Two Years at Sea (~ Dwa lata nad morzem) ' Filminin Konusu : Two Years at Sea is a movie starring Jake Williams. After working at sea, a man realizes his dream of moving to the middle of the forest.
Ödüller :
A Cottage on Dartmoor(1930)(7,8-894)
Le sang d'un poète(2010)(7,5-5097)
Aus dem Leben der Marionetten(1981)(7,5-3067)
Koridorius(1995)(7,2-497)
The Hit(1984)(7,1-6353)
Manakamana(2014)(6,6-644)
Post Tenebras Lux(2012)(6,6-4341)
Good Luck(2018)(6,6-73)
The Sky Trembles and the Earth Is Afraid and the Two Eyes Are Not Brothers(2016)(6,2-195)
A Spell to Ward Off the Darkness(2015)(6,2-438)
The Hunchback(2016)(6,0-55)
The Rare Event(2018)(4,9-13)
Venedik Film Festivali : "FIPRESCI Prize-Parallel Sections"
hakkında hiç yorum yazılmamış film. ya !f festivali kapsamında daha yeni gösterime sunulduğu üç şehirde de (istanbul, ankara, izmir) hiç izlenmedi ya da kimse üzerine yorum yazmaya gerek görmedi. iş başa düştüyse ben söze başlıyorum efendim. öncelikle filmin !f sayfasında yer alan kısa özetini paylaşayım isterim.“denizde iki yıl, iskoçya'da ormanın derinliklerinde izole, uygarlıktan uzak, münzevi bir hayat süren jake williams'ın portresini çiziyor. film, önce bizi jake'in gündelik rutininin sade ve düzenli ritmiyle tanıştırıyor, hiç acele etmeden onun en mahrem varoluş anlarındaki ve hareketlerindeki güzellik pırıltılarını yakalıyor. jake'i, mevsimlerin parantezi arasında, uyanıp duş alırken, sessiz ama kendine yeten bir yaşamın kıvrımları arasında gezinirken görüyoruz: biriktirilmiş fotoğrafların eskimiş, hüzünlü bir aradalığı, plak cızırtılarının tuhaf düzensizliğiyle bozulmaktadır bu dünyada. kısa filmleriyle haklı bir ün edinmiş olan ben rivers, herşeyin dijitalleştiği çağımızda, konusuna, hâlâ saf olan bir sinemanın, ışığın ve maddenin etrafında insan varoluşuna dair bir şeyler yakalanabileceği inancıyla yaklaşıyor.”tanımında da ipuçları verdiği üzere belgesel bir filmle karşı karşıya olduğumuzu belirtelim. yönetmeni, ben rivers, deneysel çalışmaları ile nam salmış bir yönetmen olup, bu filmi eski 16mm’lik kameralarla çekmiş. film tamamen siyah beyaz ve tek bir diyalog dahi yok. bu sebeple midir bilmem, filmin sahneleri bir fotoğraf sergisi olarak karşıma çıksaydı o sergiden ağzım açık çıkardım ama film için durum böyle olmadı. sonra düşündüm bu filmi neden sevemedim diye? hiç diyalog olmadığı için mi? sanmam çünkü içinde sadece birkaç kelime duyduğum halde sevdiğim filmler de var. siyah beyaz olduğu için mi? o zaten mümkün değil. siyah beyaz filmlerin ayrı bir gücü olduğuna inanmışımdır hep. peki neden? hani şu dilimizden düşmeyen into the wild filmi vardır, christopher mccandless adını zihnimize kazımıştır. şüphesiz ki çoğumuz izlemiş ve özenmişizdir. üzerine saatlerce konuşabiliriz; “ ne süper ya adamın yaptığı. ben de bir gün vazgeçeceğim onun gibi tüm sahip olduklarımdan, herşeyi bırakacağım ve arkama bakmadan gideceğim” cümlelerini kurmuş olabiliriz ve hatta yine kuracağız belki. ama yapar mıyız sahiden? büyük ihtimalle, hayır. sadece dilimize dolarız, konuşuruz, hayal kurarız, filmi severiz, tavsiye ederiz ama yapmayız. bu film christopher mccandless karakterinin de hayatının ötesindeki bir adamı gösteriyor. iskoçya’da bir ormanın içinde yaşıyor. öyle sahip olduğu modern hayatı bırakıp yerleşmiş de değil, o ormanda geçmiş bir ömür onunki. insan yok, sadece o. ne zamandan beri böyle yalnız, onu bile bilmiyoruz. ses yok, sadece dinlediği birkaç cızırtılı şarkı ve ıslığını duyuyoruz. televizyon yok, radyo yok, bilgisayar ve internet zaten yok. gözünün alabildiğine bir orman var. sadece ağaçlar var, korkunç gözüken bir doğa var. ve bunların ortasında yaşayan tek bir insan var. düşündüm evet; bu hayat tarzına özenip duran, üzerine methiyeler düzebilen bizleri düşündüm ama izlerken ben sevemedim, peki ama neden? peki o zaman ne? insanın insana yaptığı en büyük kötülük bu olsa gerek dedim sonra. birbirimize bağımlı ve muhtaç hale getiriyoruz, yine birbirimizi. insanın insansız kalma fikri, böylesine izole bir hayat, kelimesiz geçen günler, sadece doğanın sözünün geçtiği, sadece onun seslerinin baş gösterdiği bir hayat beni de bu yüzden korkuttu belki. adam en azından kendi kendine konuşsaydı derken buldum kendimi, kendi kendime konuşarak. en azından onun sesini duysaydık, ama duysaydık. ne diyordum? into the wild, evet. alın size into the wild’ın alası, peki böyle bir hayata var mısın deseler? bilgisayarımın başında, bir yandan müzik dinlerken bir yandan arkadaşlarla sohbet ederek bu yazıyı yazıyor olduğuma göre böyle bir hayatın uzaklığına dair en büyük kanıt olarak karşınızdayım. bu da benim bir özeleştirim olarak sözlük kayıtlarına geçsin. filmi sevmiş, benimsemiş, keyif almış izleyicilerin yorumlarını okumaktan da büyük keyif alacağımı söylerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.
(dolls - 4 Mart 2012 23:07)
--- spoiler ---filmi -daha doğrusu belgeseli- çok merak edenlerin hevesini kırmamak için spoiler içinde anlatmayı seçtim düşüncelerimi. afişini gördüğünüz yerden koşarak uzaklaşın sevgili sanatseverler, arkanıza dönüp bakmayın!sinema aşığı bir arkadaşımla** ortak karar verdik, seçtik. festival filmi dediler, gittik. itiraf ediyorum: gazetelerin magazin sayfalarına "filmi beğenmeyip filmin 10'uncu dakikasında salonu terk eden anhydra, sinema yetkililerine 'ne biçim film bu! diyalog yok, siyah-beyaz, paramı verin!' dedi." tadında demet akalın gibi haber olmamak için sonuna kadar dayandım. sürpriz final bile bekledim son ana kadar, umudumu kaybetmedim yine de.kendime saklamayıp paylaşmayı seçtiğim bu değerli tavsiyemden ve itirafımdan sonra, sinemada şahit olduklarımla devam edeyim..salonun yarısından azı doluydu, aklı olan gelmemiş zaten. biz bir avuç maceraperest sinema aşığı ise 86 dakika boyunca bekledik orijinal bir şeyler göreceğiz diye, maalesef avcumuzu yaladık. salondakilerden finale son yarım saat kala 2 kişi, son 10 dakika kala 2 kişi olmak üzere toplam 4 cesur kişi ayrıldı. hayır, sanat aşkıyla yanıp tutuşuyoruz; "sıkıldım, yarısında çıktım" dememek için, o ince sanatsal kaygıyı özümseyemediğimizi kabul etmemek için epey direndik ama nereye kadar.. geri kalan kitleden bir kısım, karşılanamayan beklentileri sonucu girdikleri şoktan olsa gerek ara sıra gülme krizlerine kapıldı. bir kısım, olay yerinde can verdi. benim de içinde bulunduğum bir kısım ise, iç kıyılmasından mütevellit "allah'ım sana geliyorum!" diyerek ruhunu teslim etti.belki de çok derin anlamlar vardı, enfes mesajlar vardı bu belgeselin alt metninde. muhtemelen dünyanın en yüzeysel kadınıyım ben. anlayamadım bütün o mesaj kaygılarını, içselleştiremedim ne yaptıysam. benim eksikliğimdir belki. çok pişmanım.* bir daha festival filmine gidersem iki olsun. gişe filmlerden şaşmamak lazımmış arkadaş. gerçi o da riskli. hem ne demiş benzer acıları paylaştığımız demet akalın: "fetih 1453'e gitmeye korkuyorum."sanat sanat için miydi, yoksa sanat iç kıymak için miydi? bunu düşündüm sinemada ekrana boş boş bakarken.--- spoiler ---
(anhydra - 5 Mart 2012 14:09)
Yorum Kaynak Link : two years at sea