Amour (~ Ask) ' Filminin Konusu : Emekli müzik öğretmenleri Georges ve Anne mutlu bir yaşam sürdürmektedir. Anne’in bir kalp krizi geçirmesi ve ardından felç olması bu mutluluğa ve aşklarına gölge düşürecektir. Michael Haneke bu filmde aşk, sevgi, ölüm ve yaşlılık konularına değiniyor. Filmde ilerleyen yaşlarına rağmen aşklarını sürdüren bu çiftin ölüm karşısındaki tutumları ele alınmaktadır.
Ödüller :
Dancer in the Dark(2000)(8,0-93342)
Das weiße Band - Eine deutsche Kindergeschichte(2010)(7,8-71046)
Funny Games(1997)(7,6-57320)
La pianiste(2001)(7,5-48319)
Ida(2013)(7,4-46587)
Caché(2005)(7,3-65212)
71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls(1995)(7,3-5701)
Benny's Video(1993)(7,2-12137)
Code inconnu: Récit incomplet de divers voyages(2000)(7,2-10493)
Happy End(2017)(6,8-9570)
Funny Games(2008)(6,6-88350)
Le temps du loup(2003)(6,6-8683)
Cannes Film Festivali : "Palme d'Or"
Independent Spirit Awards : "Independent Spirit Award-Best International Film"
BAFTA : "BAFTA Film Award-Best Leading Actress"
2 oyuncu ve 1 mekanla nasıl başyapıt elde edilir sorusunun cevabı olan film.
(scenariodrunk - 29 Eylül 2012 23:25)
hanekenin sarsıcı ve ağır filmlerinden biri. başrol oyuncuları ve özellikle de kadın oyuncu gerçekliği o kadar şiddetli yansıtıyor ki dayanma sınırlarını zorluyor. aşkın ne olduğu ve aşık olunanın çaresizliği karşısında nereye kadar dayanılabileceğinin sorgulaması ise filmin zorlayıcı özelliklerinden. ayrıca film, yaşlanma ve birine muhtaç olma konusunda ciddi ciddi düşüncelere daldırıyor, (bkz: insan eti ağırdır) (bkz: ötenazi) onu da belirteyim.
(franny - 1 Ekim 2012 10:14)
antalya altın portakal'da dün akşamki seansının başlangıcında ne kadar değerli olduğunu anladığım filmdir.herkes salonda yerlerini almış, zaten geç geleni salona almıyorlar, seans başlama saati geldi ama bir de benim standby seyirci dediğim, eğer filme biri gelmezse girecek kişiler var. koltuklar dolu, standby bekleyenler de filmi o kadar çok izlemek istiyorlar ki gitmek istemiyorlar, görevlilere ne olur bizi de filme alın diye yalvaran kadın gördüm. o arada iki kişi gitti en öne merdivene oturdu. ayaktakileri dışarı çıkardılar ama o ikisi de oturmaya devam ediyor. film başlamıyor, ama neden başlamadığını da bilmiyoruz, sanırız ki o iki kişi dışarı çıkmadan başlamayacak. diyorum ki festival filmidir, oturt insanları merdivenlere izlesinler, amaç zaten filmi mümkün olduğunca çok insana ulaştırmak.insanlar alkışlamaya başladı ama öndeki iki kişi de alkışlıyor, kendilerinin protesto edildiğinin farkına varmadan. o arada dışarıda bekleyenler tekrar salona geldiler, görevlilere biraz daha bastırıyorlar, içerdekiler de film başlasın istiyorlar, "haydi çıkın da film başlasın, saygısızlık etmeyin, bekliyoruz burada film başlasın, siz çıkın diye" diyorlar. standby'lardan bir abi iyice hırslanmış olacak "aranızda haneke filmi izleyen varsa terkedicem burayı!!" diye bağırdı, salon koptu, "ben izledim, ben ben!!!" diye cevap verenler var, hırslanan abi "7. kıta'yı izledin mi ha? ben haneke filmlerini ezbere bilirim!!!" diyerek, filmi en çok onun hakettiğini bizlere anlatmaya çalışıyordu.bir teyze "madem o kadar çok istiyordun zamanında biletini alsaydın" dedi. tartışmalar biraz daha sürdü, ben o sırada film izliyor gibiydim zaten...standby bekleyenler dışarı çıkartıldı, film başladı ama ben o abi yüzünden kendimi çok değersiz ve filmi en haketmeyen kişi olarak hissettim, hiç haneke filmi izlememiştim...
(wormik - 10 Ekim 2012 09:24)
300 kadar filmle kapatmaya hazırlandığım 2012'de tarafımca yılın en iyi filmidir. "film gibi" de değildir zaten. haneke'nin de açıkladığı gibi gerçeğe en çok yaklaştığı filmdir. haneke'yi yakından takip edenler bilir ki eşine hala çok aşık birisidir, her ne kadar bu hikayenin çıkış noktasını bir yakınından gördüğünü söylese de bence daha sonra kendi hayatı üzerine yormaktan geri durmamıştır.aşklarıyla ünlü paris'te gün-saat kavramı üzerinde pek durmayan haneke, pek çok köşede yeni aşklara imza atılırken bir evde de sona doğru geri sayıma geçmiş, gerçeklerle bizleri dövmektedir. kamerayı sahneye koyup sanatı alkışlattıktan sonra bu uğurda ne kadar ileri gideceğini de çaktırmaktadır. birbirlerine hiç mi hiç sulu sulu seni seviyorumlar dökmeyen çiftimizin bakışlarından aslında birbirlerine ne kadar sevgi beslediklerini biliriz. eminim ki %99.99'umuz eşine veya hayatının aşkına bu kadar kibar ve saygılı değildir, bu anlamda seyirciyle de arasına mesafe koyar, seyircinin yanına geçmez, empatik kurma oyunları oynamaz.ayaklarını artık yere sürüye sürüye hayatını devam ettiren çiftten kadın yatağa düştükten sonra ise film, seri tokatlara başlar. "çocuklarımız ne der, komşumuz ne der" diye hiç kafaya takmayan georges, anne'sini son macerasında da hiç yalnız bırakmaz. dikkatli izleyiciler farketmiştir ki george hariç herkes anne için "eee sonra ne olacak?" kaygısı güdmektedir. hatta george niye bu kısmı hiç düşünmemektedir, gıcık olmaktadırlar. haneke de bu aşamada kendi dünyasındaki aşk kavramını ortaya serer, aşk onun için "an"dan öte değildir. eğer o "ana" sahipse o anı yaşar. zaten saygılarını kaybetmemelerini de çiftimiz buna borçludur. ta ki finale kadar. socrates'in "en sıcak aşklar en soğuk sona sahiptir" lafı akıllara gelir. haneke bu gerçeği yüzümüze çarpmaktan bir an olsun geri durmaz. ama yılışıklığa da hiç mi hiç izin vermez. mızmızlanmaz. verilen kararlar üzerinden ajitasyona gitmez. güvercin ölüm demektir. ünlü bir metafor olduğu için haneke bu sefer sinyali verir önceden. daha önce evlerinde sadece tablo olarak güvercin bulunduran çiftin evine 2 kez güvercin girer film boyunca ve aslında pek de açık uçlu bir son olmayan haliyle sahneden iner haneke (güvercin metaforunu iki ayrı sahnede george'un karakterindeki değişimi olarak da kullanması pek zekicedir). filmin başındaki alkış sahneleri hala kulaklardadır buz gibi siyah ekran akarken. hiç empatik davranmasa da insanda sevdiğinin yanına gidip sıkı sıkı sarılma hissi uyandırır.not: haneke pek çok ünlü yapımcıyla, bu hikaye yüzünden anlaşamamış, finansal olarak hep zorlanmıştır. bu yüzden destek pek çok ülkeden birleştirilmiştir. buradan şu gerçek çıkmaktadır; haneke bile olsan sinemada gerçeğe yaklaşmak ticari açıdan o kadar mantıklı bir karar değildir. ama bundan da şikayet etmiyor haneke, bu zorluğu işin doğasında görüp "güzelliği de bu" diye nitelendirebiliyor. henüz sümüğü burnunda sinamacı arkadaşlara burada da güzel bir hikaye yatıyor elbette. en ufak engelde pes edip hayatının geri kalanını şikayet etmeye adayanlar lütfen korsan dvd film bile almasın; hiç bir izleyicinin, hiç bir sanat severin "aşktan bu kadar nasibini alamamış" insanların ürettiklerine ihtiyacı yok. ha olanın da mk, o ayrı :p
(radau - 15 Aralık 2012 01:23)
sadece yılın en iyisi olmadığı gibi, aynı zamanda haneke'nin bugüne kadar çektiği en iyi 3 film listesine de minimum 3 maksimum 2'den girebilecek kudrette bir film olmuş.sen insansan ben pilav üstü kuru fasülyeyim, haneke.
(triancula - 18 Aralık 2012 05:09)
yazı konusu michael haneke ise , o yazıya giriş yapmak her daim zordur. yine bu bahsettiğim zorluğu dibine kadar yaşadığım anlardan birindeyim. filmi izleyeli neredeyse altı saat oldu fakat hala boğazımı bir şeyler sıkıyor. amour için söyleyebileceğim ilk şey şudur ki ; amour , anlatısının merkezine aşkı koyan bir film değil. filmi izlemeden önce okuduğum kritiklerin hemen hepsinde haneke’nin ilk defa böyle bir konuya değindiğinden , ilk defa böyle bir şey anlattığından bahsedilmiş. buna kesinlikle katılmıyorum. haneke yıllardır yaptığı şeyi yapıyor , yıllardır anlattığı hikayeyi anlatmaya devam ediyor. georges ve anne , funny games’de neyseler , şimdi de aynı şey olmaya devam ediyorlar aslında. seksenli yaşlarına gelmiş emekli piyano öğretmenleri georges ve anne kendilerini izole ettikleri evlerinde sakin ve huzurlu bir yaşam sürmektedirler. belli ritüelleri , saat gibi işleyen bir yaşam programları vardır. sabah aynı saatte kalk , yemek ye , bulaşıkları yıka , gazete ve dergilere göz at ve akşam belli bir saatte de uyu. arada kendilerini ziyarete gelen kızlarıyla olan diyalogları dışında iki bedende tek insan yaşamaktalar. her şey durağan , olması gerektiği gibi ve huzurlu. haneke’nin kahramanları , o eleştirmeyi ve yerin dibine sokmaya bayıldığı orta sınıj burjuva hayatlarında hep mutludur belli bir ana kadar. derken bir gün tetikleyici olay gerçekleşiyor ve georges ile anne’in yaşamları tamamen değişiyor ve zor bir sınava giriyorlar.bazı filmleri anlamak , sindirmek için belli bir referans çerçevesine ihtiyaç duyarsınız. misal freud ile ilgili bir bilginiz yoksa un chien andalou’yu anlayıp sindirebilmeniz pek mümkün değil. mevzu bahis film bir haneke filmi ise durum daha da karışık. gerçekten tüm filmlerini izlemiş ve sindirmiş olmanız gerekiyor. daha önce hiç haneke izlememiş ya da bir iki filmini göz ucuyla izlemiş bir seyirci amour’dan pek bir şey anlamayacaktır. benny’s video’yu izlemeyen birinin funny games’i pek de anlayamayacağı gibi. amour’un içinde funny games de var , la pianiste de , cache de. o hemen hemen her filminin kahramanlarından olan franz schubert de. film hikayeyi anlatma yönünden , karakterlerin sağlamlığına ; mekan seçimlerinden , sanat yönetimine kadar bir şaheser. haneke’nin bir hikayeyi en sadece ve yalın bir şekilde nasıl ustaca anlattığını zaten diğer filmlerinden biliyoruz fakat burada bir adım öteye geçiyor. tüm bu saydığım etkenlerin yanında harika bir sinematografiye sahip amour. işıklar , kamera açıları ve hareketleri her şey kusursuz. tabi bunun da payını se7en , midnight in paris , to rome with love , panic room gibi filmlerden hatırlayacağımız görüntü yönetmeni darius khondji’ye teslim ediyoruz. -yazının bundan sonraki kısmı spoiler içerir. filmi henüz izlemeyenlerin okumamasını öneririm.-kahvaltı yaptıkları bir sırada anne hareket etmemeye ve konuşmamaya başlıyor. georges’un sorduğu sorulara yanıt vermiyor. georges endişeyle ayağa kalkıyor ve ıslattığı bir havluyla anne’in boynunu , alnını siliyor. üstünü değiştirmeye gidiyor , yardım çağırmak geliyor aklına. derken açık bıraktığı musluğun kapandığını duyuyor ve hızla mutfağa geri dönüyor. anne hiçbir şey olmamış gibi kahvaltısını yapmaya devam ediyor ve ‘’musluğu açık bırakmışsın’’ diyor. georges durumu açıklamaya çalışıyor ama anne bu durumu kabul etmiyor. daha sonra durumunun geç de olsa farkına varıyor ve hastanede kalıyor bir iki gün. hastaneden tekerlekli sandalyeyle döndüğünde georges’a belki de filmi özetleyebilecek olan cümleyi kuruyor ; ‘’beni bir daha hastaneye götürme. oraya bir daha gitmeme izin verme.’’ anne , haneke’nin bize gösterdiği kadarıyla egosu çok yüksek bir karakter. georges’dan yardım isterken çektiği acıyı görebiliyorsunuz. bu acı ‘’kimseye yük olmayayım.’’ acısı değil kesinlikle. hastaneden geldiği gece , georges yatağının yanında ayakta dururken ‘’git bir şeyler yap. parçalara bölünmüyorum , merak etme.’’ demesi aslında kendisini hala güçlü hissetmek istemesi , düşme hissini yok etmeye çalışmasından başka bir şey değil. bu esnada georges da eşiyle beraber girdiği esaretin neler getireceğinin varsayımlarını yapmakta kuşkusuz. filmin genel izleyicisinin düştüğü yanlışlardan biri de –kanımca- georges’un bu zor süreçte anne’a yardım etmesinin ilk nedeninin o ölümsüz aşkları olduğunu düşünmeleri. haneke filmin adını boşuna ‘’amour’’ koymamıştır diye düşünüyorum. yazının başında da söylediğim gibi film , anlatı merkezine aşkı koymuyor. bizim belki de aşk sandığımız ya da bize aşk diye yutturulan kavramları merkezine alıyor. film ilerledikçe anne’in de durumu kötüleşiyor ve sağ tarafına felç iniyor. bir piyano öğretmeninin elini kullanamayacak olması. anne’in alabileceği en büyük darbelerden biri. filmin başında , konserini dinlemeye gittikleri eski öğrencileri alexandre’nin , evlerine yaptığı ziyaret filmin akışı bakımından oldukça önemliydi. alexandre , anne’in durumundan habersiz bir şekilde çat kapı ziyarete gelir. georges , alex’i içeri davet eder ve bir süre laflarlar. alex , anne’i sorunca georges sıkıntılı bir şekilde ‘’gidip getireyim.’’ der. –gidip getireyim- bu cümle hem georges’un esareti ve acısının hem de anne’in düştüğü ve düşmektense ölmeyi tercih edeceği durumun çok ama çok açık bir dışa vurumu. anne , tekerlekli sandalyeyle ve sol tarafı felçli bir şekilde içeri girdiğinde alexandre adeta şok yaşıyor. buradan da anne’in zamanında öğrencilerine ne kadar büyük ve sarsılmaz bir öğretmen imajı çizdiğini anlıyoruz. anne hiçbir şey olmamış gibi öğrencisinin halini hatrını soruyor ve konserde ne kadar da muhteşem bir performans sergilediğini söylüyor. alex ise teşekkür edip konuşmasına devam ederken bir anda ‘’ne oldu?’’ diye soruveriyor anne’a. anne hemen kesiyor muhabbeti ve ‘’bu konuyu konuşmak istemiyorum. konuyu değiştirelim. üzerine alınma.’’ diyor. alex aslında alışık olduğu bir tavırla karşı karşıya. susuveriyor ve anne’in kendisinden istediği parçayı çalıyor piyanonun başına oturarak. anne’in alex’i izlerken hissettikleri eskiye , güçlü olduğu dönemlere ait bir nostalji. zaman geçtikçe anne konuşma yetisini ve akli dengesini de kaybetmeye başlıyor. georges için hem maddi hem de manevi esaret daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. bu sırada eve ziyarete gelen ve muhteşem insan isabelle huppert’in canlandırdığı eva , görünüşte annesi ve babası için endişelenen fakat onların yolunun bitmeye yaklaşmasının aslında kendi yolunun da ilerlediğini her an acı bir şekilde farkeden kızları olarak hikayenin akışını kritik noktalarda etkiliyor. babasına sürekli akıl vermeye çalışması , annesi yatağında nefes almakta bile zorlanırken , yanına oturup gayrimenkullerden , yatırım planlarından bahsetmesi aslında olmakta olanı , herkesin tadacağı sonu ve ölümü kabullenmek istememesinden kaynaklanıyor. korkuyor çünkü sırada o var. önünüzde biri varken sıra size gelecek diye korkmazsınız , endişeye kapılmazsınız. ta ki sıra size gelene kadar. ölmekte olan bir eş ve devamlı ağlayan ve şikayet eden bir kızın arasında kalan georges , aslında ilk kaçışını da o esnada yapıyor ve kapıyı vurup çıkıyor ve kızını salonda ağlarken , eşini de yatağında yalnız bırakıyor. aynı şekilde kendisi de dibine kadar yalnız kalıyor. tüm bu zorlukların arasında georges hala hafızasındaki o güçlü anne’a tutunuyor. aslında insan beraber olduğu insanın yarısını içinde yaşatır ve onunla yaşar. devam eden süreçteki değişimleri bir nevi engellemiş olur. georges’un yaşadığı durum da bu. bakıcı tutuyor , yetmiyor vardiyalı sisteme başlayıp iki bakıcı görevlendiriyor. işte en çarpıcı sahnelerden biri de bu bakıcılardan biriyle yaşadığı bir diyalog. anne’in saçlarını son derece sert bir biçimde fırçalayan ve umursamaz görünen genç kadın bakıcının işine son veriyor georges. buna isyan eden kadın ‘’bu işi almak için başka işleri reddettim.’’ diyor. georges durumu açıklamıyor bile. sadece ‘’açıklama yapmayacağım. yapsam bile anlamazsın.’’ şunu sordum kendime ; ‘’açıklasan senden başka kim anlayabilir georges ?’’ ben anlamazdım misal. sanıyorum ki ondan başka da kimse anlamaz. o kadar kendine has ve tek kişilik bir yalnızlık georges’unki. tek kişilik bir çaresizlik. kendisine hakaret eden bakıcıya parasını veriyor ve ‘’tek dileğim , umarım yardıma muhtaç olduğun zaman sana da hastalarına davrandığın gibi davranılır.’’ georges konumunda birinden bundan büyük beddua duymak mümkün olmasa gerek.georges soruların , sorunların , eşinin , kızının , kızının hiç sevmediği eşinin arasında çok da dayanamıyor elbette. kaçınılmaz sonu hepimiz filmin başından beri biliyoruz aslında. aynanın karşısında traş olurken anne’in sayıklamalarını duyuyor ve sakince eşinin yanına gidiyor. anne’in baş ucuna oturuyor ve ‘’sana bir hikaye anlatayım fakat bağırma. yüksek sesle konuşamıyorum , yoruluyorum.’’ diyor. georges nefes almaktan bile yoruluyor. eşinin çektiği acıdan ve utançtan , kendi çaresizliği ve artık dibinde olduğu yalnızlığından. eşinin elini tutup , ilkokulda gittiği bir kampla ilgili hikayeyi anlatıyor ve sakince yatağın yanından aldığı yastıkla anne’i boğuyor. pişmanlık yok , acı yok. sadece huzur var. mevcut şartlar altında sahip olabileceği biricik huzur ve özgürlük. hem kendi için , hem eşi için hem de eva için. artık özgür. eşi artık utanmıyor durumundan. georges da eşinin utancının altında ezilmiyor. çiçek alıyor anne’e. özenle kesip baş ucuna yerleştiriyor. sonra çekip gidiyor. nereye gittiğini bilmiyoruz. belki de hiç bilmeyeceğiz. kendisini eşiyle birlikte yalıttıkları o ‘ev’ de değil artık. georges , anne’i öldürdükten sonra bir güvercin –ki filmin ortalarında da eve giriyor ve georges tarafnıdan kovuluyor.- eve dalıveriyor. bir iki denemeden sonra güvercini yakalıyor. ya bağrına basacak ya da anne gibi onu da öldürecek. georges bağrına basıyor güvercini. belki anne’i simgeliyor , belki de başka bir şeyi emin değilim fakat şundan eminim ki güvercin georges’un geçmişi ve iyi zamanları. hatta bir mektup da yazıyor anne’a ‘’güvercini yakaladım. zor olmadı. daha sonra serbest bıraktım.’’ diye. hayalindeki anne ile , sessiz sedasız çekip gidiyorlar evlerinden. kapıyı bir daha açmamak üzere kapatıyorlar. bu georges ve anne’i gördüğümüz son kare oluyor. filmin son sahnesinde eva eve giriyor ve evde kimsenin olmadığını farkediyor. şaşırmış görünmüyor zira olacakların farkında. sakince salona geçip , her zaman georges’un oturduğu koltuğa oturuyor. çünkü o kadar iyi biliyor ki ; ‘’sıra artık eva’nın.’’eminim babasına söylediği şu cümleyi düşünüyordu film biter ve georges’un koltuğunda oturuken ;’’söyleyeceğim şey seni utandıracak belki ama bazen eve gelir ve sizin sevişmelerinizi duyardım. mutlu olurdum çünkü hiç ayrılmayacaksınız , hep beraber olacaksınız gibi gelirdi.’’ şimdi biliyor ki beraber değiller. eva’nın önünde bir tampon bölge yok.hakan günday'ın ''az'' isimli romanı şu efsane cümleyle biterdi ; ''seni çok az seviyorum.'' belki amour'un da son cümlesi ''seni ölesiye değil , öldüresiye seviyorum.'' demek yanlış olmaz.
(hplovecraft - 29 Aralık 2012 01:41)
ben mi denk gelmedim bilmiyorum ama çok uzun zamandır film bitip yazılar akmaya başladıktan sonra sinema salonundaki koltuğa çakılıp kalmamış, çıktıktan sonra tüm yol boyunca filmden sahneler kafamda dönüp durmamıştı. madem filmimizin adı 'amour' şöyle anlatayım: hani hayatına bir çok insan girer. bazılarından gerçekten hoşlanır, beraber iyi vakit geçirirsin ama o, o'dur; sen de sen'sindir. gün gelir hayatından çıkar ve aslında sende silinmez izler bırakmadığını farkedersin. fakat bazıları da vardır ki bunların sayısı diğerlerine göre çok ama çok daha azdır. sarsar, bir parçan olur, kendini tanırsın, iz bırakır, çıkıp gidince bir süre sersemleşirsin, onda kalakalırsın, kendini sorgularsın. bu aşk'tır. işte ben bu filme aşık oldum. beğendiğim, beraberken iyi vakit geçirdiğim onlarca filme karşın bu film her akıma geldiğinde yüreğimin üzerine bir taş oturacak, aklım dön dolaş arada ona takılacak, kendimi sorgulatacak. --- spoiler ---filmde beni en çok iki "an" etkiledi. aslında birbirini takip eden iki "an". film gerçekten aşkın "an"lardan oluştuğunu, "an"ı yaşamak gerekiğini alttan alttan o kadar güzel hissettirirken ben esas o iki "an"da çakılıp kaldım. "aşk"ı hissettim. 1) georges -ki film boyunca georges'a dair en takdir ettiğim durumlardan bir de bu oldu her şeye rağmen 'yaşamayı' devam ettirmektedir- olağan şekilde traş olurken, anne'in acılar içerisinde bağırmaya başlaması ile georges'un onun yanına gidişini izleyen "an". georges gider, anne'in elini tutar. şefkatle, sevgiyle, aşkla, acıyla, aşinalıkla anne'in elini hafif hafif okşarken, ona yıllardır yaptıkları gibi, iki insanı birbirine en çok yaklaştıran, 'hayat arkadaşı' olma kavramını en çok hissettiren şekilde, hayatına dair bir anıyı anlatmaya başlar. anne sakinler, susar, 'hikayeyi dinler', gözlerini yumar, georges sonuna kadar devam eder anlatmaya, yarıda kesmez anne gözlerini kapatsa da... hiç de aslında alışık olmadığımız bir huzur var o "an"da... aşk var, sevgi var, şefkat var, anlayış var, acı var, cevapsız sorular var, rutin var ve hatta umut var geçmişteki umutlar... film boyunca bir tek o sahnede gözümden kendiliğinden yaşlar döküldü ki filmlerde ağlayabilen biri değilimdir. 2) anne özlerini kapar. acıları hafiflemiştir. huzurla uykuya dalar. georges, o anda onu boğmadan hemen önce, onu öldüreceğini bile bile onu uyandırmamak için dokunmamaya imtina ederek, onun huzurunu, sukünetini bozmamaya çalışarak büyük bir özenle yatağın diğer tarafındaki yastığa uzanır ve onu alır. bir de işte o "an"daki o özen... o...--- spoiler ---film hakkında sayfalarca yazmak mümkün de bu iki "an" benim için bir çok "an"ın özetiydi. beni çok çarptı. tabii bu tür durumlar özneldir. herkesi genelde varolan insanca genelgeçer durumlar, "an"lar dışında kendi yaşadıkları, kendi hissettikleri, aradıkları, bulup kaybettikleri özelinde küçük "an"larla daha fazla sarsan, daha fazla sarıp sarmalayan bir film. çok yazdım yahu! öyle işte... mutlaka izlenmeli... kendi adıma benim ilk 3'üme kolay bir giriş yaptı, kendine aşık etti. haneke çok yaşa!
(derada - 30 Aralık 2012 14:10)
anneannem, hayatının son 9 senesini felçli geçirdi. dayım, 2000 yılında 62 yaşındayken felç oldu. ilk başlarda filmdeki gibi sadece yürümesi eskisi gibi değildi, yavaştı, zorlanıyordu. ama bir masa etrafına toplanıp birlikte yemek yiyebiliyorduk, bize avrupanın her yerinde geçen anılarını anlatıyordu, kendine has espri anlayışıyla bizi güldürebiliyordu. sonra ikinci felç geldi, tıpkı filmdeki gibi. çok şeyi aldı götürdü, sol eli hiç açılmaz, ayakta duramaz oldu, boğuk boğuk konuşabiliyordu artık, ve tek kelimelik cümlelerle konuşuyordu. ailesiyle arası bozuktu, bu hastalıkla daha çok bozuldu. annem, bir huzurevine yatırılmasına razı gelmedi ve bakmak konusunda gönüllü oldu. son 4 senedir bizimle birlikte yaşıyor. bakıcı konusunda hep çok şanssız olduk, tam 3 defa şansımızı denedik. tıpkı filmdeki gibi bakıcıların anlayışsız ve hırpalayan hareketlerini görünce bunu uzatmanın bir anlamı yok dedi annem ve babam. biz bakarız dediler.annem ve babam, her gün altını bağlıyor, başını bile kaşıyamadığı için en küçük bir isteğinde yanında olabilmek için senelerdir tek bir gün bile tatil yapmıyorlar. annem, dayımın nefes aldığı her günün onu mutlu ettiğini söylüyor. tek bir an bile şikayet ettiğini duymadım. film beni bu yaşadığım gerçeğin içinden yakaladı, kaçamadım. korkular saldı içime. bir gün annemin de başına böyle bir şey gelebilir diye, bir gün hayat arkadaşımın da başına gelebilir ve pek tabi benim de başıma gelebilir. ben bu gerçekten kaçmak istiyorum. film, sadece bir film değildi. o gerçek ve orada, yerinden kımıldatmak bile imkansız.
(dengesizduzenbaz - 7 Ocak 2013 01:59)
film de en önemli detay yanlış hatırlamıyorsam akan tek göz yaşının kızlarından belki de vicdan azabından dolayı gelmesi ve bunun da arkası dönük halde kameraya gösterilmemesi. sıfır ajitasyon, sıfır müdahale, saf, sert, yalın oyunculuk ve tamamen duyguların izleyenle senkronize olması! mükemmel bir film.. çok lezzetli bir acı kahve!
(efes darth - 7 Ocak 2013 09:57)
yakalayıp salıverdiğimiz anlarla dolu hayatımız; o uzun ve güzel hayatımız. işte o anlar bazen bir ömür sürüyor, bazen bir nefes. bakma, bir ömür süren de bir nefesle bitiyor sonunda. adına kanıp sanmayın ki, haneke sonsuz aşkı ve ölümsüz sevgiyi anlatıyor bu filmde. haneke'nin insanla işi bitmedi daha. hem yakalayan hem salıveren insanla, hem okşayan hem vuran insanla, hem vazgeçen hem direnen insanla, hem ödüllendiren hem cezalandıran insanla, hem özgür kalmak isteyen hem kapıları kilitleyen insanla, hem uzakta duran hem çat kapı gelip hesap soran insanla, hem ölmek isteyen hem de ölmemek için çırpınan insanla, hem gitmek isteyen hem kalmak zorunda olan insanla... işi bitmedi henüz.bunların hepsi tek bir "insan" zaten; ne olursa olsun eline seçim yapma şansı geçtikçe, kendi hareketlerine göre şekillenen başka adımlar belirdikçe, bir bağımlılık durumu geliştikçe, tuttuğu ipler arttıkça, göz göre göre önüne gelip kondukça gerçekler ve düşünceler; bu gerçeklerin ve düşüncelerin, ancak istediği zaman ve istediği şekilde kanat çırpmasına izin veren tek bir insandan bahsediyoruz çünkü. düşündüklerini gerçeklere dökemeyen o meşhur insan’dan..."... düşüncelerle gerçekler ayrı ayrı yaşar." en önce "kendi" yaşamına odaklanmış olan insan da, fırsatını bulur bulmaz bunlardan birinin canına kıyar. peki; düşünce mi? gerçek mi?
(dolls - 10 Ocak 2013 20:51)
''sıradan bir hikaye; sıradan görüntüler ve hayatın olağan akışı eşliğinde izleyiciyi nasıl tarumar edebilir?'' sorusunun yanıtı olan haneke filmi. sadece iç mekan çekimleriyle geçen, çok iyi oyunculuklar barındıran ve hikayenin akışında hiçbir olağan dışı durum bulundurmamasına rağmen sıkmayan bir film. elbette yoruyor,o ayrı.--- spoiler ----güvercinin temsil ettiği şey her izleyiciye göre değişebilir. mesela bence o kuş, georges'nin anne öldükten sonra zarar görmüş ruh halini temsilen orada. ne zaman ki anne öldü, artık o kuşun da yaşamaya bir hakkı kalmadı. zaten george; dünyada anne'den başka kimseye görmeye tahammülü olmayan biriydi.-tokat sahnesinde gözlerim doldu,georges'e hak mı versem anne'e acısam mı ne yapsam bilemedim. seyircinin kendi sabır derecesini ve vicdanını sorgulatıyor usta orada. dışımızdan adamı kınarken,bir tarafımız da ''ama hakkı da var'' diye düşünürsek iki yüzlü mü oluyoruz diye düşünüyor insan. buna cevaben, ''hayır, insan zaten budur'' diyor film yalınca. -boğma sahnesinde anlatılan hikayenin ardından böyle bir şey geleceği çok belliydi; zira haneke'nin izleyiciyi dumura uğratması her filmde olmazsa olmazıdır. o bölüm ise, seyirciyi en iyi avlayabileceği andı. derinlerine inersek, burada tek düşünebildiğim aşk'ın neler yaptırdığı oldu. sonuçta georges, sözünü tutmak için bu süreçte bu kadar zorlandı ve dayanamadı; ama öldürmesi onun vicdanını sorgulatmaz mı? kanımca; yönetmenin burada savunduğu tek şey, insanın doğasının bu olduğu ve ne olursa olsun herkesin bir sınırı olduğu. sonuçta, anne yaşasaydı mutlu mu olacaktı? huzur evinde öylece kalsa daha mı iyi bakılacaktı? acı çekerek yaşasa daha mı iyiydi? georges anne'i gerçekten sadece kadının iyiliği için mi boğdu? peki; tüm bunlar, anne'i öldürmek için geçerli bir sebep mi? -ve tek tebessüm ettiğim sahne:anne: imajını zedelersin diye korkmuyorsun değil mi bu yaştan sonra?georges: hayır. neden,normalde imajım nasıl ki?anne: bir düşüneyim. bazen tam bir canavarsın; ama genel itibariyle hoş bir adamsın.georges: (tebessümle) hmm,bir içki daha alır mısın? --- spoiler ---özetle; haneke'yi tanımıyor ya da ustadan sadece kulak dolgunluğu ile haberdar olmuş iseniz ve tek mekanda geçen filmler sizin sinema algınıza çok ters ise izlemeyi denemeyin. psikolojik analizler yapmaya meraklı,insanın iç dünyasını sorgulamayı seven ve sinemaya ilgi duyan biriyseniz,bu fırsatı asla kaçırmayın ve hemen yarın gidin.
(bandh - 11 Ocak 2013 02:38)
modern yaşam böyledir işte. insanı yalnız bırakır. ne kadar uğraşırsan uğraş ne kadar iyi niyetli olursan ol, bu yalnızlığın içinde hapsolmuşsundur. yorucudur yalnızlık. yüzeysel ve çıkara dayalı ilişkiler, sınırlı sayıda ve gevşek yapılı sosyal bağ... her durumda/toplumda ölmeye mahkum olan aşk, bu ölümü en çıplak haliyle modern toplumda yaşar.burjuva eleştirisi denmiş ama hangi akla hizmet bilemedim. modern insandır anlatılan. şehirli, orta sınıf, modern insan. yani sözlüğün hemen tamamı. yani sen. onun için etkiliyor.tanım: hayatın acımasız bir gerçeğini, yalın haliyle anlatan haneke filmidir.
(tehlikeli tutunamayan - 12 Ocak 2013 03:18)
-50 uyarısıyla gösterime konulmuş olması gereken filmdir.
(agacgolgesi - 17 Ocak 2013 03:06)
--- spoiler ---film hakkında bir türk'ün yapabileceği en samimi yorumu yapıyorum. allah elden ayaktan düşürmesin. amin.--- spoiler ---
(ya birak ya - 22 Ocak 2013 22:33)
allah kimseyi metafor bulma, hikayeler arası bağlantı kurma hastalığına yakalatmasın. amin. filmi izledim. hani herkesin anladığı şeyleri anlamışım, hatta röportajları dilimize yanlış çevrilmediyse bizzat haneke'nin anlatmak istediği şeyi anlamışım. dramatik yazarlık öğrencisiyim, bizim okullarda kafayı yemiş çok adam var, bir tanesi de bizim sınıfta sağolsun. adam poetika'yı, hatta haneke'yi reddederek filmin bizim anladığımız şekliyle okunmaması gerektiğini söylüyor. neymiş, film anna karanina'nın intiharı seçmeyerek, kocasıyla yaşamaya karar vermiş halini anlatıyormuş. bununla ilgili haneke bir sürü ipucu vermişmiş. allah aşkına biz bunu nasıl kaçırır mışız? bizler delirmiş miyiz, söyler miymişiz? o karakterin adı boşuna anne değilmiş. filmde anne'nın öğrencisi eve ziyarete gelir, orada adam karısına nasıl kıskanarak bakıyormuş. aleksander eve gelmeye bile çekiniyormuş, geçmişleri varmış. adama çok çekinerek 'kusura bakmayın, sizi de aradım ama açmadınız, böyle habersiz gelmek istemezdim' diye geçmişte yaşadığı olayların etkisiyle özür dileye dileye bir hal olmuş. o da kocasının ne kadar kıskanç olduğunu biliyormuş. anne kızıyla sohbet ederken, artık hastalığı iyice ilerlemişken, ağzından belli belirsiz sözcükler dökülmüştü. 'evi sat' vs gibi. anne yani burada demek istiyormuş ki 'bak ben hayatımı zından ettim siz de etmeyin, evi satın, yiyin, bakın keyfinize'bu filmi ben de herkes gibi izledim. haneke bile esinlendiği teyzesinden bahsediyor röportajlarında. teyzesi kanser hastasıymış, her gün haneke'nin gözleri önünde acı çekiyormuş. haneke de insanın sevdiğinin elinden hiçbir şey gelmediği zamanlarda acı çekmesini izlemenin ne kadar zor ve insanı dönüştüren bir şey olduğundan bahsediyor röportajlarında. arkadaşa göre o çevirmen hatalı çevirmiş röportajı. çünkü ondan başka dünyada kimse bir bok bilmiyor çok afedersin. bakış açısını değiştirmeyi de nereden anlamış. hatırlarsanız kocası anne'ı öldürmeden önce bir hikaye anlatıyor. sütlaç hikayesi. sonra da kadını boğarak öldürüyor. kafka'nın da bir hikayesi varmış. okumadım ama öyküde anlamsız yere süt muhabbeti geçiyormuş. süt, o öyküde masumiyetin metaforuymuş. yani bu hikayede masumiyet aramayın gibilerinden bir şey demek istiyormuş kafka. kocası sütlaç hikayesi de buna delaletmiş de filmi tekrar başa alıp öyle izlemiş arkadaş. sanki kahve falı bakıyor, film bu be. olay örgüsü, anlatımı, hikayesi, derdi olan bir film. haneke çok afedersin bilmiyor muydu anne'ı intihar ettirmeyi? devlet bahçeli gibi intihar edecekti de kadın, ipi mi yoktu? haneke'nin önüne urganı bizzat gidip anne'ın önüne atmaz mıydı arkadaş?bıktım bu bokçu güzel sanatlar fakültesi öğrencilerinden. hiçbir naneyi beğenmeyen, 'orada öyle mi demek istemiş sence' diye hevesimizi kursağımızda bırakanlardan arkadaş ya. sanat filmlerine karşı değilim. ancak benim poetika'dan anladığım: meselesi olan bir yazarsan, bir metni oynanmak üzere yazıyorsan, olaylar örgüsü neden sonuç ilişkisiyle kurulmalı ve mesaj vermeli. yani sen bir film yapıyorsan, 'gerçek hayatta bu böyle ama, böyle olmalı' diye de kendi tezini ortaya koymalısın. yoksa gerçek hayatı direkt ortaya koyacaksan neden film yapıyorsun ki? git belgesel çek, ne bileyim fotoğraf çek, filmi neden karıştırıyorsun ki? masumiyet filmine bakalım, ne kadar şahaneydi. olaylar herhangi bir soru işaretine mahal vermeden küt küt akıp gidiyordu. hikayenin yalınlığı, gerçekliği ve karakterlerin griliğiydi beni filmin içine çeken. tamamen gerçek hayattaki gibi, iyi ve kötü özellikleri bir arada olan karakterler ve 'bu da zorlama olmuş' dedirtmeyecek türden öyküleri olan insanlar. bu kadar, bitti. filmler sorgulatmalı, evet. düşündürmeli. ama çok da açık uçlu olmamalı. biraz da didaktik olmalı. bahsettiğim didakliktik, gerçekliğin didaklikliği. gerçek, muhteşemdir. hayatı olduğu gibi filmlere, hikayelere yansıtmak, her yiğidin harcı değil, evet. ama açık uçlu bırakılmış metinler, filmler de poetika'ya ters be abicim sanki. tiyatro tanrıları adamı çok pis çarpar gibime geliyor. film güzeldi, beğendim elbette. iki gün etkisinden çıkamadım, iki haftalık evli olduğum halde kocama pis pis baktım vallaha ne yalan söyleyeyim. 'ulen ben yaşlanınca bu adam da beni boğar mı' deyü aklımdan geçirmedim değil. yazık ama. onca büyük yönetmenler yazıyorlar, yönetiyorlar, oynuyorlar, bizim entel arkadaşlar da o taşı kuyudan çıkarmaya çalışıyor. basiti görmek zormuş arkadaş. hayat yalın ve basit, karakterler, yönetmenler, filmler de öyle. zor olan 'ne var lan onda, ben de onu yaparım' denilen şeyi yapmakmış. messi, dostoyevski, türkan şoray bunu yapıyormuş. ama bunlara mucizevi anlamlar yükleyip, şifrelerini kuran'da falan aramaya başlayacak yakında arkadaşım, ona yanarım. 'biliyor musun, haneke o sahnede üç tane güvercin geliyor, anna karenina'nın üçyüzüncü sayfasında güvercinler var?'ömer çelakıl reizz, sana gıpta eden milyarlar var yeryüzünde, biliyor musun?
(zere - 25 Ocak 2013 04:28)
şimdi ben bu filmi izledim, film bittikten sonra da yerime çakılıp kalmak, tokat atılmış veya en azından soğuk duş etkisi hissetmek istiyordum duyduklarımdan sonra :( filmin temel olarak anlatmak istediği şeyi tam olarak idrak edemediğimi düşündüm açıkçası, çünkü bana hissettirdikleri, benim gördüğüm şeyler ile başkalarından duyduklarım arasında çok temelde farklar vardı, ve film bitince de gaza geldim incelemesini 3-5 satırla sınırlı tutmamış yazarların tüm yazdıklarını print edip okudum ve şunu gördüm ki kafasında filmi biryerlere oturtabilmiş insanların yazdıkları arasında büyük farklar var, ve (belki de tesadüfen) başlardaki yorumların sahibi arkadaşların bazıları filmin esas olayını kaçırmış bence (özellikle 2 insan arasındaki aşk olarak görenler), diğerleri de filmin akışı içindeki ufak ve belki de görece önemsiz olayları filmin söylemek istediği şeymiş gibi görmüşler (buraki yorumların zamanla evrildiği görüşündeyim) bu soğuk duş, seri tokat geyiğine giren arkadaşların birçoğu da sebebini söyleme, neden öyle düşündürttüğü üzerine açıklayıcı şeyler paylaşma zahmetine girmedikleri için bazı şeyler havada kaldı benim için başta, şimdi üzerine düşündükçe ve okudukça kafamda netleşen şeyleri haneke’nin diğer filmlerinden alışık olduğumuz görüş çerçevesinde paylaşmak istiyorum.başlamadan önce ufak not: “haneke burada şunu anlatıyor”, “çok net bir şekilde görüldüğü üzere” vs kalıplarına giren arkadaşların özgüvenine hayret ediyorum, çünkü o kadar da net şeyler söylemiyor bence haneke, resmi çok net ve vurucu bir şekilde ortaya koyuyor ama dil, millet, yer farkı olmaksızın modern insanın uyum gösterdiğini düşündüğü yeni şartlarındaki tutumunu gösterirken bir sonuca bağlamaktan daha çok o durumla yüzleştiriyor,--- spoiler ---*bir kere okuduğum en özgün yorum-tespit şu "tipik burjuva filmi" geyiğini yakalamış olan arkadaşa aitti, adam bir avuç burjavanın, azınlıkta olan bir sosyal sınıfın alışkanlıklarını ele almıyor ki, "fabrika ayarları öyle geliyor 1. dünya ülkelerinde...", yani özellikle bir sınıf bile ele almıyor bence de, o sınıf toplumun bu kadar büyük bir çoğunluğunu oluştururken,*adamın karısını öldürdüğü ana kadar bütün filmi insanın böyle bir durumdayken alışkanlığa dönüşmüş sevgisi ile yaptığı fedakarlığı sorgulayacağı ve yapmak zorunda hissettiği bu hizmetteki isteksizliğini yakalayabileceğim anları arayarak geçirdim. her ne kadar adamın karısına yaptıklarını onu mahcup edecek, yüzüne vuracak şekilde yapmadığını görsek de büyük bir aşkla da yaptığını göremememizden ötürü okuduğum ötanazi ve kadının acısına son verme gibi yorumlara katılmıyorum, kadının acı çektiğini gördüğümüz sayıklamalarında bile kocasının kendi ızdırabına son vermeyi daha çok istediğini düşünüyorum.*işler gerçekten kötüye gitmeye başladığı zaman insanın sadece kendisine itiraf edebildiği bencil tarafının su üstüne çıkmasına sebep olan bir süreçten bahsediyoruz burada bence. insanın sınırları sınanıyor. bir taraftan ölümsüz aşkların, manası olan hayatların olabileceğinin, ahlaki doğruculuğun kültürel olarak bombardımanına uğruyor insan, diğer taraftan bencil, bazen ismini bile koyamayacağımız çıkarları sebebiyle kişi ve durumlara tahammül eden, kendini bastıran, içgüdüsüne karşı gelen insan. artık kendilerini birbirlerinden ayrı düşünemeyecek kadar birbirlerine alışmış bir çiftten bahsediyoruz ve aralarındaki ilişkiye büyük aşk, ölümsüz sevgi olarak bakmamalıyız. aralarındaki kibarlık, karşılıklı saygının kaynağı olarak hep o alışkanlığı ve yeni bir şeye zaten başlayamayacak kadar, varolan gerçeğin dışına çıkamayacak kadar büyük olan kabullenmişliği gördüm ben. dış dünyayla bağları sınırlı, birbirleyle diyalogları anne felç olmadan önce de zayıf olan bir çift bu.çok basit birşeyi kaçırmıyorumdur umarım ama kadının başına gelenlerden sonra adamın derin bir üzüntü hissettiğine dair birşey yakalayamadım ben, aksine kadına ilk inmenin indiği anda georges yardım çağırmaya giderken tekrar su sesini duyduğu zaman kadının yanına neredeyse daha büyük bir heyecanla gidiyor ve son 5-6 dakikayı hatırlamayan karısına neredeyse söyleniyor. bu konuşma sırasında derin bir acı ve hüzün hissetmiyordu adam. ikimizden birinin başına böyle birşey gelecekti gibi bir şey de söyleniyordu galiba bir yerlerde. benim “duygusal buzlaşmadan” anladığım bu sahneler işte, balkan/çingene filmlerindeki neşesini de kederini de yoğun olarak yaşayan insanlar neredeyse bu çiftimiz de onun karşısındalar. *şunu birkez daha belirtmek istiyorum, ki filmin kilit noktası buralarda olabilir, adamın karısına yaptığı yardım muhtemelen adamın başına böyle birşey gelseydi kadın tarafından da yapılacaktı, hatta birbirlerine saygıları çok daha az olan bir çiftin başına gelseydi, bir yere kadar onlar da birbirlerine olan sevgilerinden dolayı değil “geçen yılların hatırına” veya öyle olması gerektiği için benzer şekilde davranacaklardı, bu önemli bir mesela bence, çünkü insanın istediği şeyi yapması ile yapması gerektiğini düşündüğünden o şeyi yapması arasında devasa bir fark var ve insan bunu ancak kendine itiraf edebiliyor. süreç içinde de insan kendini ve bağlılığını sınamış oluyor, sevgisi mi büyük gelecek yoksa derinden kendini hissettiren memnuniyetsizliği, gizlemeye çalıştığı, utanç veren ikiyüzlülüğü onu bambaşka şeyler yapmaya mı sürükleyecek?*muhtaç olmak, hep dik ve eksiksiz hissetme ihtiyacı, muhtaç olmayı kabullenemeyen fakat başkı şansı olmayan insana yardım etmenin zorluğu ve tabii ki felçli annesi karşısında emlaktan vs. bahsedecek kadar duyarsızlaşan kızından da uzunca bahsedilebilir, kızlarıyla aralarında olmayan bağ, kızın babasına akıl vermesi bence çok güzel işlenmişti, akıl verenler kapıdan çıktıklarında yapmaları gerekeni yaptıklarını düşünürler. bana çok tanıdık geldi bu yaklaşım, eminim birçoğuna da tanıdık gelmiştir.--- spoiler ---son olarak, benim üzerine çok düşündüğüm bir filmdi, yalın bir anlatıma sahipti, üzerine düşündükçe benim için büyüdü bu film. insanla ilgili önemli bir şey söyledi...
(bcdhms - 28 Ocak 2013 01:44)
"bir annenin kaybının üzüntüsünün mülk kazanımının hazzı tarafından ötelenebildiği bir dünyadan bahsediyoruz. bu dünya bizlere para, statü, konfor gibi kapitalist toplum göstergelerinden münezzeh bir aşkın var olamayışının trajedisini belgeliyor. filmde bir yerde yıldız falının aşk(amour) başlığını okuyan anne’nın fal yorumunda “ihtiyacınız olan birinci sınıf bir diyalog” çıkması ve georges’un bu yorumlara itibar etmeyen tavrı bize neyin eksik olduğunu gösteriyor aslında. harici elemanlara (inorganik materyallere, metalara) ihtiyaç duymayan bir bağın noksanlığının sıkıntılarını çekiyorlar. birbirlerine baktıklarında içlerini görebilecekleri günlerin, kendilerine dair paylaşımların noksanlığından ızdırap duyuyorlar. çünkü sahip olunanlar yitirildiğinde, idealize edilmiş olan eskimeye başlayıp idealliğinden çıktığında, georges anne ile paltolarını alıp konsere gittikleri düzenin yitirildiğini ve geri getirilemez olduğunu anladığında kişinin kendi yıkımını kabullenmekten başka çaresi kalmıyor."film hakkında böyle isabetli analizleri içeren, genç bir eleştirmenden olması açısından ayrı bir sevinç veren bir yorum:http://biletsiz.com/huzursuzluk-omur-boyu-amour/başbaşa tatile çıkmaya bile tahammülü olmayan çiftlere kapak olsun aşk. ölüm de kapitalizme kapak. misafir değiliz bu dünyada, kapitalizm misafir.
(cay - 25 Şubat 2013 22:16)
uykum kaçtı uzun yazayım belki uykum gelir. nitekim beşiktaş'ın maç kazandığı günler spor yazarı, iyi bir film izlediğim günler de sinema eleştirmeni olmak istiyorum. hoş aranızda "bu durumda iyi bir sevişmeden sonra da jigolo mu olmak istiyorsun?" diye soracak olan kötü niyetli aristocular olabilir, ama onları duymazdan gelip benküçüklüğümdenberi sinema eleştirmeni olmak istiyordum diyerek konuyu geçiştirebilirim.ona da geçen görüntü yönetmenini övme meselesinden sözederken karar verdim. küçüklüğümde ne istediğime karar verdim yani. onu da açıklarsam konu iyice karışacak, mesaj gelecek neden bu başlığa yazdın, neden uzun yaziyorsun... ben de haneke gibi bir tokatla herşeyi anlatmak isterim ama imkanlar dar, ondan buraya yaziyorum.. neyse işte sinemacılık konusunda, görüntü yönetiminin neşeli bir biçimi daha var asıl onu söylemek istiyorum. insanın dişarıya iyi görüntü vermesi şeklinde az buçuk sinematografik bir mesele var. bir şeyi değerlendirirken ya da yorumlarken iyi görünmek, yeni açmaya başlamış mimoza gibi şimdilik ortada pek bir şey olmasa da gelecek vaadeden, hafif kokulu bir makyaj vermek, anliyor ve biliyormuş gibi yapmak bu tür görüntü yönetiminin temelini oluşturuyor. bunu mesnetsiz bir öfke ve kibirle süslersen daha iyi görünebiliyorsun. aslinda iyi görünmüyorsun, bilen de senin ne mal olduğunu biliyor da ne yapalim ki bunun da seveni var. bu tür görüntü yönetimi bilinçli ya da bilinçsiz olarak bir takim hasarları, günahları en çok da defoları kapatmak amaciyla yapilirken fırsat bu fırsat konuyu sinema eleştirmenlerine bağlamak, sinema eleştirmeni eleştirmeni olmak isterim.sinema eleştirmenlerinin çok talihsiz insanlar olduğunu düşünüyorum. gördükleri, izledikleri ve bunlari yaparken de çeşitli duygusal ya da düşünsel deneyimler biriktirdikleri bir konu hakkinda yazdıkları halde, tamamen nüfuz edemedikleri şeyler hakkinda yazmak zorunda kalıyorlar. ama işin asıl trajik yanı izledikleri filme nüfuz ettiklerini düşünüyor, yönetmenin, senaristin ve oyuncuların kafasindan geçenleri anlamış gibi yapiyor, hatta bir bölümü kendi kişisel izlenimlerine filmde olup bitenlerden daha çok inanıyorlar. her durumda iyi bir görüntü vermeye çalişiyor, verdikleri görüntüye de inaniyorlar. ama o görüntü senaryoda yok, olaylar gecekonduda geçiyor, ama eleştirmen yorkshire lordu.ama işin doğrusu bu tür yönetim işleri da pek işe yaramıyor. bilindik hollywood filmleri dışında bir şeyle karşılaştığında gözüne fener tutulmuş geyik gibi kaskatı kalan, derinlikli yorum yapma baskısı altında bile klişelerden başka bir şey söyleyemeyen bir izleyici ve sinema eleştirmenleri evreninde yaşiyoruz. amour gibi filmler söz konusu olduğunda, bu evren daha da genişliyor, kara delikler büyüyor.. haneke filmin adını "amour" koymasa, filmi izledikten sonra neyi nasıl anlayacağını şaşırmış bir sinema yazarlari ve izleyiciler topluluğuna bakıp çok eğlenebilirdi. ama bu halde bile filme yönelik olarak bir "yaşlılık senfonisi", "burjuvazi eleştirisi", "rahatsızlık ve endişe provokasyonu", "geç kapitalist toplumun ekonomik ilişkilerinin deşifre edilmesi", "aşk ve güvercinlik üstüne çeşitlemeler", "aşk-nefret ilişkisi" türü tanımlamalar yapıldığına bakınca neşe doluyor insan. elbette aynı olay örgüsünün 20-30 yaşındaki aşıklar arasında da yaşanabileceğini bilen; az buçuk fransız burjuvası görmüş ve onu en basitinden yol geçen hanı kör olası bir apartmanda yaşayıp marketten alışveriş yapmayacağını bilecek kadar tanıyan; sonu başından belli bir hikayeyi oturduğu koltukta endişe tüttürerek izleyecek kadar ruh hastasi olmayan, çaresizliğin her durumda öfke yaratan bir travma olduğunu bilen sinema eleştirmenlerini ve izleyicileri tenzih ederim. ama trajediyi, burjuvaziyi, şiddeti, duyarsızlığı ve aşkı her gün defalarca gördüğü, yaşadığı gündelik hayatta değil, sinema perdesinde gördüğü zaman anlayabilen ve ürperen sinema eleştirmenlerini ve izleyicilerini de küçük burjuva budalalıklarına inanma başarısını gösterdikleri için ayrıca kutlar, uydurup durdukları kabız aşk aforizmalarina bakıp bakıp kucaklarım. sinemayı, hatta sinemayı geçtim tüm sanat dallarını twitter aforizmalari gibi "anafikir"ler üreten mecralar olarak gören, sinemayı da ele aldığı konunun "özünü" veren bir alem olarak düşünenlere de yüz küsur yıldır aynı fikri tekrar etmeyi başardıkları için ayrıca sempati besliyorum. sinemanin ve genel olarak sanatın, felsefenin vs. gündelik amprik hayatın dişinda, olduğu varsayilan gerçek, özsel hayat hakkında hakikatler sergilemesi gerektiğine dair platondan simmel ve nietzscheye kadar uzatıp getirebileceğin klasik inançla kafamızı ütüleyen muhafazakarından liberaline, nihilistinden romantiğine kadar hepsine sevgiyle bakiyorum. hepsinin amour'u aynı temalar ve algılarla yorumlamasındaki tekdüzeliği çok beğeniyorum. bu sevgi hoşgörü ve sempatiyle süslü pembe papatya tarlasinda dolanırken oralarda bir yerde sinema eleştirmeni olmak istiyorum. amour kendi hayatından kaçmak istemeyen herkesi kendi hayatlarına geri döndürebilme başarısını gösteren, ama bunu yaparken de aşkı aşağılayan ve bir tür düşkünlük, hanekenin kendi deyimiyle bayağılık olarak yorumlayan filmlerden biridir demek istiyorum. bunu büyük bir başarıyla yapabilmesi, bu fikrin alıcısının olmasına bağlıdır da demek istiyorum. kurdukları ilişkiler içinde insanların, bizzat kurdukları ilişkilerle birlikte nasıl değiştiğini ve yozlaştığını gösterirken, izleyicilerini ve eleştirmenlerini de biçimsizleştirmesi, tek düze hale getirmesi, tanınmaz kılması da büyük bir başarıdır diyorum. derdim yani, sinema eleştirmeni olmak isteseydim küçükken.
(ged - 4 Mart 2013 02:07)
"tedavisi olmayan bir hastalığa sahip eşinizi vicdan, merhamet, sevginizle veya sabrınızla yaşatabildiğiniz kadar yaşatabilirsiniz ancak yalnızca aşk gerekirse onu öldürebilir" diyen film. sayılan diğer hislerle birini öldürmek çelişir çünkü, mümkün değildir pek de.--- spoiler ---madame anne "acıyor" diye sayıkladığında georges ona -aslında bildiği halde- 'neren acıyor?' diye soruyor. anne'in bedeni değil, kalbi acıyor. sonra anne'e çocukken kampta yaşadığı bir anısını anlatıyor yaşlı adam. difteri olduğunu ve onu ziyarete gelen annesini ancak bir camın ardından görebildiğini. (fiziksel acılarından hiç bahsetmiyor, yalnızca o çaresizliği veriyor) bu sırada anne'in sayıklaması duruyor, dinliyor onu. georges bu anısıyla şunu diyor aslında, "tedavi oldum ama annem yanımda olduğu halde eyleyemedi beni, ben de işte burada, yanında olduğum halde eyleyemiyorum seni artık" eğer georges aşk dışındaki diğer hislerle davranıyor olsaydı, anne'i biyolojik olarak yaşayabileceği kadar yaşatırdı zaten. ona o hislerle baktı, usanmadı. aşkı için de, aşık olarak öldürdü.ve zarif, sanatçı ruhlu kadın, madame anne. hayatını sanat estetiğini duyumsayarak yaşamış ve doyum almış, kendine ermiş belli ki. fotoğraf albümüne bakarken söylediklerinden (henüz konuşma yetisini kaybetmeden) bu anlaşılıyor. hastalığının başlarından beri reddediyor "acınmayı". kızı onun sayıklamalarından hiçbir şey anlamıyor ve ağlayarak yanından gidebiliyor. georges ise onun kelimelerini birleştirip ne demek istediğini buluyor, cevap veriyor. böylelikle avignon köprüsünde dans edebiliyorlar bile.. anne, yalnızca o anlarda bir parça mutlu oluyor. anne, hastalığın ilerleyen safhalarında salt bedeninin acılarının dindirilmesiyle teselli olacak bir ruha sahip olsaydı georges'a minnet duyardı. oysa o da aşıktı, işte bu yüzden, su içmeyi, aynaya bakmayı bile reddetti, ölmek istedi. georges da her zaman anladığı gibi "güvercinini" anladı ve onu azat etti.--- spoiler ---"aşk bu filmin neresinde?" diye sorup duranlar için aşk dersidir.
(hototogisu - 21 Nisan 2013 13:20)
(bkz: #37313723)
(hanging rock - 30 Eylül 2013 13:50)
Yorum Kaynak Link : amour