Süre                : 1 Saat 50 dakika
Çıkış Tarihi     : 20 Aralık 2002 Cuma, Yapım Yılı : 2002
Türü                : Drama
Taglar             : Fotoğrafçı,fabrika,gemi,Araba,Tarkovskyesque
Ülke                : Türkiye
Yapımcı          :  NBC Ajans , NBC Film
Yönetmen       : Nuri Bilge Ceylan (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Nuri Bilge Ceylan (IMDB)(ekşi),Cemil Kavukçu (IMDB)(ekşi)

Uzak ' Filminin Konusu :
Çanakkale'nin Yenice kasabasını kendisine mekan olarak seçen yönetmen, Uzak filmi için karlar altında bir İstanbul'u tercih etmiş.Film, ideallerinden uzaklaşmaya başladıkça yaşamının anlamını yitiren ve uzaklara gitmeyi düşleyen bir adamla, hayallerini gerçekleştirmek için İstanbula gelen bir gencin hikayesini anlatıyor.Minimalist bir sinema anlayışına sahip olan Nuri Bilge Ceylan, filmin senaryosunu ve yönetimini üstlendiği gibi, görüntü yönetmenliğini de kendisi yapmış. Sinemasında doğuya özgü yavaşlığı ve sadeliği temel almasıyla tanınan yönetmenin son filmi, en olgun çalışması olarak kabul edildi. Uzak, 39. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film ödülü alırken, Mehmet Emin Toprak’a En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve Ceylan’a da En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerini getirdi.

Ödüller      :

Cannes Film Festivali:France Culture Award-Foreign Cineaste of the Year, Grand Prize of the Jury, Best Actor
!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali:Best Turkish Director of the Year, Best Turkish Film of the Year, FIPRESCI Prize-Turkish Competition
San Sebastian International Film Festival:
SIYAD Turkish Film Critics Association Award:Best Cinematography, Best Film, Best Director


  • "iki izleyisim arasinda kendini ne kadar cok gelistirdigine hayret ettigim mukemmel film."
  • "nuri bilge ceylan'ın filmi üzerine şu yazı da ayrıca okunabilir."




Facebook Yorumları
  • comment image

    hakkinda her tür yorum yapilmis olmasina ragmen ikinci kez izledikten sonra nedense benim de yorum yapma ihtiyaci hissettigim film. filmin adinin uzak olmasi kendisiyle ilgili bir ipucu veriyor aslinda. uzak, uzaklik derinlikli olarak isleniyor cünkü filmde. sehir hayatinin ve kasaba hayatinin birbirine uzakligi, sehir insaninin kasaba insanina uzakligi, sehirde baskalasmis, aydinlanmis ve aydinlasmis kasaba insaninin, kendi geldigi hayata uzakligi, yalnizlikla izole olan sehir insaninin kasabadaki sosyal sorunlara uzakligi ve neticede iki insanin birbirine olan uzakligi... yalnizca iki kisi üzerinden yürüyen bir filmde, bu kadar az sözle issizlik, göc gibi önemli meselelere de gönderme yapiliyor olusu filmi daha da degerli kiliyor bence. hatta bu yönden sanki politik bir tavir da sezinleniyor filmde. istanbul görüntüleri sahane. baska da sözüm yok.


    (basakkoz - 30 Aralık 2006 23:50)

  • comment image

    ağır ağır içilen, alkol oranı yüksek içkiler gibi bir film.

    hollywood ve klasik türk sinemasının ürettiği, yöntem ve dil bakımından birbirine benzeyen binlerce film içinden hemen fark ettiriyor kendini. bunca ödülü alması da çok normal tabi.

    başlarda sahnelerin -nisbeten- uzunluğu ile akıllara stanley kubrick filmleri geliyor. seyircisini mahmut'un kirli sakalları, dağınık saçları, sabah uyanıp uzun uzun camdan dışarı bakışı ve yalnız başına kırmızı noktalı film izleyişiyle sıkılmışlık duygusuna yolcu ederken, yusuf'un çocuksu ve mahmut'a göre daha ümitvar duruşuyla diri tutmaya çalışıyor. kadrajlar, ışık kullanımı ve uzun planlı sahnelerde kameranın sakin gezintileri, huzurla karışık daralma duygusunu yansıtıyor. diyalogların ve konuların günlük yaşama yakınlığı ile insana çok tanıdık geliyor her şey... sonunda ağızda kalan tad; buruk, acımsı, soğumuş çay tadı... ikinci yudumu almazsanız berbat, fincanı bitirirseniz çok daha güzel...

    sürekli üretilen ve birbirinden çok farklı olmayan seri üretim filmler ile aynı alanda değerlendirilmemesi gereken, özel muamele gösterilmesi gereken türde bir film.


    (tagras - 27 Mayıs 2008 23:17)

  • comment image

    film bittiğinde "eee bu muydu?" diyerek filmden bir şey anlamadığınızı, hatta hayal kırıklığına uğradığınızı, o ödüller toplayan ve başyapıt denilen filmin bu film olamayacağını sanırsınız. ancak hayata devam ederken anlarsınız yanıldığınızı. çünkü o film hayatın ta kendisidir en klişe tabirle. yaşamınızın her dakikasından kareler taşır, aslında sürekli yaşadığınız ama görmezden gelmek istediğiniz olayları vurur suratınıza. işte öyle bir film uzak.

    uzun bir film, izlemesi sabır ister, çünkü bırakın sesi, müziği, yüksek sesli konuşmaları; film boyunca adam akıllı bir diyaloğa bile hasret kalıyorsunuz. bir karakter düşünün ki*; bütün konuşmaları vızıltı şeklinde, hayatı evde masa başında çalışmak, televizyon karşısında pineklemek ve arada bir sahilde sigara içmek olsun. ancak bu kadar yalın ve sıkıcı bir karakterden bile başrol çıkabiliyor.

    film, esasında mahmutun değil, yusufun hikayesini anlatıyor ancak filmi izledikten sonra akılda kalan herşey mahmutla ilişkili. kafa karıştıran tek şey bu oldu.


    (maca jilet - 22 Ocak 2009 12:45)

  • comment image

    --- spoiler ---
    mahmut ancak yusuf gittikten sonra ona dostluk gösterebiliyor onun sigarasını içerek. normalde aynı odada ikram ettiğinde kabul etmemiş, cevap vermeye bile tenezzül etmemişti. hoş, yusuf geri gelse yine aksi mahmut olacak. çünkü, o böyle biri. insanların yanında asla samimiyet gösteremeyen, kelimelerini seçemeyen, kolaya kaçtığını düşünerek zoru seçen...

    filmde mahmut'un kişiliğine dair en etkileyici sahnelerden biriydi. önüne hep çekmek istediği kare de gelse, ışık mekan her şey hazır olsa, yapmaya istekli bir asistanı bile olsa "boşver" demeyi seçen, sürekli hayatı erteleyen, daha doğrusu o fotoğrafı çekmenin getireceği hazzı istemeyen, yaptıkları değil yapamadıklarını, hayatın ona sunmadıklarını, ondan çaldıkları gibi görerek yaşamayı daha kolay bulan, acısından zevk alanlardan biri mahmut... (bu "boşver" mevzusu eski karısıyla telefonda konuşurken de tekrarlanıyor, muhtemelen ilişkinin bitiş sebebi de kadın konuşmak isterken, çabalarken sürekli geçiştirmesi, içine atması, paylaşmaması yine.)

    bu sahnelerden biri de balkonda sigara içen yusuf ile balkon kapısının arkasından bakan mahmut, sanki yusuf mahmut'un gençliği, bir kıyaslama izler gibi oluyoruz. balkona çıkıp iki laf etmeyi, biraz "yakin"lığı seçebilir orada ama o kapıyı kapatmayı seçiyor, üşümeyi içeride ve yalnızlığında...

    filmi gösteren ayrıntılarıydı ve yusuf'un kadınlara bakış açısında, metrodaki bacak değdirme sahnesi çok güzel bir detaydı. çokça karşılaştığımız ama az değinilen. kadının önce bir bakış atması, sonra yerini değiştirmesi. yusuf'unsa safça "ne yaptım ki?" bakışları, taciz nedir bilmemesi.

    bunun dışında köyden gelen yusuf'un beraber çalıştıktan sonra mahmut'un verdiği parayı önce adetten de olsa reddetmesini beklerdim. yanında köyde yapılmış ev yapımı, el emeği açmalar filan getirse bu gibi detaylar da hoş olabilirdi. ama zaten yusuf'taki ezikliği, bulunduğu yerdeki fazlalık duygusunu, bir "ışığı kapat" diyememesini yattıkları odada hissediyoruz film boyunca.

    ekleme: mahmut ile çalışmaya camiiye gittiklerinde, yusuf'un yerinde duramamasını, namaza katılmak istemesini de bekledim açıkçası.
    ---
    spoiler ---


    (su nanesi - 23 Ocak 2009 03:25)

  • comment image

    sonsuz şimdilerin arasında tutsak kalan insan için, yarındır.

    her sabah gözümü açıp, tavana baktığım anlarda; yine aynı hayata, aynı güne, aynı bugüne uyandığımın farkına varması uzun sürmez. yarın, yine 24 saat uzaklıkta, bilinmeyen bir ülkededir. yarınından umutlu insanın umutsuzluğunda, aradaki mesafe çok gelir. bazen gidebilirim der, sırt çantamı hazırlarım. bazen, çok uzak gelir, odamda otururum.

    gitmek, çağırır bir taraftan, kolumdan çekiştirir. bilmediğim uzaklar, gözümün önüne gelir.


    (mies - 25 Ocak 2009 22:49)

  • comment image

    biliyorsunuz, garip bir kavram uzak...

    bir kelime olur ki edebiyatta, özellikle şiirde ve felsefe gibi düşünsel üretim alanlarında sık baş vurulur. düşüncelerinizde en uç noktalara götürebildiklerinizdir bunlar. yükle üzerine ifade edemediklerini, bırak karşıdaki anlayabiliyorsa anlasın, yok eğer anlayamıyorsa sen zaten ne demek istediğini biliyorsun.

    uzak da bunlarda biri işte desem kim şaşırır ki?

    uzak, uzağa gitmek nedir? neye, nereye göre uzak. ve en önemlisi,

    kim ve neresi benim uzağımı belirleyen?

    artık mesafe artıyor, kim ve neresi olmadan. hayır kafam da güzel değil, her şey sadece bildiğin uzak, en yakınlarımla dirsek temasındayken.


    (hadji - 4 Aralık 2010 01:20)

  • comment image

    mayıs sıkıntısının son sahnesinde m.emin toprak kasabada yapamayağını düşünerek şehre gitmeye karar vermiş elinde bavuluyla yürüyordu. uzak filmide bu sahneyle başladı, ilk iki fikmini köyde çeken n.b.c aslında şehirde yaşamın olmadığına dair iç karartıcı bir film yapmış. ama filmin bazı karakterleri arasındaki diyaloglar çok havada kalıyor, bunlar n.b.c'ın aslında standart bir film kareografisi içine yerleştirilen (konu ne olursa olsun esas adamin karisi/sevgilis ile ilişkileri) ilişkiler biçimine kendi rengini vermeye çabasının fazla sonuç alıcı olmamasındandır. kasaba ve mayıs sıkıntısı bir şiirdi, ama uzak bir ağıt, aslında canı kalmamış ama sözü bazen gürültülü çıkan ortalama bir aydının/sanatçının bitip tükenen seyrettikçe eyvah bizde mi böyle olacağız dedirten çıkıssızlığı. ( orneğin köy sahnesinde, bunun bir fotoğrafını çekmek lazım deyip, çekmeyip yeniden arabayı sürmesi; aydınların/sanatçıların aslında yorgun düşmüşlüğü, ama nostaljik bir öykünmeciliğinin sürekli devam etmesi) çok basit bir dille bu kadar anlatılabilir diyor insan, kendimi ve çevremin 10 yıl sonrasını düşünüyorumda " aa şu kitapta çıkmış okumak lazım diyen" arkadaş grupları, aslında hiçbir fiiliyat yok , isimler var, düşünceler var. n.b.c.'ın aslında mekanların çokluğu , karekterlerin fazlalığı bakımından bakıldığında ilk filmi de denilebilecek bir film ama ne film...


    (haslama cay - 3 Ocak 2003 16:54)

  • comment image

    komşunun kızı evlenecek, haliyle evinden ayrılacak. annem üzülerek anlatmakta:

    - kızın mı var derdin var. ana babası yokluğuna nasıl dayanacak. dağların, tepelerin ardına gidecek yakında.
    - nereye taşınacaklarmış ki?
    - şu bizim pazarın oraya.

    pazar da bizim eve 1 kilometre var yok. e uzak tabi, kolay değil.


    (hic kimsenin babasi - 8 Mart 2011 17:22)

  • comment image

    insanı tezatlıktan tezatlığa sürükleyebilen nuri bilge ceylan filmi. karlı bir istanbul sabahında izlenmeli.

    ~~~~~~~~~~ spoiler ~~~~~~~~~~

    filmin başında yalnızlığı kanıksamış her insanın verebilmesi olası olan tepkileri, olabilecek en nazik şekilde verdiği için mahmut'a hak vermeye yakındım. laubali tavır düşmanı olmamın etkisinden olacak; mahmut'la birlikte yusuf'a kızıyor, küfrediyor, yusuf'u harcıyordum. zaman sonra, yusuf'da da gurur olduğunu, o'nun karaköy taraflarında iş bakındığı esnada fark ettim. mahmut kendisine kızdıkça ve tüm o gereksiz bohem havasıyla yusuf'u ezmeye çalıştıkça, yusuf'un içlenmeme ihtimali olabilir miydi hiç? anlam veremedim.

    mahmut'un eski eşiyle konuşurkenki tavrından, o'nun da içinde maneviyat olduğunu anladığımda, oldukça şaşırdım. o zaman yusuf'a hunharca sinirlenirken, bir yandan pişmanlık yaşamaması nasıl mümkün oluyordu?... yusuf'un hayatını değiştirmesi için kalmaya devam etmek tek şansıydı ya, ondan belli etmiyordu sanırım mahmut'a olan kırgınlığını. belli etse bu hal ve tavrını sürdürür müydü mahmut? yalnızlığı, yeryüzünde tek olduğunu sanmaya doğru hızlı adımlarla koşarken sürdürme ihtimali yüksekti sanki... peki ya yusuf'un oyuncağı gösterip sahtekarca gülümsemeye çalıştığı an da mı anlamamıştı, bir şeyleri yanlış yaptığını? sinemacıydı o; duyguları aktarmayı herkesten iyi bilirdi. buna rağmen yusuf'a hak vermemesi ihtimal dahilinde miydi? değildi, olmamalıydı.

    dışarıda bu kadar nazik, bu kadar terbiyeli takılan adamın yaptığı o hareketi, o ezdiği taşralı yusuf yapmazdı be! anlamadan, anlamaya çalışmadan yargılamamayı öğrenmek... bu yetinin kazanılması için öyle çok kitap okumaya, ışığı güzel ayarlayıp harika kareler yakalamaya, ayakkabının kokmaması için içine parfüm sıkmaya gerek yokmuş. e peki gerekli olan ne? belki de sevgi. her şeyi insan psikolojisine bağlayabiliyorsak, bunu da hemen bağlayıveririz bence. mahmut'un gereksiz gururu, pişmanlığı deriz, hayata karşı olan öfkesi deriz... deriz de deriz. ama artık çok geç.

    yusuf gitti, neye yarar.

    ~~~~~~~~~~
    spoiler ~~~~~~~~~~


    (bfm - 24 Aralık 2011 18:55)

  • comment image

    bir gelenek midir bilen beri gelsin, bizim filmlerimizin sinematografisi (ya da daha öztürkçesi görüntü yönetmenliği) alabildiğine kötü olur, bu sebepten afişe ilişik filmden kareleri ara güler fotoğraflarını hatırlatan "uzak" şahsım adına ilk bakışta memlekete gelir gelmez kaçırılmaması gereken bir film intibağı uyandırdı. lakin ben bu uyanmış ayık intibağın sinemada elbirliği ile uyutulacağını, morfin manyağı yapılacağını bilmiyordum. öğrenmiş oldum.

    alt başlık: intibağ nasıl uyutuldu?

    yönetmenlerin, kurgucuların ve dahi yapımcıların düştüğü bir büyük hata vardır, şurda burda dile getirilir ben niye getirmeyeyim? bir dönem avantgard kabul edilen dekonstrüktivist bir sinema dili olarak şakşaklanmış hızlı plan değişikleriyle (fast paced cuts deniyor buna) görsel olarak bir mevzuyu anlatma stilistik seçimi, zamanla müzik videolarının ritmsel kaygılarının, kısa zamanda alçak dikkat ve odak eşiği olan bir hedef kitleye anlatma yükümlülüğünün de işine geldiğinden mtv jenerasyonu tarafından sahiplenilmiştir. işbu sebepten bu tarz editinge ecnebi ülkelerde "mtv style editing" denildiği bilinmektedir.(en azından açıklarken bazınız gibi the player filminden replik araklayarak "bir kareye 80 cut" demek ahmaklığına düşmedim, elhamşükür)

    şimdi, mtv yozlaşmanın, popüler kültüre domalmanın, para babalarının kuklası olmanın diğer adı ve sureti hal kağıdı olarak kabul edilirse (ben kısmen ediyor, kısmen etmiyorum) mtvnin yaptığının tam tersini yapmak, militan/proaktif bir perspektifde ilerlemenin, progresif kültüre kucak açmanın, aydınlanma neferi olmanın gerekşart kipi olacaktır. bu yüzden long shot tabir ettiğimiz samsun içen bir adamın üzerinde kameranın dakikalarca dingildemesi "mtv işi" olmadığı için "sanatsal" olması imkanını doğuracaktır. yani "mtvnin varlığı, antimaddesini bulduğunuz anda sanatsala/engin kültüre açılan bir kapıdır" vehmi çoğunlukla bu yüzden fikren ham meyvayı dalından koparmaya yönelik metod sinemacılarının "sıyrılma" yolu haline gelmiştir.

    holivud un "formül"ü varsa, holivud dışı sinemanın da aynı sığlıkta bir "anti formül" ü vardır. ikisi de eşdeğer oranda yanlıştır, ikisi de eşdeğer oranda "içerik" sahibidir.

    görünen odur ki nuri bilge ceylan ın bu filmi de bu antiformül ile "izleyiciyi uyutma" fiilini "izleyiciyi bir an olsun rahat bırakmamak" mtvselliğinin karşısına çıkarmakta, "sanatsal" olmak adına bu antiformülden "medet" ummaktadır.

    peki denemez mi ki? "uzun uzun planlar, long shotlar ile anlatılmak istenen ya da verilmek istenen yalnızlık, terkedilmişlik, depresif ve uzaklaşmış olmak hali layığıyla verilmiştir, yönetmen amacına, ereğine, gayesine, mefkuresine ulaşmıştır, sana ne oluyor tonton?"

    elbette denilebilir. "sıkılmayı, narkoleptik bir yaşamı, koma halinde bir köysoylu aydının tabi olduğu gerçek kesiti" anlatmak istediğini beyan eden herkesin, özellikle de sinema 2.sınıf öğrencilerinin favori savunmasıdır "ben zaten öyle olsun istemiştim, o sizin hata sandıklarınızın hepsi bilinçli tercihlerdir, sanatımı da beğenmeyen sittirsin gitsin" tesbih böcekliği. eğer bu meşru bir müdafaa ise neden bizim okuldan benzeri, muadili filmler çekmiş, teknik anlamda kimileri daha başarılı en az 40 kişinin daral eseri daha kan film festivalinde değildir? suçları "pitoresk" bir istanbul kışı yerine "depresif bir central park güzü/ melankolik bir yurt odası baharı" çekmiş olmaları mıdır?

    ---öğrenci filminin suçu ne? (ya da nuri bilgem kayırılıyor mu?)---

    öğrenci filmleri, ya da daha geniş anlamda amatör kısa filmler/uzun film gibiler de görülen hataların, teknik işbilmezliklerin, konu seçimlerinin, oyunculuklarının hemen hemen hepsini bünyesinde barındıran, bununla da kalmayıp profesyonel bir çalışma olmak ünvanına sahip olan uzak nasıl olmuştur da "tanınmıştır"?

    bunu anlamak için "tanıyan" mercilerin yakın coğrafyadan diğer "tanıdıkları"na bir bakış atmak gerekmektedir. misal son yıllarda azami oranda "tanınmış" olan "iran sineması" güzm bir örnek olacaktır. usta yönetmenlerine, orjinal konu seçimlerine, ya da orjinalleştirmeyi bildikleri sıradan hikayelerine rağmen iran sinemasında tanınmış eserlerin büyük kısmı egzotik bir oryantalizmle gişilmiş bir keşif hevesi sayesinde "bilinmişlerdir". bunu reddetmek mümkündür, çünkü "tanıyan" kurumların tanıma ameli hakkında bir subjektif saptama sözkonusudur. yani "sen o kurum bünyesinde misin totoş nereden biliyosun adamların/kadınların oryantalist egzotik kaçamak heveslerini?" deseniz, sanırsınız ki "evet haklısınız" diyeceğim.

    oysa ki cevabım ilk örnekte belirttiğim stilistik seçimi belirleyen aynı entellektüel olma dürtüsünün konu alanına girmektedir. entellektüel olmak "tanınmışlığına", "onaylanmasına" ulaşmak isteyen herkes için "sinema" da bir tüketim aracıdır, kaba iktisadi anlamda bir maldır. bu mal iktisadi anlamda şu şekilde bir eğilim içindedir: arzı en düşük oranda olan en az kemikleşmiş markaya tabi ürünler, en değerli olacak, ürüne talep çoğaldıkça ürün değeri düşecek, yeni ürünler aranacaktır.

    bir de örnek verelim: iyi bilinen bir ergen halidir, müzik alanında ıncık cıncık grupları dinlemek, popülerden kaçınmak ergen dinamiği içerisinde "süper kaliteli müzik dinleyicisi" olmak sıfatını armağan edecektir. ol grup(lar) ve dinleyen bu tüketim ilişkisi içerisinde mutualist bir gelişim içinde gibi görünürler. dinleyen bu bilinmez egzotik grubu/sanatçıyı dinlediği için "farklı"laşmakta, grup/sanatçı bu "farklı" kişiler kümülatif çoğunluğu tarafından dinlenildiği için "özel" olmaktadır.
    bu iki taraflı ilişki bahsi geçen sanatçının "farklı" olmayan kişiler tarafından keşfedilmesi, yoğun ve esnekliği olmayan bir talebe tabi olması anına kadar geçerliliğini korur.

    grup/sanatçı her ne zikse kitlelerce tanındığı anda, "farklı" dinleyici iki opsiyona sahiptir. "popüler"den ve "popülerleştirdiğinden" kaçmak ya da "bunu -ben- popülerleştirdim, ilk keşfeden benim, işte haklarında o makaleyi de, kitabı da ancak bennn yazabilirim" diyerek ürünü sahiplenmek, bundan marjinal kar ve fayda elde etmek.

    cannes film festivali ve diğer tanıyan kurumlar bu iki tip "farklı" tüketici enellektüeli de barındırır. dinamiği sebebiyle devamlı bir gir çıkı olan komitede, seçici kurulda bazıları yaşamak için köpekbalığı gibi devamlı ilerlemek, bazıları sülük gibi bulduğuna yapışmak, yatırımını ona yapmak zorundadır.

    uzak sanıyorum ki ilk grubun iran sineması macerasından sonraki duraklarından birisi olmak adına türk sinemasına ilerleme çabasının bir tecellisidir. bu uğurda hamam gibi sikimden aşağı bayır aşağı bir filmi bile "gündeme" getirebilmiş "yatırımcı"lar olduğunu düşünürsek, nbc nın biraz daha eli yüzü düzgün (en azından içinde akmerkez olmayan, türk kültürünün şahaneliklerini apaçık anlatmayan) bir "oryantalist" istanbul ve türkiye manzaralı eseri daha bir vakfı kebir olacaktır.

    -teknik notlar-

    görüntü yönetmenliğinin teknik olarak iyi olduğu girişten kabul ettik. hataları olsa da "fotoğraf terimleri" ile başarılı bir iş çıkarıldığı söylenebilirse de, şafak vakti uyanıp film çekmeye üşenmeyen herkesin iyi bir film stock u ve lens ile ulaşabileceği görüntüler, çoğu zaman ifrada kaçar bir halde sunulmuş. bu anlamda matrixin dövüş sahnelerine ağırlık vererek bu sahneleri uzun tutması ile nuri bilge ceylanın bu diğer sahneleri "kesemez, kestiremez olması" benzerlik içermektedir.

    öyle ki nbc galata köprüsü üstünde yapılan bir çekimde, yağan karı bloke etmek için kameranın üzerine tutulan şemsiyenin tutacının ve de onu tutan elin görünmesine de aldırış etmemiş görünmektedir. sahnenin film içindeki "vazgeçilmezliği" epsilon seviyesinde seyrederken, bu tutumluluğun "çektiğim görüntülere aşık oldum, hepsi çocuğum gibidir hiç birine kıyamam" müşkülpesentliğine kaydığını söylersek abartmış olmayız.

    benzer bir sahne gökyüzüne renk versin diye eklenmiş bir filtrenin (ki bu filtreyi ilk sahnede şu şekilde kullanmak daha akildi. bir uzun long shot yerine iki parçaya ayırsa, bembeyaz kesmiş gözküyüzünün altında ön plandaki arazinin mukavvadan kesme halini azaltacaktı.) aktörün suratına suratına inmesi engellenecek, zombi gibi yüzünün bir kısmının morarıp, bir kısmının pembeleşmesine engel olacaktı.

    kontekts içine de ancak "bir seramik firmasına (eczacıbaşı takvimi sanırım) çalışan fotoğrafçı olan başrol oyuncusu" gayretiyle sıkıştırılabilecek zorlama planlar (özellikle otantik isimli içanadolu yemekleri satan restoran ve muadili kurumlardan hatırladığımız "koyun, göl, dağ, anadolu köyü" sahneleri), ara güler referanslı istanbul manzaraları, hamam filmindeki kültür bakanlığı katkılı "geleneğiyle moderniyle istanbulumuz, türkiyemiz" anafikrinin başka bir denemesi gibi duruyordu. iran filmlerinde çador görmekten sıkılmış batılı entellektüel, bu yeni "oryantal"e sıcak bakacaktır.

    bunun dışında filmde kullanılmış ses miksajının tüm zamanların en kötüsü olduğunu söylersem abartmış olmam. nuri bilgeme burdan seslenmek istiyorum (kulağı filmin tekrar izlenimlerinde ihtimal sağırlaşmış olacağından duyar mı bilmem) "bir planda her ses aynı seviyede, aynı gümbürtüde, aynı istikametten gelmez, gelmesi teklif dahi edilemez!"

    hal böyleyken nuri bilgeme kim gaz vermiştir de "abi ben bu sesleri böyle kabasıyla attım, çok şahane oldu elleşmeyelim" ecişliğine ulaşılmıştır? lan oha ya kafamı siktin ulen, şu entryi şu kadar uzattıysam, bu derece ıcığına cıcığına irdeliyorsam bilki film sırasında kafama zor zorrr ettirdiğin denyo sesler sebebiyledir. nasıl bir ses teknisyenin, montaj amirin var ki, nasıl death metal hayranı bir kitlen var ki bu caz cuzu duymuyor duyamıyor?

    bir bardak masaya indiğinde çotaaaank diye ses mi çıkar? el kadar bir oyuncak kurma asker nasıl olur da bir taburluk ses üretir? bir insan gazete okurken nasıl olurda geyik bacağı yoluyormuş gibi haşırtılar üretebilir?

    hadi onları da geçtim, geçiştirdim senin bu ses editorun ecnebinin "sweetining" dediği arka plana ambiyans sesler yükleme, ortamı çekilebilir kılma misyonunu nasıl oldu da böyle rambo görevine çevirdi?

    nuri bilgem hiç kar yağarken yusufçuk kuşu öter mi? sen hiç karda yürümedin mi? kar dediğin suniye yakın bir ses yalıtımı, filtresi sağlar. maşallah senin karlarını hiç bir ses siklemiyor. kuş ötüyor guu guu, gemi geçiyor (içimizden) vuuu vuu. en son böylesi bir şabalak ses kullanımını kör olduğu için kulağını böcüğün yürüme sesini işitmeye ayarlayan bir cüney arkın filminde görmüştüm. o bile en azından konuyla alakalıydı. bu teknik işbilmezliğin, birinci sınıf sinema öğrencisi duruşunun kabahati kimdedir?

    uzak sadece ses kullanımıyla dahi "aman şu traş makineli sahne bitse allaım" dedirtebilmiş, allah vere de şu kadın şu döşemenin üstünde bir kez daha yürümese dilekleriyle izleyiciyi doldurmuş bir filmmiş. ben bunu gördüm

    -son olarak: konu hakkında-

    şimdi teknik detayları yazmak, "ehehe şu ses çok fazlaydı rahatsız oldum, nuri bilge şemsiye tutan el görünmüş" demek ve oracıkta kestirip atmak "nbc sineması parayla iş yapmaz gönül ile iş yapar, o kadar teknik eksiklik kadı kızında olur, hem sen filmdeki konuyu zıtmışın, anlatılmak isteneni ıskalamışın, bu film konusuyla, anlatısıyla vardır" denme ihtimaline ve ekmeğine yağ sürecektir. sürdürtmem.

    uzak filmi anlatmak istediği bir konuyu bile anlatamamış, "bir yerde kesişmiş iki uzak hayattan bir kesit" sunmak belgesel sinemacılığından bir adım ileri gidememiştir. bir filmden aranan böylesi "bir kesit" ise, in bed with madonna isimli eser bir senaryoya hizmet etmediğinden, böylesi bir kesidi daha sorunsuz, "tüm çıplaklığıyla" anlatabildiğinden bir sonraki tercih sebebimiz olabilecektir. yok eğer amaç bir senaryo yazarak, bunu kurgulayarak "bir kurgu" yaratmak, oyunculuğu yöneterek ise bir öykü anlatabilmek ise bu filmde bütün bu çabalara rağmen ortaya konulabilmiş öyle bir öykü de yoktur.

    filmde ara ara sırtarıp yok olan otuz bir sahnesi, garip gerginlikler, başarılı kotarılmış bir takım trükler sayılmaz ise, filmde öykücülük girişimleri olduğu halde yeşilçam standardını aşan bir öykü yoktur (sevdiğini eski karısına söyleyemeyen havaalanında pısarak dönen adam eğer bir öyküyse tabi).

    türk sinemasında takip edilen "aydın ve dramı" konu başlıklı atıf yılmaz çıktılı trendin devamı olarak da, "köylü kentli uyuşmazlığı, uzaklığı, köysoyluluk ve reddediş" gibi mevzularda da gıkını çıkaramamış, içinde bol bol referans yaptığı tarkovskiden şefaat beklemiş bir "sıradışı" filmdir (hayır, vasat olması için teknik anlamda da göze çarpan şapşallıkları olmamalıydı)

    filmi en güzel ifade eden sahne kanımca araba alarmı öttürüldüğünde camda beliren ve planda görüldüğü 5 saniye boyunca abartı mimiklerle rol çalmaya çalışan adamın olduğudur.

    o beyhude gayretkeşlik, o onaylanmak, kabullenmek isteği hem filmin, hem de arkasındaki sinemacıların ortaya koyduğu emeği mimik cinsiden somutlar gibi.


    (otisabi - 24 Mayıs 2003 16:01)

  • comment image

    neyse grubunun ilk albümlerinde sekizinci sırada yer alan, bağıra bağıra eşlik edilesi harika şarkı. kartonetinde şarkı sözlerine ek olarak şunlar yazar;

    "hayatımızdaki belli insanları kaybettiğimizde, belli yerlerden, topluluklardan (cemaatlerden) mahrum edildiğimizde, basitçe geçici bir şeye katlandığımızı, yasın biteceğini ve önceki düzenimizin onarımının gerçekleşeceğini hissederiz. oysa bunun yerine katlandığımız şeye katlandığımızda, kim olduğumuzu ortaya çıkaran, başkalarıyla bağlarımızı betimleyen, bizi inşa edenin söz konusu bağlar ya da bağlılıklar olduğunu gösteren bir şeyler açığa çıkar. bu sadece burada bağımsız varolan bir "ben"in basitçe oradaki "sen"i kaybetmesi değildir. özellikle de "sana" olan bağlılığım beni "ben" yapan bir şeyin parçasıysa. bu koşullar altında seni kaybedersem, sadece kaybın yasını tutmakla kalmam, aynı zamanda kendi kendime tanımlanamaz bir hale de gelirim."

    otur, dinle, oku, düşün... yüreğinize sağlık.


    (hubaku - 19 Mayıs 2012 16:35)

  • comment image

    neyle ilgili olursa olsun hüzünlü bir kelime.
    bak yakın öyle mi? yakın sıcak, yakın sevinçli.

    uzaklığı anlatan bir terim, iki harfli: ta.

    "ben o kadar uzakta olmasının taaaa" diye başlayan cümlelerde kullanılan anlamı bu değil.
    türkçe zaten yazıldığı gibi okunan bir dil de değil.

    ta orada. çok uzak. bir yandan da çok yakın gibi. bu çok tuhaf oluyor.
    insanın bu kadar uzakta olabilen birisini bu kadar yakın bulması tek bir şeyi arttırıyor: özlemeyi.

    bakınız: özlemek; bir kırıklık masalı.

    mesela uzağı göremeyene miyop diyorlar. çok uzağı görebilene ise, "çok sevdim be abi" diyorlar sanırım.
    diyor olmalılar.
    sese dayandım.

    uçaklar var, uçuyorlar. mesafeler asla kısalmasa da, çok uzaktakiler çok yakına gelebiliyorlar.
    uçakları seviyorum, kuşlar uçakları sevmiyorlar.
    ben eskiden uçağa binince kuşları göreceğini sanan bir adamdım.

    tuzak. içime kurduğum.
    kuşlar yakalanmasın diye katlandığım içimle.

    yakınsayalım istiyorum, yakınım ol.
    ne kadar uzak olursa olsun.


    (kelimeler albayim - 6 Ocak 2014 14:26)

  • comment image

    filmle ilgili naçizane izlenimlerimi buyrunuz:

    türkiye’de son 50 yıl içerisinde geliştirilen liberal politikalar, küçük sanayiyi içten içe eritirken, yerel işletme ve fabrikalar kapanmaya ya da işçi çıkarmaya başlamıştır. yusuf’u istanbul yolculuğuna çıkaran da bu dönemde çalıştığı fabrikanın kapanması, yaşadığı işsizlik ve uzaklarda, gemilerde iş bularak para kazanabilme umudu olmuştur. o, mahmut’a “biz de senin gibi dünyayı dolaşalım biraz ya” derken, hem uzak diyarları görebilme fikrinin onu ne kadar cezbettiğini yansıtmakta, hem de ödemelerin dolar üzerinden yapıldığını öğrendiği için türkiye’de yaşanabilecek ikinci bir krize karşı kendisini ve para yollamak zorunda olduğu ailesini korumak istemektedir. kasabasından bu amaçla yola çıkan yusuf, köyden uzun zaman önce ayrılıp istanbul’da reklam fotoğrafçılığı yapmakta olan mahmut’un yanında kalacaktır.

    evine gelen yusuf’a karşı soğuk ya da sıcak bir tepki vermeyen mahmut, yalnızca dalgın ve tepkisizdir. ilk günden geleceğini unutarak yusuf’u apartman içinde saatlerce bekletmesi de bu dalgınlığın ve tepkisizliğin bir yansıması olarak görülmektedir. yusuf’a gelir gelmez evin kurallarını sıralayan mahmut, onu kendinden mümkün olduğunca uzak bir odaya yerleştirir ve ziyaretinin ilk günlerinden itibaren ne zaman gideceğini öğrenmeye çalışır. yusuf’un iş arama süreci, dönemin ekonomik krizinin yansımalarını gözler önüne sererken, sürecin uzaması mahmut’u sinirlendirmeye başlar. normal koşullarda iki insanın ancak bir süre bir arada kaldıklarında birbirine ısındığı ve ilişkilerinin samimileştiği düşünülecek olursa, mahmut’la yusuf’un bu gidişatın tersi yönde ilerleyen ilişkisi ve birbirlerinden gitgide daha da soğumaları, modern düzende birey ilişkilerini yansıtan güzel bir örnektir:

    yine zizek'ten bi örnek vermek gerekirse:
    "gerçek içinde dolaysız bir temas kurmak olacak şey midir? gerçek ötekiyle kurulan temas bünyesi gereği kırılgandır. öteki’ne sahiden uzanma her an ötekinin mahremiyet alanına şiddetli bir tecavüze dönüşebilir. en iyi anlatımını henry james’in başyapıtlarında bulan toplumsal etkileşim mantığı, bu müşkül vaziyetten bir çıkış yolu sunar gibidir. inceliğin hüküm sürdüğü, insanın duygularını açıkça ortaya sermesinin en büyük kabalık olarak görüldüğü bu evrende, her şey söylenir, en acılı kararlar verilir, en hassas mesajlar iletilir – gelgelelim bütün bunlar resmi bir konuşma kılığına bürünerek gerçekleşir. muhatabıma şantaj yaparken bile bunu yüzümde nazik bir gülümsemeyle, ona çay ya da kek ikram ederek yaparım" (kırılgan temas'ta diyor bunu sayfa 7)

    mahmut, yusuf’la karşılaşma anından itibaren tek derdi evden ne zaman gideceğini öğrenmektir. ancak bunu son derece doğal ve resmi görünen bir şekilde yapar. mutfak sohbetleri, evde birlikte televizyon izlemeleri, yusuf’un mahmut’a köyün halini anlattığı karelerde birbirleriyle bir iletişim söz konusudur. mahmut modern birey kalıbına uygun bir şekilde, bu uygunsuz ziyaret ve misafiriyle tüm diyaloglarını ‘resmi konuşma kılığına bürünerek’ gerçekleştirir. oysa mahmut’un ziyaretinin uzaması bu maskeyi düşürecek, zaman ilerledikçe resmi görünümlü diyaloglar yerini ‘mecburen’ mahmut’un gerçek duygularını ortaya koymasına sebep olacaktır. düzenin dayattığı tavır ve tutumlar, bireyin kendini hapsettiği özel alanın içinde yeterince uzun süre dayanamamakta, bu davranışların altında saklanan, modern toplumda kabul görmeyen fikir ve davranışlar er geç su yüzüne çıkmaktadır. bu örneğin, modernizmin anti-hümanist doğasını ortaya çıkardığı iddia edilebilir. çünkü mahmut’un benimsediği ilkelerin onu gerçek ve insani tepkiler vermekten uzaklaştırdığı, verili tavır ve davranışlara göre hareket etmeye yönlendirdiği görülmektedir. dolayısıyla, bu sahte tutumları benimsemekten ve resmi bir biçimde duygularını ifade etmeye çalışmaktan yorulan mahmut’un, yusuf’un ziyaretinin bir haftayı geçmesiyle birlikte gün yüzüne çıkan öfkesi, kendini gizleme çabasının yarattığı yorgunlukla da gerekçelendirilebilir.

    yusuf’un ayak kokusu, ortak alanlarda sigara içmesi gibi diğer pek çok detay da mahmut’un yusuf’un gitmesini bekleme sürecini zorlaştırmaktadır. elbette bu rahatsızlıklar, yusuf’un mahmut’un kibirli yalnızlığına olan müdahalesi ile daha fazla ilişkilidir. zizek’in kırılgan temas kavramını anımsatan bu etkileşim, belki de mahmut’u gerçeğin çölüne yaklaştırmakta, onu huzursuz etmektedir. hitler’in yaralı nazi askerleriyle karşılaşması ile örneklendirilen bu olgu, mahmut’un yıllar önce çıktığı ve artık uzak olduğu o kasabadan gelen davetsiz misafirle benzerlik gösterir. belki de mahmut’un yapayalnız yaşamında korktuğu şey de bu karşılaşmadır ve dolayısıyla “kendi gerçekliğine bu şekilde tecavüz edilmesi” onu tıpkı hitlerin yaptığı gibi karşı tarafa elini uzatmak yerine perdeleri kapatmasına sebep olmuştur.

    mahmut, eski idealleri ile çelişen bir işte çalışmakta, bir seramik şirketi için fotoğraflar çekmekte, onu sanatsal ideallerinin çoğundan ayıran bu yolda günlük yaşamın rutinleriyle meşgul olmaktadır. yüzünde en çok hissedilen his ‘hissizlik’ olan mahmut’un yaşantısı; başarısızlıkla sonuçlanmış bir evlilik, şehrin göbeğinde yalnız bir yaşam, küçük (tek kişilik) bir araba ve bir fotoğraf makinesiyle yapayalnız ve tepkisiz bir insan görünümü vermektedir. mahmut tipik bir kentlidir. tüm yaşamı belli bir düzen içerisinde ve kestirilebilirdir. işlerini hangi odada ne zaman yapacağı bellidir, istanbul’da gittiği mekanlar ve hatta oralarda oturduğu masalar bile genellikle değişmez. modernizmi yansıtan bu açıklık ve düzenlilik duygusu mahmut’un tüm yaşamına hâkimdir. dolayısıyla yusuf’un hayatına getirdiği düzensizlik duygusuna karşı alacağı tutum var olan düzenini korumaya yöneliktir.

    yusuf öngörülemeyenin pis havasını ortaya saçan ayak kokusuyla ve bir türlü netleştiremediği iş durumuyla mahmut’un hayatına modernliğin müphemliğinin bir temsilcisi gibi dalacaktır. mahmut her gün sıraladığı kurallarla yusuf’a karşı kalkanlar oluştursa da bazı şeyleri, örneğin ayak kokusunu giderememektedir. koku insan doğasına özgü, diğer rahatsızlıklar kadar çabuk giderilemeyecek bir şeydir. mahmut geldiği yerde ayakkabılık olmayan yusuf’un ayakkabılarına sık sık parfüm sıkar ve ayakkabılığa kaldırır. hissettiği tiksinti yüzünden ve hareketlerinden belli olmaktadır. bu hareketleri yaparken mahmut’un izleyiciye hissettirdiği bir diğer duygu ise tiksindiği şeyin yalnızca ayak kokusu değil, çok uzaklarda kalan geçmişi de olduğudur.

    bir zamanlar yusuf’la aynı köyde olduğu gerçeği ile çelişen bir şekilde mahmut, ‘düzenin ötekisi’ olan yusuf’a bambaşka bir ülkeden gelmiş gibi bakar, onun tüm tavır ve davranışlarına yabancıdır ya da öyle görünür. çünkü o geçmişi, kim olduğunu, genel olarak var oluşunu unutmuştur ya da unutmaya çalışır. her şeyi geride bırakmıştır. geçmiş onun için artık ‘uzak’tır. böylece ‘modern’ olmayı başaran mahmut yalnızdır ancak bu duruma dair bir yorumu, tepkisi ya da var olan durumu değiştirme çabası yoktur. yani filme yansıyan ana duygunun anlam arayışı değil, aksine arayıştan vazgeçme ya da kayıtsızlık olduğu iddia edilebilir ki bu yorumlama bizi modernizm eleştirisine yeniden yakınlaştırır. düzen ve durmaksızın ilerleme tutkunu olan modernizmin büyüsü bozuldukça, modern bireylerin bunalımının gitgide daha da fazla gün yüzüne çıkmaya başladığı iddia edilebilir. mahmut’un temsil ettiği modern akıl, yusuf’un kendiliğindenliğini ve içtenliğini yadırgamaktadır. modern birey mahmut, “saydam bir aydınlanma evreninin” içinde yaşar gibi görünmektedir. tıpkı diğer modern bireyler gibi o da kendisini adeta bir fanus içinde saklanmaktadır. mahmut’un evi, küçük arabası, gittiği belirli mekânlar onun modern dünyasının sınırlarını oluşturmakta, mahmut, düzenini bozacak her türlü tehditten uzak bir yaşam sürmeye çalışmaktadır. ancak yusuf’un gelişi bu evreni ortadan ikiye bölmüş, en önemli sığınağı olan evi ‘istila edilmiş’tir. mahmut’un film boyunca yusuf’un varlığına olan tahammülsüzlüğü, yaşadığı evin öneminin boyutlarını aktaran bu benzetmeyle daha kolay görülebilir. film boyunca yusuf, genellikle dış mekanlarda görülmekte, iş aramakta, sokaklarda yürümekte, hatta evdeyken bile balkondan dışarıyı izlemektedir. o bir çocuk gibi dünyayı izlemekten, kendisine uzak olan bu şehri keşfetmekten haz duyar. bu yalnızca yusuf’un kente yeni gelmesiyle ilişkili bir durum da değildir, zira fotoğraf çekimleri sırasında gittikleri kırsal alanlarda da yusuf aynı derecede dışa dönüktür. oysa mahmut için yeni olan, keşfedilecek hiçbir şey yok gibidir. yusuf’un evine geldiği gece bahsettiği gemicilik yaparken yurtdışını görme planlarına karşı bile son derece heves kaçırıcı bir tutum sergilemiştir. yusuf’a “her yer aynı zaten, gitsen ne olacak” gibi tepkiler veren mahmut için sanki dünya dönmeyi bırakmış gibidir. modern birey, hiç durmadan koşarak ilerlediği noktada, bir yerden sonra bozulan büyünün farkına varmakta, bu ise belki de hayatındaki anlamsızlık hissini ortaya çıkarmaktadır

    bir zamanlar idealleri olan, bunlar için savaşan, ancak bir süre sonra yaşamı, karşısındaki katı sistemin ihtiyaçlarına göre şekillenen ve kentli birey olmanın getirdiği bireyselleşmenin içinde boğulan mahmut, sistemin gerektirdiği her şeyi elde etmiş olmasına rağmen bir zamanlar onu cezbeden şeylerin arasında boğulmaktadır. çünkü kentte touraine'nin sözüyle “bir özgürleşme olarak yaşanan şey, bir yabancılaşmaya, gerilemeye dönüşmüştür”. yusuf’un sokakta gezerken karşılaştığı bir sahne bu durumu sembolize eder gibi görünür. içi balıkla dolu farklı renkli iki kovanın arasında, yerde, tek bir balık çırpınıp durmaktadır. bu sahnenin ne taşrada ne kentte kendine yer edinebilen, iki kovaya da dâhil olamayıp arada kalan yusuf’u sembolize ettiği düşünülebilir. o ne köye dönebilmekte, ne de kentte kendine yer edinebilmekte, çaresizlik içinde çırpınmaktadır. mahmut ise, bir kovadan diğerine zıplamayı başarmış gibi görünen ancak içinde bulunduğu kovada sıkışan, ve tepkisizce zaman öldüren bir balık gibidir. yusuf arada kalmış ve yerde çırpınmaktadır ancak bu bile bir tepki olarak yorumlanabilir. oysa mahmut; yaşamındaki eksiklikleri sezinlediği halde üzerinden atamadığı tepkisizliği, çekmek istediği halde çekemediği fotoğraflar, gitme demek istediği halde diyemediği eski karısı ve daha diğer pek çok şey için sessizce acı çekmektedir. her modern birey gibi o da, kendisine yakıştırılan kimlikleri ve kendisine sunulan düzeni korumak için canla başla çalışmaya ikna edilmiştir bir kere.

    mahmut gördüğü bir kâbusta, televizyon karşısında her zamanki gibi tek başına uyuklamaktadır, ancak tv’deki görüntü yok olmuş, geriye sadece bir cızırtı kalmıştır. o sırada tv’nin yanında duran abajur yere düşer ve mahmut sıçrayarak kâbustan uyanır. burada lamba figürünü aydınlanma ve modernizmle ilişkilendirmek zannediyorum çok zorlama bir ilişkilendirme olmayacaktır. mahmut’un televizyon karşısında geçen yaşantısı, özellikle bu kanalla dünyasına dolan imgeler yığını içerisinde sürmektedir. o, ideallerine ulaşamamış olsa da her modern birey gibi yaşamayı sürdürmektedir. ama televizyon yayını kesildiğinde geriye kalan cızırtı huzursuz edicidir. aydınlandığı ve modern birey olduğu fikrine kendisini inandıran mahmut için bunun aksini kabullenmek daha zor olsa da o içten içe yaşadığı huzursuzluğu aslında hissetmektedir. modernist evren “ekran arkasında gizlenmiş olan bitler, kablolar, çipler ve elektronik akımları evreni”dir. tv’deki görüntü kesildiğinde büyü bozulur, aydınlanma sona erer.

    ailesiyle aynı şehir içinde seyrek telefonlaşmalardan ibaret bir iletişim sürdüren mahmut, evlilik denemesinin ardından kadınlarla–bir tür aşağılama hissi de uyandıran- tepkisizliklerden oluşan cinsel ilişkiler dışında bir ilişki kurmamaktadır. aslında yusuf ve mahmut’un kadınlara yaklaşımı birbirlerine oldukça benzemektedir. yusuf kadınlara uzaktan bakarken ya da zaman zaman onları taciz etmeye varacak denli yakından incelerken (örneğin uzun süre gözle taciz ettikten sonra bacağını tramvayda yanında oturan kadının bacağına dokundurması), mahmut bu ayarsızlığın, uzaklığın ve metalaştırmanın modern versiyonunu benimsemiştir. eski karısıyla yaptığı görüşmeler ve kendini ifade edemeyişi, evli bir kadınla yaşadığı yalnızca cinselliğe dayalı ilişki, onun da karşı cinse olan uzaklığının bir göstergesidir. mahmut’un ilişki yaşadığı kadının filmin başındaki ilk gösteriminde buğulu görülecek kadar uzak çekilmiş olması ya da yusuf’un sürekli gözlediği kapıcı kızını parkta uzaktan izlemesi de bu durumun filme yansıyan örnekleri olarak görülebilir. kadına yaklaşamamayı onu metalaştırma tutumuna dönüştüren bu bakış açısı yusuf’u röntgencilik yapmaya, mahmut’u porno izlemeye yöneltmiştir. yusuf taşradan gelen bireydir, dolayısıyla teknolojiyle ilişkisi zayıftır, dolayısıyla ancak etrafında gördüğü bedenleri izlemektedir, ‘modern’ kentli birey mahmut ise bu röntgenciliği daha güvenli bir ortamda yapabileceği teknolojik donanıma sahiptir. mahmut hem yaşça büyük, hem de yeterince cinsel deneyim yaşamış bir birey olmasına rağmen, yusuf’la bu konuya bakış açılarında bir farklılık gözlemlenmemekte, cinselliği mekanikleştirme ve kadını nesneleştirme biçimleri benzerlik göstermektedir. bu analiz yoluyla, kadının konumunun taşrada da ‘modern’ toplumlarda da görsel farklılıkların ötesinde bir dönüşüm geçiremediği ve eşitsizliğe maruz kalma biçimlerinin yalnızca kentte ya da taşrada olma durumuna göre biçim değiştirdiği yorumu yapılabilir.

    mahmut’un ailesi ile görüşmeleri annesinin sık sık bıraktığı telesekreter mesajları ve filmin geneline de hâkim olan çok kısa ve kesintili diyaloglardan oluşmaktadır. sistemin tüm kapitalist toplumlara dayatmış olduğu gibi, modern birey, yalnız yaşayan, ‘özgür’ bireydir ve aynı semtte yaşıyor olsa dahi ailesinden ayrı yaşaması sık rastlanan bir durumdur. bu noktada mahmut’un tavırları, modernizmin ‘ötekinin hassasiyetine saygı göstermek’, ya da ‘özel hayata saygı’ adı altında dayattığı kopukluk ve izolasyonun bir yansıması gibi görünmektedir. modernizm’de yine zizek amcanın dediği gibi “ötekinin hassasiyetine saygı göstermek, onun mahremiyetini ihlal etmemeye özen göstermek, kolayca ötekinin acısı karşısındaki acımasız bir duyarsızlığa dönüşebilir.". diğer modernizm ilkeleri ile birlikte bu tutumu da benimseyen mahmut, annesine bile son derece mesafeli yaklaşmaktadır. yusuf ise daha köyden geldiği gün ailesini arayıp vardığını haber verir ve annesinin diş ağrısının geçip geçmediğini sorar. buna karşın mahmut, annesinin çok ciddi bir ameliyat geçirdiğini öğrendiği telesekreter mesajına bile gözle görülür bir tepki vermez ve kayıtsız bir şekilde hastaneye giderek, zorunlu bir görevi tamamlar bir halde annesine refakatçilik eder. bu kayıtsız tutumu ablası tarafından açıkça eleştirilmekte, mahmut annesine ve yeğenine olan ilgisizliğinden dolayı ablası tarafından dışlanmaktadır. mahmut’un kendi evinde yusuf’a yaşattığına benzer şekilde, annelerinin evinde ablası da mahmut’u dışlamakta, onu salonda tv izlerken yalnız bırakıp kapısını kapatmaktadır. mahmut’sa bu harekete karşılık kayıtsız kalmayı ve fashion tv benzeri bir kanalda sergilenen kadın bedenlerini izlemeyi sürdürür. aynı dakikalarda yusuf da mahmut’un evinde, yokluğundan istifade onun koltuğuna yerleşmiş, aynı kanalı izlemektedir.
    kısacası mahmut’un yaşantısında kendisinden başkasına yer yoktur ve bu karakter sunumuyla, yusuf’un ziyaretinin uygunsuzluğu seyirciye kolayca hissettirilmektedir. bir fotoğrafın içindeymişçesine dünyadan ve ilişkilerden kopuk bir görünüm sergileyen kentli birey mahmut’un fotoğrafçı olması da manidardır. bundan daha da dikkat çekici olan ise idealleri olan ve geçmişte ideallerine ulaşmak için çok çaba sarf eden mahmut’un umutsuz halidir. yusuf’u da götürdüğü arkadaş buluşmasında sarf ettiği sözler, mahmut’un türkiye’de 1980 itibariyle gücünü kaybetmeye başlayan ve ideallerinden uzaklaştırılan modern bireyini örneklemektedir. mahmut arkadaşlarına “sinema öldü” derken, masadan bir arkadaşı ona karşı çıkar ve “ölümünü erkenden ilan ettin” der. tabi bu sırada masada oturan ve mahmut tarafından arkadaşlarına “uzaktan bir misafir” olarak tanıtılan yusuf’un konuşmalara ne denli uzak kaldığı da görülmektedir.
    mahmut perdede sık sık, bir zamanlar onun gibi filmler yapma hayalini kurduğu tarkovski’yi izlerken görülür ve sanki bunu yaparken yusuf’un ondan ne kadar uzak olduğunu ispatlamaya çalışır gibidir. ancak yusuf’la arasındaki farkları ortaya koyan bu tür elit tercihleri, mahmut’un yusuf’un odadan çıkmasıyla birlikte açtığı porno video ile yok olur. her zaman olduğu gibi ötekiyle ilişkide benzerlikler azaltılıp, farklılıklar abartılmaktadır işte.. tıpkı bu söylemde olduğu gibi mahmut’un çabası yusuf’la olan farkını görünür kılmak ve benzer noktaları yokmuş gibi davranmaktır. ev içerisinde durmadan kapıları kapatması ve yusuf’tan da sürekli bunu istemesi de bunun bir işareti gibidir. mahmut yusuf’tan, kendisinden, varoluşundan, geçmişinden uzak kalmak istemektedir. büyük gayretlerle gelmiş olduğu noktanın; taşradan yola çıktığı halini temsil eden yusuf’a benzemesi onun başarısızlığını, modernleşme çabasının anlamsızlığını ve boşa geçirilmiş seneleri ifade edecektir ve bu sebeple onla olan farkını sürekli ortaya koymak istemektedir belki de.
    aslında mahmut’un kendisini uzak hissettiği tek kişi taşradan gelen yusuf değildir. o kendisini eski eşine de, arkadaşlarına da (ki yakın bir arkadaşı olmadığı görülmektedir), ailesine de, kısacası çevresindeki herkese karşı yabancı hissetmektedir. yılgınlığı ve tepkisizliği, hayatını çoktan durdurmuş ve yalnızca zamanını tüketmeye çalışan birey görünümünü vermektedir. yaşantısı onu öylesine yabancılaştırmıştır ki artık kendisini çok mutlu eden fotoğrafçılık mesleğini bile hevesle yapmamaktadır. bir gün yusuf’u da yanına yardımcı alarak çekim yapmaya gittikleri bir köyde mahmut, manzarayı çok beğenir ve yine kendisini taşradan uzak tutan bir söylemle “tam fotoğraflık” olarak tanımlar. yusuf hevesle hadi kuralım o zaman makineyi derken, mahmut üşenir ve çekim yapmaktan vazgeçer. bu sahnede mahmut’un yaşadığı isteksizlikte, onun artık hobilerinden dahi zevk alamayacak kadar isteksiz bir noktaya sürüklendiğini görürüz. izleyiciye, modern toplumda bireyin kendinden ne derece uzaklaşabileceğini gösteren bu karakter, tipik bir orta sınıf modern bireyi görünümü vermektedir. yusuf’un iş bulamamasıyla ilgili yaptıkları bir tartışmada mahmut’un ondan çalıştığı seramik fabrikasında herhangi bir iş bulması için yardım isteyen yusuf’a çıkışması da bunu örnekler. mahmut, çalıştığı fabrikanın kapanmasıyla işsiz kalan ve ne iş olursa olsun yapacağını söyleyen yusuf’u, bir beceri edinmeye çalışmadan, işin kolayına kaçmakla suçlar. kentli bireyin ve sistemin ne derece acımasız olduğunu da şu sözlerle örnekler.

    “bi bok anladığın yok, cart curt konuşuyosun. sen kolay mı zannediyorsun. bak ben onlara on senedir iş yapıyorum. şu balkona yirmi metrekare seramik lazım oldu, onda bile üç kuruş indirim yaptıramadım. her şeyi hazır bulmaya çalışma. ben bu işlere başladığımda kimse yardım etmedi bana. her şeyi tırnaklarımla kazandım. ama kötü mü oldu, belki de daha iyi oldu.”

    mahmut’un son cümlesi, onun her şeyi ne kadar zor elde ettiğini, kimsenin ona yardım etmediğini ifade eder. ona kimse yardım etmemiştir, o örselenmiş ancak ‘başarmıştır’ ve bu belki de ‘iyi’, hatta ‘daha iyi’ olmuştur. bu konuşmada mahmut’un ‘iyi oldu’ diyerek kastettiği şeyin tam olarak ne olduğu ilk başta anlaşılmasa da, izleyiciye mahmut’un neo-liberal sistemin bireylere dayattığı ideallerle örtüşen her şeye sahip olduğunu hatırlatır. mahmut, filmin en acınası karakteriyken ve sahip olduğu şeylere rağmen hayattan işsiz, taşralı ve perişan yusuf kadar bile zevk alamazken, sistem onu başaran, yusuf’u ise başaramayan ve başarmak için kolaya kaçan olarak tanımlar. oysa yusuf en azından sokağa çıkabilmekte, ‘fakir’ mekânlarda da olsa (köhne kahvehaneler, iş aradığı tersaneler, dolaştığı sokaklar, yol parası olmadığı için yürümek zorunda kaldığı yollar) insanlarla diyalog kurabilmekte ve hepsinden de önemlisi hala gülümseyebilmektedir. taşıdığı naiflik ve hoşgörü ona çocuksu bir görünüm verir. ancak içine girmeye çalıştığı modern dünyada çocukluğa yer yoktur. yusuf bir türlü yeterince içerisinde olamaz düzenin. oysa mahmut, yusuf’un içine giremediği o düzene hapsolmuş gibidir.
    yusuf’la mahmut’un kavga ettiği bir sırada yusuf’un yeğenine aldığı oyuncakla oynamaya başlaması ve masum gülüşü sanki modernleşme çabasının bireylere unutturduğu o saflığın ve çocukluğun geri dönüşü gibidir. yusuf’un, mahmut’un bağırıp çağırmalarına karışan kahkahaları, izleyiciye deleuze’ün simgesele dönüşle yok olduğuna inandığı samimiyet duygusunu hatırlatır. bu imgesel görünüm, yusuf’un modernleşmenin birey üzerindeki olumsuz etkilerinden uzak yaşamının bir sonucu olarak yorumlanabilir.. oysa mahmut için karşısındaki bu içtenlik, artık geri dönemeyeceği kadar uzakta kalmıştır. o simgesele geçişi sembolize eden her toplumsal olguyu benimsemiş, bu kültürel kalıplar içerisinde taşlaşmış gibidir. yusuf, mahmutun hazırladığı tuzağa yakalanan farenin sesini duyduğunda onun için üzülürken, mahmut sadece ondan kurtulduğu için rahatlamıştır. mahmut farenin sabaha kadar acı çekerek kapanda kalmasını umursamazken, yusuf hayvanın onca saat acı çekmesine dayanamaz. modernleşme olgusunun duyarlılık ekseninde sergilendiği bu tutum izleyiciye, modern dünyada insandan büyük ölçüde koparılan duyarlılık ve içtenliği hatırlatmaktadır.

    filmin sonunda, ev içerisindeki huzursuzluk kat be kat artar ve yükselen tansiyon bir gün mahmut’un bir türlü bulamadığı köstekli saatini yusuf’a sormasıyla tavan yapar. yusuf çaresizlik içerisinde saati hiç görmediğini anlatmaya çalışırken mahmut’un tepkisizliği ona suçlandığını hissettirir. mahmut bu arayışı sırasında içine baktığı kolilerden birinde saati görür, o sırada yusuf hala masumiyetini ifade etmeye çalışmaktadır. mahmut saati görmezden gelir ve yusuf’un suçlandığını hissetmekten doğan huzursuzluğundan kurtulmasına engel olur. mahmut, modern bireyin içtenlikten uzak, resmi tutumunu yineleyerek yine hiçbir şey olmamış gibi davranarak, hareket ve imalarıyla “saatimi sen çaldın” derken, sözleriyle “olsun, önemli değil” demeyi sürdürür. odasına girdiğinde çantasının da karıştırılmış olduğunu gören yusuf ise bu tavra dayanamaz ve kısa bir süre içinde evi terk eder. böylece mahmut’un hayatından fiziksel olarak da uzaklaşır.

    bauman şöyle demiş; “modernlik, hep daha çok istediğinden değil, hiçbir zaman yeterince şeye sahip olamadığından, hep daha hırslı ve maceracı olduğundan değil, maceraları hep acı olduğu ve özlemleri hep boşa çıktığı için saplantılı bir ilerleyişe dönüşür”. bireyin zaman içerisinde algılamaya başladığı bu herhangi bir yere varamayan yolculuk, ona nedensiz gibi görünen iç huzursuzlukları armağan eder. her şeyin olması gerektiği gibi olduğu inancına rağmen içini yiyip duran sıkıntıyı açıklamanın bir başka yolunu bulamaz çünkü. düzenine sahip çıkar ve hissettikleri için herhangi bir şey yapma gereği duymaz, ya da daha fazla şey istemeye, daha yeni maceralara atılmaya ama bunları hiçbir şekilde içinde yaşadığı düzenden çıkmadan yapmaya çalışmayı sürdürür.

    zaten nuri bilge ceylan da, ‘uzak’ ve önceki çalışmalarında yapmaya çalıştığı şeyin bir modernizm eleştirisi olarak yorumlanabileceğini şu sözlerle ifade etmiştir:

    "modern hayat bireyi geleneklerine, dolayısıyla geçmişine olan bağlılıklarından tecrit etmeye çalışıyor. böylece bireyin yeni olan ile daha kolay ilişkiye girmesini hedefliyor. böyle konulara yöneliyor oluşum belki de bir türlü organik bir bağ kuramadığıma inandığım modern yaşantının değerlerine karşı bir direnme, geçmişime, geleneklerime ve sevdiklerime sahip çıkmaya çalışma olarak da nitelendirilebilir."

    bizler modern toplumda düzeni sürdürme gayreti ile yaşamlarımızı ve arzularımızı çoğu kez erteleyerek, iletişim imkânlarının bolluğuna rağmen yakınlarımızla yeterince iletişim kurmayarak ve modern birey olmanın her türlü gereğini cansiperane bir şekilde karşılamaya çalışırken, ansızın “olumsal bir karşılaşma, kendimizi aldatışımızı paramparça eden bastırılmış travmayı gün ışığına çıkarır.” mahmut’un, yusuf’un ziyaretiyle yaşadığı huzursuzluk ve gördüğü kâbuslar, bu parçalanmanın yansımalarıdır. bu duygular “bize, projeyi gerçekleştirmeyi başaramamamıza, sadece talihsiz koşulların neden olduğunu söyleyen yanılsamanın karşısında, o aptalca olumsal hareketi yapmasaydık her şeyin güzel kalacağını, evrenimizin paramparça olmayıp, sapasağlam ayakta duracağını söyleyen” yanılsamayı silip atan bu temas, mahmut’un gerekçelendirdiği acıklı rutinini bozmuş, onu gerçeğin çölünde tek başına bırakmıştır.yusuf çekip giderken, geride bıraktığı samsun paketini alan mahmut, daha birkaç gün önce “o içilir mi lan” diyerek yusuf’u aşağıladığını belki de hatırlamadan, deniz kenarında bir banka oturur ve sigarasını yakar. yanılsamaları ve kâbuslarıyla yeniden baş başadır. yusuf’tan da, geçmişinden de, kendisinden de yeterince uzaktır yeniden.

    kapitalist sistemin idealize ettiği modern toplum, bireylerin üzerindeki pasifleştirici etkisi ortaya çıktığında bile, sebep olduğu anlamsızlık duygusunu giderecek çözümler üretir. bireylerden çaldığı içtenlik, dayanışma ve güven duygusunun yerine ürettiği alternatif çözümleri, onlara satarak kazancına kazanç katmayı da sürdürür. yazık ki insan ömrü, kapitalist sistemin sunduğu bu sıkıntı giderme alternatiflerinin tek tek denenerek tükenmesine yetecek kadar uzun değildir. bireylerin yaşadıkları anlamsız iç sıkıntılarını, kendilerini özgür ya da güvende hissetmek adına içine girdikleri kafesleri fark etmeleri ve daha bütüncül bir bakış açısıyla yaşam ve değerlerini sorgulamaları, onları belki de başka bir dünyanın mümkün olduğuna yeniden inandırabilir.bilemiyom..


    (disibalporsugu - 6 Mart 2014 16:48)

  • comment image

    birbirine uzak iki hayat...

    filmden çoğu sahne zihnime öyle kazınmış ki, onca zaman sonra bile daha dün izlemişim gibi,..

    yusuf'un kapıda kaldığı an hissettikleri.
    kapıda kalan yusuf'un komşu kızına cool görünme çabaları.
    mahmut'un yusuf'un ayakkabılarına oda parfümü sıkıp eğretice tutarak kaldırması.
    yusuf'un komşu kızı ile merdivenlerde beklediği sahne.
    yusuf'un tarkovski'den sıkılıp içeri gitmesi, mahmut'un kaçamak porno izleme girişimi.
    mahmut'un yusuf'u ve ilerleyen bölümlerde yusuf'un mahmut'u gizlice dinledikleri sahneler.
    balkonda göz göze gelip konuşmamaları.
    mahmut'un hastane sahnesi.
    yusuf'un tramvay'daki kızı dikizlerken yakalandığı sahne.
    yusuf'un oyuncak askerle oynaması.
    mahmut'un saati bulduğu halde, bulduğunu söyleyememesi.
    mahmut'un telefonda belki de hayatının en önemli konuşmasını yaparken, yusuf dinlediği için konuşamaması.
    yusuf'un kağıda yapışan fareye bakışı.. çöpe atmadan önce onu duvara çarpışı.
    ve mahmut'un bankta otururken yaktığı samsun.


    (melankomik - 14 Haziran 2014 22:01)

  • comment image

    --- spoiler ---

    modern, bencil ve yalnızlığa mahkum olmuş/kalmış kent soylu insanın trajedisini anlatan nuri bilge ceylan filmi.

    işin tuhafı (ve belki acısı) bu filmi izlerken daha çok kendimi mahmut'un tarafında gördüm. onunla özdeşim kurdum. yusuf'un belki ve aslında tüy kadar hafif ağırlıkta olması gereken zamansız ve gittikçe uzayan zorunlu misafirliği, beni mahmut adına rahatsız olmaya itti. ayakkabıları koktu, ben daraldım. mahmut'un porno gecesini baltaladı, "siktir git artık" dedim. evde sigara içmeye başladı, banyoyu kirli bıraktı. hele en son mahmut'un azarlarına rağmen, gecenin bir yarısı yerde sürünen ve ateş eden oyuncağı çalıştırması, üstüne üstlük de sırıtıp gülmesi, beni deli etti. mahmut'la beraber ben de rahatsız oldum. ama yusuf gördüğü duvar gibi soğuk insan yüzünden sonra, bir de hırsızlıkla itham edilince bu artık herkesi sıkan misafirliğe son verdi ve mahmut'un evini terketti.

    sonunda önce farecik, sonra sevdiğini sandığı bütün kadınlar, sonra da yusuf, mahmut'u terkedince ve mahmut kendi sarayının biricik soytarısı olarak kalakalınca, yusuf'tan emanet sigarayı alıp beton gibi soğuk bir istanbul'a karşı tüttürmeye başladı uzun samsun'un dumanını.

    bize kalan da; balkonda sigarayı arka arkaya yakıp; yalnızlığımıza, bencilliğimize, katılığımıza, acımasızlığımıza, merhametsizliğimize, vurdumduymazlığımıza, krallığımıza, soytarılığımıza, bilgeliğimize, deliliğimize, azizliğimize, düzenbazlığımıza, yalancılığımıza, kapıyı üzerine örttüklerimize, dışarıda bıraktıklarımıza, dönüp bakmadıklarımıza, unuttuklarımıza, umursamadıklarımıza, hülasa katmerli zalimliğimize saygı duruşunda bulunmak oldu.

    ---
    spoiler ---


    (ankaragucume gidiyor boyle yasamak - 23 Haziran 2014 15:45)

  • comment image

    çok enteresan şekilde bir tek ben mi filmin konusunu nuri bilge ceylan'ın hayatıyla bağdaştırdım diye düşünmeme sebep olmuştur.

    filmi izlerken mahmut'un * her sahnesinde nuri bilge ceylan'ı gördüğüm için çok fazla filmin vermeye çalıştığı alt mesajlara odaklanamadım. evet genel olarak yalnızlık ve insanlara uzak durmayı konu alan bir film. ama ciddi ciddi bu film nuri bilge ceylan'ın hayatının bir kesitini yansıtmaktadır. mahmut karakterinin tipi, konuşma şekli, karakteri ve davranışları birebir nuri bilge ceylan'a benzemektedir.

    altın palmiye'nin basın toplantısında da nuri bilge ceylan'ın söylediği, başarısının sırrının yalnızlık olduğuydu. yani nuri bilge ben çok yalnız kaldım, çok düşündüm gibi şeyler söylüyordu. bu filmdeki ana karaktere baktığımız zaman da iyi bir fotoğrafçı, okumayı seven, çok geniş bir kütüphanesi olan ve yalnız başına yaşayan birini görüyoruz. nuri bilge ceylan olduğunun en bariz kanıtı ise arkadaşlarıyla oturup muhabbet ettikleri sahnede arkadaşlarından birinin mahmut'a ''hani tarkovski gibi filmler yapacaktın'' demesiydi. çok iyi biliyoruz ki nuri bilge ceylan'ın en sevdiği filmler listesinde tarkovski'nin eserleri ilk sırada yer alıyor, nuri bilge'nin çektiği filmlere baktığımız zaman da tarkovski'den esinlendiği çok aşikar. *

    hele film bitince, ebru'ya yazdı ya ekranda. aha dedim bütün tahminlerim tuttu. ebru nuri bilge ceylan'ın eşi ve tahmin ediyorum ki nuri bilge ceylan, ebru ceylan ile tanışmadan önceki yaşamının bir bölümün ekrana yansıttı. böylece ebru ceylan'dan önce nasıl yalnız ve insanlara uzak olduğu göstermeye çalıştı. ben tipik bir ekşici olarak nerelere mesaj çaktığını, göndermede bulunduğunu böyle yorumladım açıkçası. *

    edit: hatta filmin çekildiği ev nuri bilge'nin kendi eviymiş *


    (cursedjuly - 21 Aralık 2014 00:56)

  • comment image

    filmin en önemli özelligi "hiçbirsey olmamasi"dir.. köyden gelen gencin kariya kiza yazip yazip hiçbirisinden yüz bulamamasi, mahmut abinin hala asik oldugu eski karisinin yeni kocasiyla "uzak"lara gidisi, karakterlerin filmin sonunda hiçbirsey kazanamadan filmin basindaki gibi çük gibi kalisi...

    filmin yavas islemesi, karakterlerin olaganüstü seylerle karsilasmamasi... hayat böyle iste demistir yönetmen, güzel de demis, gözlerinden öperiz.. saçmasapan hollywood filmlerinin eline vermistir.

    filmin bir kaç yerinde oyunculukta siçma var ama sonradan düzeliyor.. hele mahmut ve annesinin hastane koridorunda yürüyüsü, kadinin konusmalarindaki dogallik enfes.. sanki filmde olduklarindan habersizler, yürüyorlar...

    ayriyeten, gerçekten her kare sanki usta isi bir fotograf karesi...


    (unknown artist - 14 Nisan 2005 17:18)

  • comment image

    gundelik hayatimiz ne kadar sıkıcı ise o kadar sıkıcı olan film. bence film tam da bunu soylemeye calisiyor zaten, butun o duraganligi, hareketsizligi, hicbirsey olmuyor hissi, uzun, tekduze sekanslari ve sessizligi ile.

    sehirli olan mahmut'un kimseye tahammul edememesi, akraba, anne-baba herkesle iliskisinin ona fazla gelmesi ve uzak akrabasi yusuf ile cekilmeyen sifonlar, kapatilmayan isiklar uzerinden kurdugu ikitidar iliskisinde insani rahatsiz eden sey butun bunlarin cok gercek, hepimize cok yakin, hepimizin gundelik hayatina sirayet etmis seyler olmasi. ve bu sevimsiz, soguk takintilari, yalnizligi, hicbiryere sigdiramadigimiz egolarimizi gozumuze sokmasi. huzunlu ve guzel bir film uzak.


    (selviboylumalyazmalim - 2 Ekim 2005 21:28)

Yorum Kaynak Link : uzak