Mart 2007 11:38)

  • comment image

    filmin sonundaki fısıldanarak söylenen sözün filtrelenmiş hali şurada var ses olarak : http://members.optusnet.com.au/…sedchi...ea/lit.wav

    "don't lose faith that things get easy. help to fight back. tell the truth. okay?"

    islerin kolaylasacagina inancini yitirme; mucadele ise yarar. dogruyu anlat, tamam mi?

    bir rivayete göre de şöyle..

    "promise me you won't give up hope that the things get easier. on the flight back, you tell the truth, ok"

    aynı aşağı yukarı.

    bir de geyik yapmış cronos olayla ilgili sinemafanatik'te..

    tarantino: - dedigim sahneyi filmin sonuna koydun mu?
    sofia: - hangi sahneyi?
    tarantino - sesin duyulmayacagi bir diyalog sahnesini...
    sofia- dusundum de sacma olur gibi geldi...
    tarantino - olmaz olmaz. ben bir canta koydum, insanlar 10 yildir konusuyor, sen sozumu dinle..


    (nihilanth - 7 Ağustos 2007 03:46)

  • comment image

    ilk sahnede ekrani kaplayan, pembe ic camasiri icinde belli belirsiz secilen bir adet scarlett johansson kici goruruz. cinsel cagrisimlar yapmaz velakin [valla yapmadi]. daha cok bir teklifsizlik, ictenlik, sicakliktir perdeden yansiyan. filmi bir karede olabildigince guzel ozetler bu sahne. hatta bundan sonra sinemadan cikabilirsiniz, ama bu da iyi oyunculuklari ve nefis muzikleri kaciracaginiz anlamina gelecegi icin tavsiye edilmez.
    orta yasi coktan devirmis, duygusal olarak boslukta oldugunu kolayca anladigimiz aktorumuz [ayni anda hem komik, hem uzgun, hem yorgun gozukmeyi basaran bill murray] 2 milyon [evet evet, dolar] kazanacagi zirva bir viski reklami icin tokyo'ya gelir. uyuyamaz, insanlarla anlasmakta gucluk ceker, japon icatlarina alisamaz. kaldigi otelde, kendisi gibi uyuyamayan, kariyerist fotografci kocasindan da yuz bulamayan, yeni evli hatunla [ kiciyla ilk sahnede muserref oldugumuz scarlett johansson] birbirlerini bulurlar. fotografci kocanin bir kac gunlugune sehirden uzaklasmasini firsat bilip, sehr-i tokyo'yu, burada yasayanlari, gelenek ve goreneklerini ve ayni zamanda birbirlerini kesfetmeye cikarlar.
    pek cok insan, sofia coppola'nin babasinin mirasini yedigini dusunse de, ben ilk filmi virgin suicides'in sevmistim, ozellikle filmdeki bir taraftan tedirgin de eden ruya atmosferini. lost in translation da bence iyi bir devam filmi olmus. ben diyaloglari biraz zayif buldum, ama buna karsi da "zaten yonetmenin amaci o" seklinde bir arguman gelistirebilir, filmde bunu hakli cikarabilecek bir taraf da var. ama ben senaryo ve yonetmen yetersizligine yormayi daha kolay buluyorum. (bkz: bok atma durtusu)


    (willy van der kerkhoff - 22 Eylül 2003 05:05)

  • comment image

    ölecek olsanız dahi derdinizi ingilizce anlatamayacağınız (türkçeyi çoktan geçtim) bir ülkede yaşarken lost in translation'ı romantik film olarak değil de, dil-insan-yalnızlık üçgeninin abartısız bir öyküsü olarak görüp öyle seviyorsunuz. üzerinizdeki turist tozu silinip giderken, siz ve çevrenizdeki her şey arasındaki duvarlar belirginleşmeye başlıyor. buradaki ilk ayımın sonuna yaklaşırken ses geçirmeyen bir kürenin içinde yuvarlanıyormuş gibi hissediyorum mesela. her şey, ses geçirmeyen camdan duvarların arkasında hareket ediyor. sokakta turlayan kedi kadar yabancıyım konuşulanlara. kendimi garip bir şekilde dışlanmış hissediyorum, iletişim kurabilmeyi, çevremde olup biten her şeyi, her hareketi anlamlandırabilmeyi özlüyorum. amma lakin ben sağır bir hayaletmişim gibi içimden geçip gidiyor hayat. konuşacak olmasam dahi konuşamayacak olduğumu bilmek beni örseliyor. tuhaf bir öz-dışlanmışlık hissi bu. ait olmadığım bir yerde görünmezim. çünkü anlamıyorum. çünkü anlatamıyorum. uzay boşluğunda sürüklenir halde izliyorum dünyayı. işte lost in translation da aynı soğuk boşlukta süzülen bill murray'in öyküsünü anlattığı için bu kadar etkiledi beni. taksiciyle muhabbet edebildiğiniz bir ülkede yaşıyorsanız bu film sizin için pek bir şey ifade etmeyecektir yani.


    (coor bagpipes - 16 Ağustos 2013 02:02)

  • comment image

    bu film hakkında en çok tartışılan konulardan biri de filmin sonunda adamın kadına ne dediği. eğer adamın sözü söylerken ve kadının sözü duyduktan sonra oluşan yüz ifadelerini 4-5 defa izler ve gece 3 gibi ortamın sessiz olduğu bir vakitte boğuk boğuk işitilen sözü 7-8 defa dinlerseniz bunun 'what about giving you a biskrem' olduğunu anlıyorsunuz.


    (eyco - 9 Mart 2004 02:14)

  • comment image

    30lu yaşlarının başındaki sofia coppola'nın, 19 yaşındaki bir kadının ve 50 yaşındaki bir adamın yalnızlığını anlattığı enfes yapım.

    --- spoiler ---

    tokyo, saunada almanca konuşan adamlar, bob'un fransızca konuşmaya çalıştığı japon, tvde izledikleri italyanca film, reklam yönetmeninin bob'a söylediklerinin 10da birini çeviren tercüman, bob'un karısı ile yalnızca telefonda görüşmesi, kadının sesinin bir gidip gelmesi, finalde adamı kıza söylediklerini duymamamız...

    ---
    spoiler ---

    baştan sonra enfes imgelerle dolu kusursuz bir film.

    belli bir yaşın altındaki insanların çok fazla birşey anlamamasını yadırgamamak gerek.

    fakat lord of the rings, dc, marvel, twilight jenerasyonunun sinema zevkini belirlediği talihsiz bir çağda çekilmiş olması bile sinemaseverler için kazanç.

    ne yazık ki 10 yıldır, bu filmin yanına bile yaklaşılamadı.


    (protospher - 17 Ağustos 2014 20:00)

  • comment image

    dilini bilmediğiniz bir ülkenin kalabalık bi' kafesine oturup etrafınıza göz atarken, seslere kulak verdiniz mi hiç? olağanüstü bir kelimeler çemberi arasındasınız ve tüm anladığınız şu:
    -hiçbir şey.
    kişisel babil kulenize hoş geldiniz.

    ben lost in translation'ı izleyeli çok oldu, sırf bu babil kulesi halini muhteşem yansıttığı için bile sevilebilecek bu filmi pek severim; charlotte'ın şehri gören kocaman camın önünden dışarıya fırlattığı ''tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?'' duruşunu, bob'un sabahları uyandığında yatağında bezgince oturup dünyaya verdiği ''benim burada ne işim var?'' pozunu, ikilinin yatağın üzerinde uzanarak yaptıkları yaşam üzerine sohbetlerinin ardından uyuyakaldıklarında bob'un charlotte'un yaralı ayağını tutuyor olmasını, ''let's never come here again because it would never be as much fun'' demelerini, ayrılık sahnelerinin naifliğini ve bob'un charlotte'a öpücük kondurup kulağına fısıldadığı şeyi duymadığımızda severim.

    çok sık görüşmesek de aramızda üzerinde konuşulmamış bir anlaşmayla görünmez bir bağ kurduğumuz çok sevdiğim bi' arkadaşım var: s.
    dilersek aylarca ve hatta yıllarca aramamış sormamış olalım birbirimizi, biri aradığında ne bi' güceniklik oluyor ne de isyan. artık bireyliğimize düşkünlüğümüzden midir nedir, ''neden aramadın, bu kadar zaman n'aptın?''ların, ilgi beklemelerin, gösterdiği değeri belli etmelerin olmadığı dostluğumuza kaldığımız yerden yatay geçişle devam ediyoruz. aslına bakarsanız öyle diğerinin sosyal güvenlik numarasını ya da oturduğu mahallenin posta kodunu bilecek kadar tanımıyoruz birbirimizi; birinin diğerine anlattığı kadarını biliyoruz yalnızca ve diğeri de hep bu kadarıyla mutlu. öyle ortak noktalarımız, ''işte biz seninle bu yüzden çok iyi anlaşıyoruz'' cümlesine neden yapabileceğimiz paydaşlıklarımız da yok. arada bir karşılıklı sigaralarımızı alıp yaptığımız telefon görüşmelerinde de bu meseleye hali hazırda önceki hayatlarımızda tanışıyor olmamız dışında bir neden bulamadık.

    uzunca bi' süre kafa yormuştum ''anlaşmak nedir?'' meselesine. tarifi de yok ki köftehorun: karşınızdaki insanı jülyen doğrayıp karamelize olana kadar kısık ateşte pişirin; tebrikler, işte anlaştınız!, diye.
    dünyadaki elde edilmesi en zor işteşlik bu olsa gerek. kimlerle anlaşıyoruz; neye göre anlaşıyoruz; anlaşmanın ortak müzik zevkiyle, hayat görüşüyle, yeşil zeytin sevmekle arasındaki orantı doğru mu ters mi yoksa iki ters bir düz mü; konuşmanın anlaşmaya gerçekten bi' katkısı var mı yoksa hayvanların gayet memnun göründüğü koklaşmak çok daha verimli bi' iletişim şekli olabilir mi; peki ya anlaşmanın ancak benzer yaşanmışlıklara sahip olanlar arasında olabileceği ihtimaline kaç dolar konulmalı...
    sonuçta, anlaşmak deyiminin fiili imkansızlığını fark etmek uzun zamanımı aldı. konuştuğumuz dilden bağımsız olarak hiçbir zaman karşımızdakiyle aynı dilde konuşmuyoruz ki: ağzımızdan çıkan kelimeler, bizzat kendi anı süzgecimizden geçerek anlamını buluyor, bunları dinleyen kulakların o kelimelere bahşettiği anlamlar ise apayrı. özünde tüm konuşmalarımızda çeviride kaybolan bir şeyler, arada kaçıp giden satır araları var.
    dolayısıyla anlaşmak cümleler ya da kullanma kılavuzu aracılığıyla değil; bambaşka bir şekilde oluyor. nedir bilmiyorum ama niçin'siz bir şey olduğuna eminim.
    yine de bildiğimiz tek iletişim yolu olan konuşmanın hakkını vererek çılgınlar gibi konuşuyoruz ama, anlatıyoruz, dinliyoruz, izliyoruz, okuyoruz, anlaşmanın peşine düşüyoruz. aslında herkes biliyor ki kendimizi arıyoruz işte; anlamaklardan teker teker parçalar toplayıp kendimize ait, 100.000 parçalık yapbozu tamamlar gibi tamamlamak peşindeyiz kendimizi.

    s. ile geleneksel telefon konuşmalarımızdan birindeydik, ''bir film var izledin mi bilmiyorum.'' dedi, ''adını ya da oyuncularını hatırlamıyorum. ama bi' kadın vardı otel odasının camının önünde oturmuş dışarıyı izleyen. o sahneyi unutmuyorum. çünkü o sahnede kendimi görüp kocamı boşadım ben.''
    lost in translation'ı izlediğini bilmiyordum. bir zamanlar evli olduğunu da. önemi yoktu ama, ne demek istediğini 'anlamıştım' çünkü. şaşırmadım. bir sahnesiyle koca boşatacak bi' film varsa, o film bu filmdi.

    lost in translation, o kendini aramaların mola yeri bazıları için. yapbozun küçük ama pek güzel bi' parçası. tabloda olmasa da olacak, ama olduğunda daha güzel olacak sol köşedeki güneşin parçası gibi.

    dilini bildiğiniz bir ülkenin kalabalık bi' kafesine oturup etrafınıza göz atarken, seslere kulak verdiniz mi hiç? olağanüstü bir kelimeler çemberi arasındasınız ve tüm anladığınız şu:
    -hiçbir şey.
    kişisel babil kulenize hoş geldiniz. ama üzülmeyin, anlamak için kelimelere ihtiyacınız yok.


    (o my god they killed kenny - 6 Mart 2016 19:48)

  • comment image

    lost in translation, tokyoda çekilmiş olma hınzırlığını içinde barındırmasına, işlenişin şeklinde, formülünde genele göre ufak değişikliklere uğratılmış olmasına rağmen, tam anlamıyla bir hollywood filmdir. sinematografiyi bir kenara bırakarak icimizden su sorulari yanitlayalim

    1)filmi izledikten sonra gözümüzde canlanan japon imajı nedir?

    tabii ki herkesin gözü kendinedir.ancak, filmde altını çize çize vermeye çalıştıkları bir japon imajının olmadığını düşünmek saflık olur.
    filmin genelinde japon halkına “amerikan hayranlığı” sıfatı yerleştirilmeye çalışılmış, ortamlar, olaylar özellikle seçilip elenip denk getirilerek japon insanına kendi yaşamını yaratmak yerine batı insanınkini kötü bir şekilde taklit etme eylemi yüklenmiştir.
    birkaç sahneyi hatırlayalım.

    fahişenin bill murray’in odasına gelmesi:açıklama gereği bile duyulmayan bir sahne. bir porno filmden fırlamış taklidi yapan bir japon fahişe, yarım ingilizcesi, saçmalayarak konuşması, yerlerde perende atması, bill murray ile birlikte yere kapaklanmaları. “mr. kazu sent me for premium fantasy” gibi iddialı bir cümle, mr. kazu’nun , bill murray in önemli kişiler olması, otelin çok ünlü bir otel olması ister istemez fahişenin de birinci kalite olmasını beraberinde getiriyor haliyle .üstü kapalı olarak “birinci kaliteleri de budur işte, dikkat” deniliyor.

    santory viskisi reklam çekimi: yönetmenin sanki “rüzgar gibi geçti” yi yönetiyormuş edasıyla sette dolaştığını hepimiz fark etmişizdir. film, onun ingilizce bilmiyor olmasına rağmen, kendine bir john lennon imajı çizmiş olmasıyla, yabancı dil bilmiyor olmasına rağmen çat pat ingilizce konuşmaya çalışmasıyla açık açık dalga geçmiştir. yoruma göre değişebilir olmasının yanında, sert ve kaba diye tabir edilen japoncanın bu özelliğinin sahnede abartı payıyla izleyicinin gözüne sokulduğunu düşünüyorum.
    bu sahneyle ilgili başka bir nokta da, tercüman kadındır. japonyada, tercümanlık yapmayan ya da dille ilgili bir mesleği olmayan insanlarda ingilizce bilme oranı çok düşüktür. senarist, yarım saat konuşan yönetmeni, tercümanın 5 kelimelik beginner ingilizcesiyle ifade parodisi çekerek, japonların bu özellikleriyle dalga geçmiştir. film boyunca 3-5 kelimeden uzun ve düzgün ingilizce cümle kurabilen bir japonun olmaması da ayrı bir ayrıntıdır.

    fotoğraf çekimi:bu sahne de japonların batı hayranlığı ve özentiliğini gözler önüne serer(?!).
    bill murray in fotoğraflarını çekmek yerine, ona teker teker bütün hollywood simalarının taklidinin yaptırılması ve bunun görüntülenmesi olsa olsa güneşin battığı yere karşı bir açlık olarak yorumlanabilir.

    striptiz klübü: amuda kalkmaya, perende, ters takla atmaya çalışan birstriptizci, bunları başaramayıp rezil olan bir striptizci. fazla açık...

    atari salonları ve karaoke:”gerçekten yaşayanlar, yaratanlar batılılardır, japonlar ise bunu taklit ederler” düşüncesini bunlardan daha iyi açıklayan iki metafor bulmak mümkün müdür? bu nokta atari salonundaki gösterilenlere de dikkat etmek gerekli: oyun makinasındaki müzikle dans eden, oyun makinasında müzik yapan, oyun makinasında gitar çalan insanlar.
    sanatın mutlak yaratıcılığa en yakın şey olduğu kabul edilirse, sanatın makinelerde simüle edildiğini göstererek o halkın yaratıcılık anlayışıyla nasıl dalga geçildiğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.

    karaoke ortamındaki insanlar: “gerçek bir surfçüyüm” şeklinde laflar, sadece ingilizce şarkılardan oluşan bir karaoke playlisti, ingilizce konulmuş “nick name” ler, japon ağzından çıkan “california rüyası” konuşma tarzı... fazla söze ne hacet...

    2) filmde karakteri hakkında ip ucu veren, duygu belirtisi gösteren bir japon var mıdır?

    ben yaptıkları şapşallıklar, gösterdikleri özentilikler dışında, böyle bir karaktere rastlamadım. bu bağlamda bir “japon” u bir diğerinden sadece yaptıkları salaklıkları kullanarak ayırt edebiliyoruz. acaba bu ırkçılıkta yaratılmaya çalışılan stereotip kavramıyla alakalı olabilir mi?

    elbette ki, bu sahneler teker teker alınıp başka bir filme konulduklarında çok da fazla dikkat çekmezler, hatta esprili yaklaşım olarak bile algılanabilirler. ancak, bu filmdeki ikili sahneleri ve bu sahneleri çıkarınca geriye çok kısa bir sürenin kaldığını görmek insanı düşündürüyor. yine de, bir kısım seyirci, sahneleri teker teker ayırıp, ırkçılıkla alakasız olduklarını gösteren nispeten mantıklı nedenler bulacaklardır. “ingilizce bilmemelerini ti ye almak yalnızlığı pekiştiren bir öğe”, “fotoğraf çekiminde bill murray in ifadelerini güçlendirmek ve ayarlamak için ona taklit yaptırıyorlar” gibi. şunu söylemek istiyorum, böyle söylemlerin önüne geçebilmek adına, aslında ırkçılık taşıyan filmleri sahne sahne incelemek tercih edilmeyen bir yöntemdir.bu tür bir yaklaşıma filmin bütününü göz önünde bulundurarak şu soruyu sormak istiyorum : ırkçılık filmleri 80 lerdeki gibi tek anlamlı ve kolay çözülür olsalar, bu filmleri izlemiş,incelemiş ve kötülemiş uygarlık için, ayırt etmek, ve bunların önüne geçmek fazlaca kolay olmaz mıydı?


    (saldirgan kiraz - 1 Ekim 2004 04:00)

Yorum Kaynak Link : lost in translation