Oyuncular
  • "arapça: sırat ~ eski yunanca: strata kşz: latince: strata ~ italyanca: strada ~ almanca: strasse ~ ingilizce: street"




Facebook Yorumları
  • comment image

    costa-gavras'ın missing ile beraber altın palmiye ödülünü alan, türk sinemasının mihenk taşlarından, yurt dışında bir çok kişi tarafından türk sineması adına neredeyse bilinen tek filmdir yol. yılmaz güney'in hapishaneden yönettiği, şerif gören'in büyük emekler verdiği bir türkiye portresidir.

    --- spoiler ---

    darbe olmuş asker tüm ülkeyi kontrolüne almıştır. insanlar sürekli aranmaktadır. ve bir mahkum izni sırasında sevgilisini görmeye giderken kimliğini kaybedip göz altına alınır. bir haftam var der, izinim biter durumumu cezaevine sorana kadar. kimse dinlemez.

    bir başka yerde küçük bir çocuk namus davasına kocasıyla kaçan kardeşini ve kocayı vurur. bir başka yerde karısını öldüremeyen seyit ali onu dağlarda dondurmaya karar verir. bunu bile yapamaz, yaşatmak için karısını, karların arasında uyuya kalmasın diye kırbaçlar, oğluna kırbaçlatır.

    bir adam ölü kardeşinin ölüsünü alamaz askerlerden. korkar. ve töre kardeşinin karısını onun karısı yaparken o beğendiği kıza sadece bakar.

    ---
    spoiler ---

    bunlar sadece yolun anlattıklarıdır. bir de bu hikayelerin arasına sıkışmış insan portleri vardır ki, daha çocuk yaşta sigara içen çocuklar, namus bekçiliğine soyunmuş insanlar, aramalar, kurşunlar, açlıklar, feodal acımasızlıklar, aşklar...

    baştan aşağı bu toprakta doğan büyük bir yönetmenin bu topraklara yazdığı destandır. büyük şairimiz nazım hikmet'in memleketimden insan manzaralari neyse türk şiiri ve edebiyatı için yol da türk sinemasında ona karşılık gelir.

    ve böyle cesur böyle büyük bir yönetmenin değerini bilemeyen bizler yıllar sonra izleyip acıyla bakarız kaybettiklerimize.

    oyunculukları ise olabildiğine yalın olabildiğine gerçektir. seslendirmelerin bazıları benim kulağımı bir nebze rahatsız etse de böyle bir filmde bunu göz ardı etmek olabildiğine kolay benim için.


    (tanya - 29 Nisan 2007 22:36)

  • comment image

    cannes film festivalinde takım elbisesi ve papyonu olmayan yüzlerce yılmaz güney hayranı kürt ve türkün birlikte izlediği film. festival düzenleyicileri bu insanları içeri almadıklarında filmin isviçreli yapımcısı donat keusch, görevlileri filmin makarasını alıp götürmekle tehdit etmiş, festivalde rezillik çıkarmamak adına görevliler kabul etmiş, zaten gösterimi çok dolu olmayan filme insanlar akın etmiş. film bittiğinde ise 15 dakika aralıksız alkışlar... bu 2. dünya ülkesinden çıkan ağıttan jüri üyeleri başta güçlü kadınlar olmak üzere, sidney lumet, gabriel garcia marquez epey etkilenmiş olacak ki büyük ödül costa-gavras'ın missing'i ile yol'a gitmiş.

    esasında film 12 karakter olarak tasarlanmıştır. bertolucci'nin 1900'ü gibi 5 saatlik bir filmle, tüm türkiye'nin portresi çizilmeyi düşünülmüş fakat hem teknik imkanlar hem de böyle bir öykünün anlatımının ne derece zor olacağı göz önüne alınarak ana karakter sayısı önce 10 sonrasında 6 karaktere kadar düşürülmüştür. yaklaşık 2 saat 15 dakika olarak yapılan ilk kurguyla cannes'a başvurulduğunda, filmin en çok 1 saat 50 dakika olması gerektiği öğrenilmiş ve öyküsü adana'da geçen, mafyatik ilişkilerin başındaki burjuva simgesi, sarhoş mahkum senaryodan çıkarılmıştır. filmin yaklaşık 6.5 saatten oluşan tüm sahneleri 25 yıl sonra filmin kurgucusu tarafından ülkemize getirilmiş, gezici film festivali'nde bazıları oynatılmıştır.

    --- spoiler ---

    filme yaş sınırı getirilmesin (zaten her türlü sansürü yemiş, bir de bu eksik kalsın demişler sanırım) diye dahil edilmeyen sahneler arasında seyit ali'nin karda atıyla yol alışı yaklaşık 15 dakika olarak anlatılıyor. at uyuyakalıp donmasın diye seyit ali sürekli kırbaçlıyor ve kemeriyle dövüyor hayvanı. mücadelenin sonunda filmde de olduğu gibi at bayılıyor, seyit ali daha fazla acı çekmesin diye atı vuruyor. bu arada tarık akan'la at arasında önemli bir dostluk geliştiğinden, tarık akan atı vuramamış, onun yerine kıyafetlerini giyen yılmaz güney'in kuzeni tetiği çekmiş. filmde olmayan sahne ise soğuktan elleri donan seyit ali'nin bıçağını çıkarıp, atı karnından ikiye yarıp, ellerini içine sokarak ısınmaya çalıştığı an. böyle söyleyince şok etkisi yaratıyor mu bilmiyorum ama bu sahnenin üstüne salonda bir süreliğine kimse kıpırdayamadı.

    ---
    spoiler ---


    (quantum tarantula - 8 Kasım 2007 22:48)

  • comment image

    bu başyapıtla ilgili en çok tartışılan konulardan birisi de filmde yönetmen şerif gören 'in payının/etkisinin ne olduğudur. bu ilk bakışta tuhaf gelebilir. zira filmin yönetmeninden bahsediyoruz. doğrudur: yılmaz güney gibi kült bir figürden, çok ayrıntılı bir senaryodan ve güney'in gören'le olan görüşmelerden dolayı daha çok senarist yılmaz güney'e ait bir film olarak karşımıza çıkar yol. ama ben, güney'in büyük etkisine rağmen yol'un başarısında şerif gören'in emeğinin inkar edilemeyeceğini düşünenlerdenim. aslında bu girişi şimdi anlatacağım şey için yaptım. atilla dorsay anlatmıştı. yol'u izlediğinde hem yazılarında hem daha sonraki konuşmalarında filmin bir yılmaz güney filmi olduğunu vurgulamış dorsay. bir gün yine bir yerde yol'un yılmaz güney filmi olduğundan bahsetmiş... sonra evine gitmiş. telefonu çalmış. biraz ertuğrul özkök yazıları gibi olacak ama, evet, telefonu çalmış ve arayan şerif gören'miş. ona aynen şöyle demiş:

    "seni öldüreceğim!"

    ardından da telefonu kapatmış. atilla dorsay, o an çok korktuğunu ve bunun hayatı boyunca bir film eleştirisi yüzünden başına gelen en korkutucu/en gergin/en can sıkıcı olay olduğunu söylüyor.


    (gofret beyin - 3 Şubat 2008 14:44)

  • comment image

    filmin etkileyici olmasının sebebi, hangi devirde izlerseniz izleyin, bu ülkede, filmde anlatılanlar ile her gün karşılabileceğiniz gerçeğidir. filmin arka planında gelişienler ise hiç bir zaman değişmemiştir.


    (altinci nesil caylak - 24 Nisan 2009 13:25)

  • comment image

    kafama çarpacak kadar yakın tüm alçak tavanlar ve barınma ihtiyacımı karşılayan tüm evler şahidim olsun ki; ben sadece yolun üzerinde ilerlerken kendimi güvende hissediyorum. durduğu zaman devrilen bisiklet gibiyim; ayaklarımın hareket etmediği her gün kendi üzerime çöküyorum. umutsuzluğum ve karamsarlığım kronik değil, sadece duvarların arasındayken başıma geliyor. duvarların birbirine yaklaştığını ve arada ezileceğimi düşünüyorum ama sonu fobi ile biten hiçbir derneğin üyesi değilim.

    sadece ağaçlarla kaplı dağları ve yağmurdan sonra açan güneşi görmek bile mutlu ediyor. insanlar "iş yapalım, değer üretelim" sikkoluğuna girmeden önce var olan denizi ve ormanları sadece yıllık izinlerde görmek, milyonlarca yıldır evrilen aptallığımızın da en büyük göstergesi. göz göre göre kendimizi hapsettik; işinden nefret eden milyonlar senede iki hafta olan kontörlü özgürlüklerini, geri kalan 50 hafta iple çekiyor. daralıyorum, daralıyorsun, daralıyor.

    ilerleyecek gücüm varken buraya çakmışlar, yatağa çakılıyken de serbest bırakacaklar. doktorların peşinden, belimde sıcak su torbası ve çökmüş bir suratla koşacağım. biraz daha yaşamak için yalvaracağım önüme gelene.

    işte daraldığım zamanlar aklıma bunlar geliyorken, ova boyunca uzanan yolların ortasında arabadan inip yavaşa yürürken dünyanın en huzurlu insanı oluyorum. yolun üzerinden çıkan dumana bakıyor ve camlara çarpan yağmur damlalarını silen sileceklerin ritmini bile izliyorum uzun süre.

    yazdığım tüm yazılarda aynı konunun olması ve bulantım, istediğim şeyler olana kadar, kendimi isyan çıkarmaya ikna edene kadar devam edecek. kendi devrimimi kendim için yapacağım. "denedim olmadı, ben de böyle sikko bir adam oldum" demek istemiyorum 10 sene sonra. çalışıyormuş gibi entry girmek, yaşıyormuş gibi günlere tanık olmak ve kendi hayatımda bile yancı rolünü bıkmadan usanmadan devam ettirmek de bir yere kadar. o son noktaya geliyorum, bu çok açık. yıllık izinlerle, haftanın tek günü dravdan tatillerle dinecek gibi değil öfkem. ben dünyaya değer katmaya ya da misyon yüklenmeye gelmedim. öldükten sonra hatırlanmak ve ideoloji oluşturmak da umrumda değil. ansiklopedilerde bir paragraflık yer tutmak da ölmeden önce yapmak istediğim yüz şeyden birisi değil.

    sadece bira içip, akşama kadar kitap okuyabileceğim bir hayat için kimi becermem gerekiyor *?

    oysa yol iyidir, saniyede bir değişir. dünyanın en hızlı güncellenen sitesidir. bitmez, daraltmaz ve uğultu yapmaz. küçük patikalara da bölünür, ana arterlerle de birleşir. kendini yola verdikten sonra, gerisi gelir.

    http://img38.imageshack.us/…mg38/6978/ontheroad.jpg

    http://img38.imageshack.us/…mg38/537/ontheroad2.jpg

    http://img38.imageshack.us/…g38/5357/ontheroad3.jpg


    (mies - 29 Mayıs 2009 17:05)

  • comment image

    yilmaz guney is acmis basina. 76'da girdigi mapushanede duramiyor, once suru ardindan yol`'u yaziyor. kalkmis agir bir tasin altina elini koymus. bitirecek ya kiminle bitirsin? erden kiral olmadi. saglam govde istiyor; guney mahkum, dalindan tutacak. o zamana kadar 16 film cekmis olan serif goren'e teslim ediliyor senaryo. soyleydi boyleydi derken, sayfalarca yazilabilecek aniya sahip ekip ile nihayetinde cekimler tamamlaniyor.
    1981; yilmaz guney firarda. fransa'ya gidiyor. filmin kurgusu orada yeniden yapilacak. kendi filmi olsun istiyor belli ki.

    --- spoiler ---
    hapishane avlusunda başlıyor film. kader mahkumu mu dersiniz ya da suclu mu ne derseniz diyin; 5 adamin izinde ciktigi hikayeye geciyor. izin kagitlari elde. daha cikar cikmaz kimisi sorun yasiyor. cetin yillar, "askeriye varken bekciyi kim takar?" turkiye'si olmus, uniforma var diye bekciden korkma yillari gecmis. 5 adam da farkli haneye yola cikiyor, yollarda kesisiyor bazen yolculuklari. biri donmeyecek geri, kafaya koymus; yilmaz guney akla geliyor, donmuyor. zaten en kararli, en kuralsiz o cikiyor iclerinde.(!)
    yilmaz guney yapacagini biliyor bilmesine de kafesteki kus, disaridaki ozgur kus metaforu o zamanlar bu kadar klasiklesmemis mi sinemada? cuk oturmus gerci, kisa kesmis kuscunun hikayesini.
    uc tane daha anti kahraman var filmde. biri karisinin kardesinin olumune korkusuyla sebep olmus durustlugu ile kaybetme korkusu arasinda sikismis, digerinin karisi herif mapushanedeyken "yoldan cikinca" tore olum kararini vermis, oteki de kendi halinde hayatina devam eden varos model.
    bu besi bir yerde, turlu turlu badireler atlatiyor, yasayan yasiyor, kacan kaciyor.
    turkiye'de yasayip bu filmi seyredeceksiniz ve etkilenmeyeceksiniz? bu cok guc. ama film o kadar kutsallastiriliyor ki hicbir eksigi, hatasi elestirilemiyor. hakkinda olumsuz tek kelime edecek olsaniz "ya birak, daha cesur ornegi var mi turkiye'de?" diye karsiniza dikilecekler.
    ornegin; filmin basinda mahkumlardan birinin disi catlamis oluyordu, agriyordu. dislerin hasati cikmis. ilerleyen dakikalarda seyit ali karakterinde de ayni sorunu goruyoruz. dislere yaklasiyoruz, gayet onceki adaminki gibi. sonra bu adamin karisini goruyoruz, 8 aydir gun yuzu gormemis, yikanmamis dahi. dislerine bakiyoruz, zine karakterini canlandiran serif sezer'in disleri sahane!
    oyuncularin aksanlarina bakiyoruz; ayni yorenin insani farkli farkli konusuyor. biri diyor "geliyem" oteki "geliyor musun?". zaman zaman birini getirip "hadi sen bu karakteri canlandir." dediklerini hatirliyoruz seyrederken.
    yol, insanlara hakikaten aslinda cok iyi bildikleri ama gormezden geldikleri farkli paradigmalari gosteriyor. adana, konya, gaziantep ve urfa'ya giden yollardan geciriyor. otobuste, el kadar veletlerin canli konserini, koyde elden kucuk bebelerin cigara tutturmesini, kendi hastaligina derman olan insani, insanlarin daga cikisini, devletin postalini gosteriyor. her seyi gostermek istiyor. hal boyle olunca da 114 dakikalik filmde bir ordan bir burdan gosterelim derken bazen hicbir estetigi olmayan kopuk kopuk cekimleri seyretmek zorunda kaliyoruz.
    bunlari gormezden gelmeye luzum yok ki. oyle ya da boyle; kadin ve erkek iliskileri uzerine yobazligin, torelerin, cocugu gudulemenin, vicdanin muhasebesi zaten yapiliyor yol'da. zaman zaman kara çarşaf altında zaman zaman ise bir kerhane odasında kadının durduğu iki uç nokta, bir erkeğin çelişkileri ile yakınlaşıyor. kadinin da her seye ragmen "kadin", cocugun da "cocuk" oldugu vurgulaniyor.
    peki ya insanlari bu kadar gozumuze sokarken ve ayrimciligin insanlari ne durumlara soktugunu gosterirken filmde tur ayrimciligi nasil yapiliyor? sinemaci hirsina kapilan "en gercekci sahneyi ben cektim"ciler bir atin canini nasil boyle keyfi bir sekilde aliyor?
    filme doneyim de ne demek istedigim anlasilsin.
    saniyorum uc sahne seyircilerin ortak hafizasinda yer ediniyor; soguktan donan atin olumu (ki nefret ettigim ve yilmaz guney'den ve serif goren'den nefret ettiren bir sahnedir. film cekimleri sirasinda keske butun ekip donsaydi da at sag kalsaydi.), trende sevisme baskini, jandarmanin catisma sonunda traktorle koye cesetleri getirmesi. esasinda su an dusununce soguktan donmamasi icin kirbacla vurulan kadin, trende anne babasi icin aglayan cocuklar, raki masasinda toplum normlari uzerine ahkam kesen sinir bozucu karakter vs bir suru goruntu geliyor ki aklima. ve kanimca tum bunlarla zamanina ve paralel olarak kosullarina gore baski altinda tamamlanan bir film olarak turk sinemasinda bir eksikligi gidermek icin eskimiyor yol. ati oldurerek boktan hissettiren ekibine ragmen, maalesef.
    ---
    spoiler ---

    --- spoiler ---

    atin oldurulmesini her hatirladigimda insanlardan tiksinerek aniyorum bu filmi.

    ---
    spoiler ---


    (elxa - 16 Kasım 2009 21:33)

  • comment image

    zaman gelip geçer ve biterken, yol sonsuzluk gibi uzanıyor önümde.

    haziran ayından eylül'ü beklemeye başlamıştım; planlarıma göre işten, kiradan, saçma sapan bir sürü faturadan, gereksiz yükümlülüklerden ve çalışmaya çalışırken geçen sahte bir hayattan kurtulacaktım. sonbahara dair güzel fikirlerim vardı ama eylül gelecek gibi gözükmüyordu. eriyen asfaltların üzerinden işe gelirken şafak saymaya başlamıştım ama dakikalar saat gibi geçiyordu. her adımda yaşlanıyordum ve orta yaşlı birisi gibi giriyordum ofise. gençlik beni terk ediyordu istemediğim bir hayatın her saniyesinde.

    zamanı geldi, her şeyi bıraktım ve bir eylül sabahı kalktım antalya'ya geldim. aralık'ta askere gitmeme daha üç ay vardı ve tamamen özgürdüm. okulum yoktu hoca göreyim, işim yoktu patron çekeyim. gelmez dediğim eylül ve onun sıcak günleri hızla azaldı, gözümü açtığımda ekimdeydim. bir kahve yaptım kendime ve etrafıma baktım, ekimin ortasında bir gündeydim. zaman da akıyor derken havadaydım ve kayanın tepesinden hızla suya yaklaşıyordum. bunu hakettim ama diye düşünürken, denizin beş metre altında etrafımda su kabarcıkları ve uzakta gümüş gibi parlayan balıklarla birlikte yüzüyordum. bir yolun kenarından sabah akşam yürürken ekimin son günleri yaklaşmıştı ve kadifemsi bir sesten strawberry fields forever dinliyordum. çantamdaki biraları çıkarıp yıldızlara baktığımda ekim bitmişti ve nasıl yaşamam gerektiğini, hayalimdeki hayatın neye benzediğinin siluetini rahatlıkla seçebilmeye başlamıştım. iş hayatı ve mevcut sisteme karşı ettiğim tüm küfürler, beddualar, lanetler tamamen haklıydı. bir şeyi milyonlarca insanın bitmek bilmez bir döngüyle yerine getirmesi onların haklı olduğunu göstermiyormuş. sahte gündemle geçen hayatlar, karamsar haberler, siyasi kavgalar, namus cinayetleri, cehaletle beslenen akıllar, terör ve terörü harlayanlar, kravatlı vekillerin bağırmadan konuşamaması, ay sonu kavramı, bütçe açığı derken mahvolan yaşama deneyimi, bu saydığım şeylerden tamamen bağımsızmış. başka insanların uydurduğu milyon tane kurala boyun eğmeye çalışmak; en yüksek dağa tırmanmaktan daha zor, en uzun yolları yürümekten daha imkansızmış.

    yolda yürürken ve bir yere varmaktan ziyade kafamdaki binlerce yanlışı silip yerine doğruları yüklerken birçok sonuca vardım. sonuçlar önümde güneş gibi parladıkça yaşamaktan da keyif alır oldum. karamsar bir adamdım, sürekli moral bozar ve şikayet ederdim; şimdi ise aynadaki herifle karşılıklı gülümsemeye başladık. bir sayfasında aylarca takılı kaldığım kitaplar hızla azaldı, izlerim diye biriktirdiğim filmler bitti. günbatışlarına ağıt yakardım betonarmelerde, son üç aydır gittim karşısında dikildim güneşin. yavaşça alçalıp battıktan sonra bile orada kaldım, en parlak yıldızı kendime vezir atadım. tüm kainat benim bir parçam oldu, gözlerimi dört açıp her şeyi beynime yazdım. buna 26 yaşımı geride bırakıp 27'nin içinde hızla ilerlediğim günlerde kavuştuğum için, doğru zamanı beklerken biten ömürlerden birisi olmadığım için, her şey için çok geç olmadan tüm gücümle istediklerimi yapabildiğim için mutluyum.

    zaman geldi ve geçti, antalya'nın en güzel mevsimi sonbahar da bitti. bugün kış mevsiminin ilk günü ve uzun bir yola çıkmadan önce yaptığım gibi kocaman kupa kahvemle durum değerlendirmesi yapıyorum. bu gece izmir'e giden otobüste pencere kenarındayım, üzerinde impossible yazan sırt çantamı izmir otogarında emanetçiye bırakıp milyon tane kısaltması olan askerlik şubesine elimde zarf ile gideceğim. görebileceğim en kötü muameleye ve anlamsız saatlerce beklemeye hazırım. küçük egocuklar da buyursun gelsin. eğer yarın akşamüstü çıkmayı başarırsam şubeden, hemen kordona inip yuvarlayacağım biraları. alsancak tarafında içmek için muhteşem yerler var, sardunya da pek güzeldir hani. tuborg gold veren kutsal mekan deep'te "bugün benim doğumgünüm" deyip where is my mind dahi çaldırabilirim.

    eğer yarın izmir'de işlerim biterse ankara'ya doğru giden trenin yine pencere kenarında, belki yemekli vagonunda bir bira bardağıyla yolda olmanın tadını çıkaracağım. trende içmek gözardı edilemeyecek ve kaderine bırakılamayacak kadar mühim bir meseledir. yine bir aralık sabahı erkenden varıp ölümüne üşüdüğüm kente, tam yedi yıl sonra yine günübirlik gidecek olmak şimdiden mutlu ediyor. belki kar bile yağarmış, uğurlu atkım boynumda elim başka bir elin içinde yürürüz ankara'da. adıma ayrılmış bir öpücük varmış ntv söyledi ve en fazla cumaya kadar geçerliymiş bu kampanya. sarhoş makinistler, sonsuz üstgeçitler ve kar lastikleri adına orada olacağım, sadece rızkımın peşindeyim.

    güzel ve soğuk bir ankara günü bitip akşam yaklaşırken de otogara doğru hareketleneceğim. kızılay'dan aşti'ye giden metronun karanlığa bakan penceresinin kenarında ellerim cebimdeyken, seneler öncesinde olduğu gibi bono "when i look at the world"u söyleyecek. saçlarım uzunken gitmiştim en son, şimdi ise asker tıraşlıyım. otogardan güneye giden bir otobüse atladığımda, gökte uçan kuşlar dahi antalya'ya döndüğümü zannedecek ama yanılacaklar.

    yolda olmaya inananlar cemaatinin önde gelen bir temsilcisi olarak o gece adana'ya gideceğim. dört günde dört şehir projemin son etabını dedemle rakı içerek tamamlayacağım. askere gitmeden önce şu hayatta en çok sevdiğim insanlardan birisi olan dedemi karargahında, çocukluğumun güzel anılarına ev sahipliği yapan renkli duvarlı yüksek tavanlı evinde ziyaret edeceğim. nenem sürekli dua mırıldanacak sağ salim döneyim diye. herkesle tek tek vedalaşacağım, herkesle fotoğrafım olacak sonrasında bakmak için. yorgun ama mutlu olarak, günler sonra ilk defa yatakta yatacağım cuma gecesi. ardımda bıraktığım binlerce kilometre tatlı bir uyku verecek bana. sabah kahvaltısında adana kebabı yemeyi de özlemiştim zaten, canım ne isterse anında yerine getireceğim.

    tüm bu basit planlarım yerine gelirse; yani çarşamba izmir'de sınava girip çıkarsam, perşembe ankara'da olup güzel güzel üşürsem ve sarılırsam, cuma günü adana'ya inip dedemlerin evine yürürsem ve nefis bir boğma rakıyla dedemin askerlik anılarını dinlersem, nenemin duaları etrafımı sararsa, haftaya şimdi gibi yolculuk sarhoşluğundan ayılmaya çalışan bir berduş olarak yine bu odada, elimde kahve ile bir şeyler yazıyor olacağım.

    askerlik sonunda geldi çattı. her şey nasıl başladıysa öyle biter, son günlerimde kafamın içinde ending credits çalarken de tezkere sigarası alır dağıtırım. sonuçta istanbul gibi bir yerden sağ salim çıkabildim, 4 sene devlet yurtlarında kaldım, kendisini genelkurmay başkanı sanan patronlarım oldu, oldukça tuhaf yerlerde vakit geçirdim, iki günde bir gelen faturalara bakıp kara kara düşündüm, ısınmayan eve 200 lira doğalgaz faturası geldiğinde oradaydım, sonsuz bir yalnızlıkla her gün içtiğim vahşi dönemlerim de oldu ve işte şimdi de buradayım. bir şekilde hayatta kaldım, en kötü zamanlar bile dünün tatlı anıları oldu. bir şeyleri başarmış olmanın sağladığı güvenle ve kendimi artık daha iyi tanımamın verdiği avantajla, platform oyunu gibi ilerlediğim hayatta yeni bir etaba girmiş bulunuyorum.

    milyon tane adam yapıp geliyorsa, benim de yapmamda bir sakınca yok. 1.55 boyunda 50 kilo adam bile 15 ay yapmış gelmiş, tüfek taşımış. ben bu organizmayla yapamazsam kız vermesinler, arkamdan hayırlı laf etmesinler zaten. belediye başkanı her gün anons etsin ismimi, küçük düşürsün beni ilçeye.

    bu ahval ve şeraitte; soğumuş bir kahvenin son yudumlarından, hemen arkamda duran dağınık bir sırt çantasının gölgesinden, çaprazımda duran askeri zarfın soğukluğundan asker tıraşlı ve sakalsız olarak içtimamı veriyorum. bir süre yollardayım ama entry sayım 1850 olmadığı sürece zinhar teslim olmayacağım. otomatik olarak 2000'e tamamla diye bir seçenek olsa keşke. bir de fotoğraf yükleyeyim, çorba tarifi gibi oldu zaten entry. görüşmek üzere cicikuşlar.

    http://img218.imageshack.us/img218/7177/rzk.jpg

    http://img227.imageshack.us/img227/7272/rzk2.jpg

    http://img194.imageshack.us/img194/9227/rzk3.jpg


    (mies - 1 Aralık 2009 14:17)

  • comment image

    - bu aylık kotanızı doldurdunuz, ancak eylülde yeniden yola çıkabilirsiniz.
    - kardeşim parasıyla değil mi? benim izmir'e gitmem lazım. acil!

    küçük ilçede şubesi bulunan tüm otobüs şirketlerinin kapısına eşgalim asılmıştı ve "günün birinde tekrar yola çıkmak için buraya gelirse, ona sakın bilet satmayın" yazıyordu. bir şubeden çıkıp diğerine girdim, adam ben daha bankoya yanaşmadan kaşlarını yukarıya kaldırdı. sinirlenmeye başlamıştım, benim bu gece izmir'de, yarın ise karaburun'da olmam ve fotoğraf çekmem gerekiyordu. evde yapacak hiçbir şey kalmadığından her öğün isyan çıkarıyordum. tuborg'tan haber beklerken ve bu haber bir türlü gelmek bilmezken o kadar geriliyordum ki, aklımı yola sermek ve gelecek endişelerimi evde bırakmaktan başka hiçbir seçenek cazip gelmiyordu. yoldayken duyduğum huzuru kendi evimde bulamıyordum, kolonlar ve kirişlerden oluşan çerçeve sistem elimi kolumu bağlıyordu. evdeyken, bol şortumun içinde şuurumu kaybediyor ve basit hareketleri bile yapamıyordum. yolda olmadığım takdirde her gün bir parçam ölüyordu.

    - bakın beyefendi, geçen hafta şimdi gibi antakya'daydınız ve ankara'ya gitmek için başka bir evden çıkmıştınız. ondan sonraki gün ankara'daydınız ve antalya'ya gitmek için yine başka bir evden çıkmıştınız. geçen ay izmir'e zaten gittiniz, "hazır gitmişken" huyunuz yüzünden egenin yarısını da aradan çıkarttınız. lütfen artık, içişleri bakanlığı hakkınızda soruşturma başlatmak üzere. bu adamın parası yok, nasıl bu kadar gezebiliyor diye. bizi de bu suça alet etmeyin.

    atmış sene önce birkaç dolarla tüm amerika'yı alt üst eden jack kerouac'ın hayaleti hemen yanımdaydı ve bez bir sırt çantasını ayaklarının dibine koymuştu. ayakkabıları toz içindeydi, kadim dostu dean moriarty de hemen kaldırımın birisine çökmüş eski bir kovboy şarkısı söylüyordu. o kadar güzel gözüküyorlardı ki, yanlış zamanda ve yanlış ülkede doğduğuma bir kez daha üzüldüm. beatnik olamamıştım ve ülkemde yolculuk yapmak gerçekten iyi para istiyordu. her şeyden önemlisi, insanı çalışmak ve bir yerde daralmak zorunda bırakan muhteşem bir sistemimiz olduğundan yolda olmanın bedeli epey büyük oluyordu. yoldayken sigortam yatmıyordu, maaşım olmuyordu, müdürüm yahut şefim de pek gözükmüyordu. yoldayken hangi günün olduğunu pek umursamıyordum, öğlen yemeğimi 12:30-13:30 arasına sıkıştırmak zorunda kalmıyordum, asansörde gördüklerime sahte bir yüzle gülmüyordum.

    yoldayken sadece kendim oluyordum ve bunun için kimseye hesap vermek zorunda değildim. bazen dağlar lacivert gözükürken, yol bembeyaz ilerliyordu; bazen her taraf sarıyken koyu asfalt lacivert bir yılan gibi önümde seriliyordu. kontrastlarla mutlu oluyordum, bir sonraki virajı beklemeyi ve insanların bir ömür boyu yaşadığı yerlerden bir anda geçmeyi seviyordum. fakat bunun bedeli vardı, kıtayı birkaç dolarla geçmek eskilerde kalmıştı. çalışmayan bir adam için yolda olmak biraz pahalıydı ve bu ne yazık ki gezmek ve hayatı ilk elden tanımaktan başka hiçbir amacı olmayan 27 yaşımın en büyük sorunuydu.

    bir yerde daralmadan para kazanmanın yolunu bulduğum an ikinci hayatım başlayacaktı, sigortamın nereye yatacağını bile umursamayacaktım. isterse, likya kentlerinin herhangi birisinde benimle çadırda bile yatabilirdi. yolda olmam lazımdı ve bir an önce bunu hayat tarzı haline getirip kendimi zenginleştirmeliydim. insanlar 17 yaşında tekneyle dünya turuna çıkarken, ben bir şehirden diğerine bile kolayca gidemiyordum. bir şeyleri yanlış yapıyordum ve bu hatanın büyük kısmı bana aitti.

    jack, "tamam sakin ol, bir çaresine bakacağız" dedi. şubeden çıkıp eve geldik, izmir'e gitmem için sağlam bir gerekçe bulmalıydım ve bu bir an önce olmalıydı. iki buçukta bir otobüs vardı, bu gece izmir'de olabilirdim fakat bilet parası için ailemi "tuborg'la iş görüşmesine gittiğime" ikna etmeliydim. tuborg'un da çağıracağı pek yoktu, kimseye daha fazla yalan söylemek istemiyordum.

    yalanlarla gerçek özgürlükler satın alınabiliyordu ama ben sadece susup dünyayı görmek istiyordum. gelişmeleri öğrenmek için tuborg'u aradım, numara kullanımda değildi. almayacaklarsa bile bunu haber verirler diye umut edip öylesine bir sırt çantası hazırladım. dean, dolapta içecek bir şey olup olmadığına bakmak için mutfağa gitmişti, jack ise bir tane balığın kaldığı akvaryuma yem atıyordu.

    yol tüm imkansızlığıma rağmen beni çağırıyordu ve bu gece nerede uyuyacağımı tanrı dahil kimse bilmiyordu.


    (mies - 27 Ağustos 2010 12:01)

  • comment image

    çok başarılı ironilerle dönemin türkiye'sine ayna tutan, tüm gerçekliğiyle o dönemi yansıtan baş yapıt bir dram. sene 2011 ve bu filmi izlerken hala günümüz gerçeklerini yansıttığını görmek filmin dramından daha çok acı verir insana.

    --- spoiler ---
    filmde kadın erkek ilişkilerini ironik bir şekilde anlatan sahnelerden birisi şöyle gelişir;

    e: 5 mahkumdan biri olan erkek kişisi k: onun nişanlandığı kadın kişisi

    e:biliyosun tahliyemden sonra hemen evlenecez. evin erkeği olarak evde benim sözüm geçerli, ben ne dersem o kabul edilecek! mesela ben kara dedim değil mi sen de diyeceksin ki o karadır! erkeklerle konuşmak, şakalaşmak kesinlikle olamaz kızarım, çok kızarıım! kardeşlerin, yakın akrabaların haricinde başkalarının erkekleriyle konuşmak, sohbet etmek yok. ben ne dersem o olacak sözümden çıkmak yok öyle şöyle giyineyim yok. kızarım çok kızarım, hiç sevmem! ne giyeceksin ne yapacaksın ben tayin ederim tamam mı!!
    k:tamam. (aynı zamanda adama hayran hayran bakmaktadır) ne güzel diyosun bunları mapushanede mi ögrendin?

    bir süre sonra aralarında geçen diğer muhabbet erkek kişimiz az önceki muhabbeti unutmuş olmalı.
    e: bi daha kim bilir ne zaman görüşcez.
    k: mektup yaz bana uzun uzuuun yaz. sizin yeni evin adresine yaz, bize yazma babam kızar sonra.
    e: eee eski kafalı adam ne diyeceksin.
    ---
    spoiler ---


    (ben pilatesi ebru sallidan ogrendim - 16 Nisan 2011 01:29)

  • comment image

    yol filmiyle ilgili söylenebilecek o kadar çok şey var ki; yapım sürecini, estetik analizini ve yankılarını hakkını vererek anlatmak sayfalar sürer. ben dilimin döndüğünce özetlemeye çalışayım.

    yılmaz güney cezaevinde bir haftalık izin hakkını kullanan mahpus arkadaşlarının, izin süresince yaşadıklarını dinlemiş uzun uzun, eli kalem tutuna yaşadıklarını yazdırmış, kimilerinden bir masaya oturtup izinde yaşadıklarına dair kendi aralarında sohbet etmelerini istemiş. bir ay gibi kısa bir sürede dokuz defa senaryoyu sil baştan yazmış.

    toplam 12 karakter olarak tasarladığı hikayeyi, “arife ve “bayram adıyla iki film olarak düşünmüş (filmin piyasadaki senaryo kitabında 12 karakterin tamamının hikayesi koyulmuştur, meraklılarının okumasını tavsiye ederim.) yurtdışından cactus filmin ortaklığıyla çekimlere erden kıral yönetiminde başlanmış, ne var ki güney, kendisine ulaştırılan notlar, gösterilen negatifler sonucunda ortaya çıkarılan işten memnun kalmaz. seti durdurup başka bir yönetmen arar ve birkaç isimle görüştükten sonra şerif gören’le anlaşır. ilk düşündüğü isim zeki öktem’dir, ancak öktem, başkasının başladığı işi devam ettirmek istemez. şerif gören’le yılmaz güney, elde kalan bütçe ile senaryoyu mevcut şekliyle tamamlayamayacaklarını anlayınca karakter sayısını yarıya indirip tek bir film yapmaya karar verirler. şerif gören binbir güçlükle çekimlere başlar. bunu çekeceğiz diyerek alakasız senaryolar üzerinden çekim izinlerinin alınması, kimi yerlerde kameranın önüne siyah fon bezi çekerek gizli çekim yapılması, necmettin çobanoğlu’nun çekimler esnasında üzerine bindiği attan düşmesi ve atın çiftesini yedikten sonra kafatasının çatlaması gibi yığınla zorlukların üstesinden gelip çekimleri tamamlarlar. filmin çekim süreci, filmleştirilmesi gereken bir inanç savaşıdır adeta.

    yılmaz güney’in hapisten kaçışına paralel, negatifler yurt dışına çıkarılır. güney montaj masasına geçip filmi bağlar ve cannes film festivali’ne yollar, ancak film o haliyle ön kuruldan geçmez. güney eline makası alıp içine sinmeyen bütün sahneleri, hatta oyunculuğunu beğenmediği bir karakteri olduğu gibi kesip atar ve film bu haliyle (5 karakterin hikayesi), altın palmiye dülünü costa gavras’ın “the missing” filmiyle paylaşır.

    filme gelecek olursak; cezaevinden bir haftalık izne çıkan beş mahkum, önce koca bir cezaevine dönüşmüş olan ülkenin duvarlarına çarparlar, sonra da kendi kafalarının içindeki hapishanenin duvarlarına…

    dantel gibi örülmüş kurgusuyla film, bütün sertliğine rağmen umudun ve değişimin öyküsüdür. seyid’le mehmed’in tren garında karşılaşması gibi detaylar filmin dramatik yapısını koruyup onu başyapıt düzeyine ulaştırır. yazıyı buraya kadar okuma zahmeti gösterenlerin kafasını teknik çözümlemelerle şişirmeyeyim. karakter üzerinden birkaç örnekle hikayenin derinliklerine sızmaya çalışayım.

    ömer (necmettin çobanoğlu):
    kafasında binbir düşünceyle köyüne varır. köyün hemen girişinde bir köpek ömer’i tanır ve ona sırnaşır. güney bu sahnede ömer’in hikayesine başlamadan, aidiyet duygusunu olağanüstü bir yalınlıkta izleyiciye aktarır. ömer ile gülbahar’ın aşkını, üzerine tek kelime konuşturmadan ince bir sızı gibi işler.

    seyid ali (tarık akan):
    zine hapisten çıkmasını bekleyeceğini söyleyerek kocası seyid’e, sadakati üzerine umut vermiştir. kardeşleri hapislerle uğraşmamak için töre bahanesiyle infaz işini seyid’e bırakmışlardır. seyid’in başka türlü davranamayacağı aşikardır ne de olsa. seyid tepeden tırnağa öfkeye, kine batsa da zine’yi kendi eliyle öldüremeyecek kadar aşıktır ona. sevdiği kadından öyle bir kazık yediğini düşünmektedir ki, ölümü bile öfkesini kesmeyecektir. ona dokunmayacağını söyleyerek umutlanmasını sağlar, daha sonra zine’nin umudunu söndürerek ondan intikamını alacaktır. zine’nin donarak öldüğü sahnede yaptığına pişman olan seyidin kamçıları aslında çaresizliğine, törelerine inmektedir.

    memed salih (halil ergün):
    eşine ve onun ailesine yalan söyleyerek içine düştüğü beladan kurtulabilecekken, o doğru söyleyerek ölümü göze alır, çünkü yalan ona eşini ve çocuklarını kazandıracak da olsa, karakterini yok edecektir.

    yusuf (tuncay akça):
    yusuf katil gibi çıktığı fotoğrafına şaşarak bakar. onunla birlikte yolculuk yapanlar, işlediği suçu duyduklarında gülerler, biz de güleriz. işte o komik sahnede yılmaz güney, kan davasının bu topraklarda cinayetin ötesine geçip yenilen yemek, içilen su gibi doğal bir sürece dönüşmüş olduğunu gözümüze sokar.

    filmle ilgili yaz yaz bitmez. hikayenin erkeklerle ilgili olmasına rağmen, kadınların dünyalarına ne denli iyi sızdığına değinemedim bile. bunu bırak, filmde kullanılan kuş kafesi vs gibi objelerin çözümlemesi bile yazdığım kadar tutar.

    filme dair küçük notlar:

    - film 1984 yılında amerika’da en çok izlenen dördündü yabancı film olur.

    - alejandro gonzales inarritu “my first movie: take two: ten celebrated directors talk about their first film” adlı kitapta, yol filmini izledikten sonra yapması gereken işin sinema olmasına karar verdiğini söylemiştir.

    -abbas kiarostami, zeki demirkubuz’la yaptığı bir sohbette: siz bizden (iranlı yönetmenlerden) çok şanslısızın, çünkü arkanızda “yol” gibi bir film var demiştir.

    - fernando solanos, “tangos le exile de gardel” adlı filmini yılmaz güney’e adamıştır.

    not: mavikarpuz’a katkılarından ötürü teşekkürler…


    (mavikargadan - 31 Temmuz 2011 02:26)

  • comment image

    sana girs.. ıhım.
    giren bir şeydir evet. yılmaz erdoğan'a bile koymuş zamanında, ''yol bir yere gitmez, o bir durma biçimidir.'' diye. kimbilir cezmiyersöze neler yapmıştır lan di mi :( yazık gerçekten.
    fallarda çok çıkan bir şeydir bir de. aşırı çıkar. hep çıkar. kimi kapalıdır, kimi yarısından sonra açılır. dolambaçlı olanı bile var lan yusuf.
    tüneller var yollarda bazen, sevmediğimiz dadancanlar aradığında girivermek için. ya da çok bunalımdayken herhangi bir tünele girip orada yaşamaya başlayabiliriz. siz de yapabilirsiniz. bence mahsuru yok evet. ışınlanarak çıkabilirsiniz belki o tünelden. ben çıktım.
    yol iyidir, ama hep bize gir.. ıhım.


    (git - 23 Ağustos 2011 23:31)

  • comment image

    1982 cannes film festivali'nde en iyi film odulunu almis. seyit ali'nin (tarik akan) serefini kurtarmak icun kerhaneye dusmus karisini oldurup oldurmemesi gerektigini dusundugu sahnede arkadasina "aklim bana dusman. hic insanin akli kendisine dusman olur mu?" demesi, gaziantep seyyar saticilarinin kenan evren ve bulent ersoy posterleri satmasi (ki darbeden sonra evren pasa bulent ersoy'un tv'ye cikmasini yasaklamisti) ve hapisten izne cikan mahkumlarin disardayken bile kesinlikle ozgur olamamasi donemin turkiyesini gayet iyi anlatan 3 onemli sahnedir bence. diyaloglar surerken arka plandan surekli gelen kurt ve cakal sesleri, polis sirenleri, aglayan cocuk ciyaklamalari, patlayan silahlar askeri rejimin halihazirdaki genel kaotik ortama yaptigi katkiyi gosterir ve, yapmacikliga ve arabesklige kacmadan, bu durumdan etkilenen yurdum insaninin trajedisini gozler onune serer.

    mahpuslarin icinde bulundugu hapishane imrali yari acik cezaevidir. burdan cikan mahpuslardan birisi kurdistan'a gider. zurnanin zirt dedigi nokta da burasidir iste. bugun bile herhangi bir filmde kurdistan diye bir yerden bahsedilemezken darbeden hemen sonra yilmaz guney sanati ve kendince hakli oldugu davasi icin bir kumar oynamistir; ve tabi ki kaybetmistir. yillar boyunca film yasaklanmistir turkiye'de. yasagin kalkmasindan sonra da bu sahnelerin cogu turkiye'deki sinemalarda sansurlenmistir. sansurlenmis versiyonda bircok insanin hikayesi yarim kalir ve film anlamsiz bir sekilde biter.

    sonuc olarak, guney,yol'da, turkiye'nin kendine ozel sorunlarini kullanarak en iyi bildigi sey olan toreleriyle ve devletiyle celisen "cagdas" turk insanini anlatir; ve bu sayede insanoglunu da anlatmis olur. geri kalmislik, cehalet, ezilmislik, bozuk ve aksanli turkce kullanimi guney icin lanet edilesi, assagilanasi, dalga gecilesi eksiklikler degildir. guney'i bircok turk senaristinden, yonetmeninden, aydinindan ayiran nokta da bu samimiyetidir iste.


    (hemingway - 23 Mayıs 2003 09:27)

  • comment image

    1981 tarihli şerif gören filmidir.

    sinematürk yazarı eylül fırtınası tarafından filme dair kaleme alınmış bir değerlendirme yazısı aşağıda görülebilir.

    "sinemamıza susuz yaz filminden sonra uluslararası arenada 2.büyük ödülü getiren yol filmi 1982 cannes film festivali'nde altın palmiye'yi costa gavras'ın the missing filmi ile paylaşmıştır.
    yol şüphesiz ki yılmaz güney'in filmidir.
    senaryosunu kendisi yazmıştır.
    sinema anlayışı olarak yılmaz güney dünyasına ait bir filmdir.
    ancak bu filmi şerif gören yönetmiştir.
    şerif gören daha önce erden kıral tarafından ''bayram'' adıyla başlanan filmin kendisine teklif edilmesiyle senaryodaki kişi ve hikaye sayısını yeniden düzenleyerek yol ismiyle yeni baştan çekmiştir.
    filmin çekimleri aşamasına şahitlik eden fehmi yaşar bazı yerlerde bahsedildiği gibi gören'in filmi hapishaneden güney'in talimatları doğrultusunda çektiği şeklindeki iddiaların asılsız olduğunu,böyle bir durumun olmadığını yıllar önce antrakt adlı sinema dergisinde yol filmi ile ilgili bir inceleme yazısında belirtmişti.
    filmin baş oyuncusu tarık akan'da ''oradaydım'' adlı belgeselde yol filminin çekim sürecini anlatırken hiç böyle bir durumdan bahsetmez aksine şerif gören'in yönetmenliğinden ve bazı sahnelerdeki yaratıcılığından samimi bir övgüyle bahseder.
    kaldı ki şerif gören güney'in asistanlığını yapmıştır.yılmaz güney'le beraber çalışan ve onun sinema anlayışını bilen şerif gören'in talimat almasına da gerek yoktur.ayrıca şerif gören'in gölge yönetmenlik yapacak karakterde olduğunu da sanmıyorum.
    kısacası yol filminin başarısında şerif gören'in çok önemli payı vardır.yönetmenlik başarısı tamamiyle kendisine aittir.
    hal böyle iken yıllarca şerif gören geri plana itilmiş,başarı tamamıyle güney'e atfedilmiş,yönetmen olarak yılmaz güney olarak lanse edilmiştir.
    yıllarca bu konuda şerif gören'in hakkı yenmiştir.kendisi de çeşitli platformlar da yol'u kendisinin çektiğini belirtmiş ve bu konuda duyduğu kırgınlığı dile getirmiştir. "

    http://www.sinematurk.com/'dan alıntıdır.


    (swst - 19 Nisan 2013 21:28)

  • comment image

    uzun bir geceydi, dünya zamanıyla bin yıllara tekabül eder, uzay zamanda hiç de denilebilirdi o geceye. belli bir kara parçası veya okyanus dediğimiz su birikintisinde ulaşılamıyacak bir mekansızlık söz konusuydu, böylece kuzey yıldızını, ağaçların yosunlu kısımlarını, sıcak ve soğuk suların akıntı yönünü ve pusulaları da geçersiz kılıp yönsüz ve zamansız yola koyulmanın vaktiydi.

    kişi ancak dünya ölçülerinin dışında yola çıktığında, yoldan çıkabilirdi ve ancak yoldan çıktığında kendine varabilirdi.

    yönsüz ve zamansız yoldan çıkmak, beni bana getirdi. ve anladım ki;

    yol, zamanla ölçülemez.

    yol, yönle bulunamaz.

    yol, yoldan çıkabilenlerindir.


    (don tshort - 14 Temmuz 2013 23:02)

  • comment image

    bir ve bin olan.

    'erenlerin çoktur yolu
    cümlesine dedik beli
    ...'

    kendi içine bakmak da bir yoldur da; içinin yollarını tanıyan için 'doğru' yoldur... bu sebepten sen, sana içindeki yolları tanıtacak olana, o yolların o'na hakça çıkanını bulduracak olana bak.


    (arsan dolay - 15 Nisan 2014 05:49)

  • comment image

    tam da yol üstündeyken yoğun olarak hissettiğim bir duygu var; aidiyetsizlik. bir şehirden çıkıp, başka bir şehire varacak olmam umrumda değil. bir evin kapısını kapatıp, başka bir evin kapısını açacağımı da unutuyorum. yola çıktığım anda saatlere hiç bakmıyorum, dakikaları saymıyorum. ait olduğum bir mekan ve zaman yokmuş gibi hissediyorum ve telaşlarım sönüyor. bir sakinlik ki sorma. yine de illa soracak olursan; yol kenarındaki ağaçlar kadar kimliksizim yoldayken. öyle güzelim işte.


    (dolls - 24 Ağustos 2014 21:05)

  • comment image

    bu filmdeki sahnelerden birinde yer alan, sabuha adli eserin otobusteki uc kucuk cocuk tarafindan seslendirilisi kadar icli ve samimi bir baska bir seslendirmeyi tarihte sadece tek bir kisi gerceklestirmistir*.


    (yummy - 26 Ekim 2004 21:37)

  • comment image

    türk sinemasının gelmiş geçmiş en cesur filmidir yol. seneler önce çekilmiş olmasına rağmen insan hakları üzerine yapılmış bir başyapıttır ve belki de 12 eylül darbesine karşı söylenmiş en güzel sözlerden biri aynı zamanda.
    filmde imralı yarı açık cezaevi'nden evlerine gitmek üzere kısıtlı bir süre izinleri olan 5 mahkumun başına gelenler anlatılıyor. her birinin başka bir hikayesi var. ve karakterler üzerinden öylesine güzel mesajlar verilmiş ki bunca sene geçmesine rağmen hala geçerliliğini koruyan gerçekler bunlar.
    bunun dışında filmde bir sahne vardır ki ;

    --- spoiler ---
    tarık akan geneleve düşen karısını öldürmek üzere köyüne gider. kadın* aylardır ahırda saklatılmıştır öldürülmek üzere.. tarık akan tam götürürken karlar arasında donma tehlikesiyle karşı karşıya kalır kadın . o sırada tarık akan yanındaki oğluna donmaması için annesine kemerle vurmasını söyler. çocuk bir taraftan annesine duyduğu nefretle , bir taraftan da annesini kaybetme korkusuyla başlar annesine vurmaya.
    ---
    spoiler ---


    (crysania - 25 Haziran 2006 15:58)

Yorum Kaynak Link : yol