Das weiße Band - Eine deutsche Kindergeschichte ' Filminin Konusu : Filmin öyküsü 1913 yılında Almanya'nın kuzeyinde öğrencilere sıra dışı cezalar verilen bir köy okulunda geçiyor. Haneke bu filmde faşizmin ortaya çıkışında okulda verilen eğitimin rolünü çözmeye çalışmıştır.
Ödüller :
Amour(2012)(7,9-83482)
Der siebente Kontinent(1992)(7,7-14124)
Funny Games(1997)(7,6-57320)
Leviafan(2014)(7,6-49216)
La pianiste(2001)(7,5-48319)
Caché(2005)(7,3-65212)
71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls(1995)(7,3-5701)
Benny's Video(1993)(7,2-12137)
Code inconnu: Récit incomplet de divers voyages(2000)(7,2-10493)
Happy End(2017)(6,8-9570)
Le temps du loup(2003)(6,6-8683)
Funny Games(2008)(6,6-88350)
Cannes Film Festivali : "FIPRESCI Prize-Competition"
Cannes Film Festivali : "Palme d'Or"
(bkz: haneke huzursuz seyirler diler)
(tahrik olmusken objektif olamam - 20 Şubat 2009 20:16)
filmin siyah beyaz çekilmesini haneke http://www.cinema.de/ 'ye şöyle açıklar:'genellikle tarih filmleri izlediğimde, hikayeyin doğru olduğunu bilmeme rağmen, inanmakta zorlanıyorum. bunun nedeni görsel hafızamda bu zamanların (20yy'ın ilk yarısı) gerek varolan videolar gerekse resimlerden dolayı zihnimde siyah beyaz ile ilişkilendirilmiş olması. başka şekilde hayal etmem nasıl mümkün olabilir? ayrıca siyah beyazı seviyorum ve bu fırsatı bir neden olduğu zaman kaçırmam (gülümser).'
(jan delay - 3 Ağustos 2009 14:34)
yavaş ilerleyen fakat gittikçe derinleşen, temelinde geleneksel düzen ve yetişkin eleştirisi yapan, "kötülüğün kaynağı nedir?" sorusunu ise sanki cevapsız bırakan bir film. filmin anlatıldığı, birinci dünya savaşı arefesindeki baskı, cezalandırmalar ve suistimallerle oluşan sistemde, güçsüz iki taraf var; biri çocuklar, diğeri kadınlar. çocukları suçlamak, cezalandırmak, kadınlar üzerinde ise psikolojik baskı oluşturarak üstünlük kurmak çok kolay..--- spoiler ---filmde iki çarpıcı replik var. - tanrıya beni öldürmesi için bir şans verdimve - neden sadece ölmüyorsunbirisi çocuksu çaresizliğin ve suçluluk psikolojisinin tezahürü, diğeri ise katılık ve vurdumduymazlığın müthiş bir dışavurumu.--- spoiler ---"kötülüğün kaynağı nedir?" sorusunu cevapsız bırakmaya gelince, filmde samimiyetsiz bir şekilde kullanılan din olgusu dışında kullanılan birçok şey var aslında, bunların en önemlisi de "iktidar". filmde direkt bir şekilde din eleştirisi yapıldığını söyleyemeyiz. daha çok insanın riyakarlığının ve iktidara sahip olan figürün eleştirisi söz konusu. filmdeki cezalandırma anlayışının arkasında acaip bir bencillik yatıyor. bireyler üzerinden toplumu kontrol etmeye yarayan bu sistem aslında toplumu katlediyor. filmin, birinci dünya savaşı'nın avusturya-macaristan imparatorluğu veliahtının bir sırp tarafından öldürülmesine doğan tepkilerle ateşlenmesi ve başlaması olayına bağlanması da bunu destekler nitelikte. toplumda bu dalga dalga yayılan cezalandırma ve öç alma ihtiyacına göz kırpmakta bir nevi. benim anladıklarım bunlar, başka yorumlar da okumak isterim elbette....öte yandan şunu belirtmek isterim ki filmekimi'nde bugünkü 16.00 seansında pogram değişikliği olduğu için yerine gösterildi bu film. film almanca olduğu için yabancı seyirciler düşünülerek harici panoda ingilizce altyazı yayınlandı. buraya kadar iyi dediğinizi duyar gibiyim fakat bu pano, türkçe altyazının görünmesine izin vermedi. sayelerinde onlarca kişi salonu terketti, sabredip duranlar da söylene söylene gittiler. çıkışta ben de bu durumu şikayet için bekledim, benim gibi birkaç kişi daha bekliyordu. bir kişi epey sinirlendi bağırdı çağırdı, görevli bayan filmin ellerine bugün ulaştığını ve formattan dolayı bu sorunun olduğunu anlattı fakat "olur böyle şeyler idare edin" şeklindeki tarzı tepki gösterenleri delirtmeye yetti. biz bunun kabul edilemeyeceğini belirttik. bana bilet param iade edildi. diğerleri filmi cuma günkü gösterimde tekrar izlemek istediklerini söylediler, onlara da bilet verildi. eğer siz de bu seansta izleyip altyazının katledilişine maruz kaldıysanız gidin alın biletinizi derim.
(nihilanth - 19 Ekim 2009 23:11)
çocuk oyuncuların hepsini oldukça başarılı bulduğum etkileyici film.
(karmakar - 20 Ekim 2009 22:19)
kisa ve oz olarak , avrupanin-hatta dunyanin savasla yogrulmus karanlik caglarina zemin hazirlayan zihniyete goz atan filmdir.o beyaz bez parcasi ki kolda veya sacta , gucsuz omuzlarina yuklenilen agir kutleleri tasiyamayan kucuk bedenleri adeta cezalandirircasina , iclerindeki karanliga isik tutsun diye parildamaktadir.ama gun olacak kucuk beden buyuyecek , kendi bireysel iktidarina sahip olacak ve o kurdelayi baskalarina takmak icin firsat kollayacaktir.
(mascara - 27 Ekim 2009 02:22)
abi sevmediğim bir yönetmenin filmini yorumlamak istemiyorum ama yani ortada çok açık bazı şeyleri de görmek lazım diyorum. büyüyen çocukların nazi olması temasını filme atfeden kafa sizin kafa haneke'nin değil. özellikle, hususiyyen birinci dünya savaşının patlamasından önceki zamana koyulmuş bir film olduğuna dikkat çekebilir miyim lütfan? lütfaaan. naazi meselesine bir gönderme yapıcak olsaydı yapardı, burada hanökö bey başka bir literatüre gönderme yapıyor: gittikçe kızışan bir mikrokozmosun dünya savaşıyla beraber patlaması, birinci dünya savaşı sonrası literatüründe çok sık rastlanılan bir motiftir. edebiyatta en meşhur örneği thomas mann'ın "büyülü dağ" kitabı. falan filan.filmin meselesi de çok karmaşık değil: filme ismini veren beyaz kuşak anektodundan da anlaşılacağı üzere masumiyet kavramıyla ilgili bir meselesi var mişel anök'ün. sen, önemsiz yaramazlıklar için çocuklara müthiş bir suçluluk duygusu aşıla ve abartılı cezalar ver; ama gerçek suçları masumiyet namına halı altına süpür. bu paradoksla ilgili bir eser. sevmediğim bi yönetmenin en iyi filmlerinden biri.
(bir takim dis mihraklar - 30 Ekim 2009 00:11)
kasabalilik, koyluluk, zaman zaman biz kentlilerin hayal etmeye bayildigi gibi ele ele tutusup mutluluk naralari atan insanlar olmak degil. hic bir zaman da olmamisti muhtemelen. yeri gelir kapıya dayanan eli meşaleli köylüler olurlar bunlar, hic de acimazlar. kasabaliligin, koylulugun, kabalik ve gaddarligin almani, rusu, turku olmaz, ben bunu gordum filmde. tespit kasicam diye su filmden "iste bakin naziligin tohumlari nasil atilmis" cikarimi yapmak da cok afedersiniz, bulgardan gelme kacak ickiyi fazla kacirmak gibi oluyor. bozuyor adami. bir daha izleyin.
(sanborn - 24 Aralık 2009 03:04)
çok katmanlı bir film beyaz bant. görünür katmanda suç ve ceza kavramı üzerinden ilerleyen bir film olmakla beraber, filmi suç ve cezayı irdeleyen bir film olmaktan çıkarıp, bir iktidar sorgulaması olmaya iten gizli unsurlara da rastlıyoruz. zaten haneke filmde cezalandırma sahnelerini çoğunlukla göstermemeyi tercih ederken, daha çok bu cezalandırmaya giden süreci ve sonrasını irdelemeye zorluyor izleyiciyi. (funny games‘le olan benzerliğe dikkatinizi çekmek istiyorum).--- spoiler ---film ilk bakışta ”ne ekersen onu biçersin” mesajı veriyor izlenimi uyandırıyor evet. şiddet görenler şiddet uyguluyor, sevgi gören çocuksa yaralı bir kuşu yine sevgiyle büyütebiliyor.ama film esasen yine funny games‘te geçen ”- bunu (işkenceyi) neden yapıyorsunuz?” “-neden yapmayalım?” şeklinde soruya soruyla cevap veren diyaloğun cevaplarını da arıyor.filmde bence dikkat edilmesi gereken önemli nokta, “ceza”nın doğrudan erkeklerden(daha doğrusu babalardan) geliyor olması, ve “suç ve ceza” diyalektiğinde yer alan eylemlerin doğrudan cinsellikle ilintili olmasıdır. (mastürbasyon yüzünden cezalandırılan çocuk, baronun barones hakkındaki tek derdinin italyada başkasıyla yatıp yatmadığı oluşu, filmin başında “cezalandırılan” doktorun ensest düşkünü bir sapık olması vs vs.)bunların ışığında düşünüldüğünde, cinsellik/iktidar ilişkisi üzerinden psikanalitik bir okumaya tabi tutulabilecek bir filme benziyor beyaz bant.filmde kesin olarak gördüğümüz şey, iktidarın kendini cinsellik ekseninde tanımlıyor oluşu. doktorun ebeyi cinselliktenyoksun bırakması da böyle bir iktidar ilişkisinin neticesi örneğin. filmdeki gördüğümüz nadir temiz ilişkilerden biri olan anlatıcı-bakıcı ilişkisi bile erkeğin cinsel dürtüsünün sözkonusu olabileceği durumda netameli bir hal alabiliyor (at arabasıyla giderken gölde piknik teklifi sahnesini hatırlayın).aynı temelden hareketle şu çıkarımı yapabiliyoruz: erkeklik/cinsellikle mobilize olmuş iktidarın “her yerdeliği”, bir başka deyişle simgelenen iktidarın zamandan, uzamdan ve “doğrudan bir sorumludan” bağımsız oluşu, işlenen suçların da aynı niteliğe sahip olmasına yol açıyor. çünkü iktidara karşı verilen tepki de “her yerde” zuhur edebiliyor. foucault’nun “iktidar her yerdedir” önermesinin (farklı bir eksende) vücut bulmuş hali bu aslında.bu zaman/uzam tanımayan “her yerdelik”, kendini beyaz bantta somut olarak gösteriyor. beyaz bantlar, üzerinde iktidar kurulmuş olan “ezilen” unsurlara, yani çocuklara, daimi olarak bu mekanizmayı hatırlatan bir simge. amacı “masumiyeti hatırlatmak” olarak gösterilen beyaz bant, masumiyeti temel bir insani erdem olmaktan çıkararak, çocukların eylemliliklerini sınırlayan, kutsal bir işaret işlevi görüyor.beyaz bantın, sonradan yahudilere zorla taktırılacak davut yıldızlı kolluklarla olan benzerliğini vurgulamaya gerek yok sanırım. filmin nazilerin yükselişine bağlanabilecek kısmı sadece burası aslında, ama haneke’nin filmin adını bu şekilde seçmiş olması da, nazi almanyasına ne kadar az gönderme olursa olsun, filmin esas problemlerinden birinin nazilerin doğuşu olduğu düşüncesini de ister istemez doğuruyor. zaten filmin sonunda alenen suçlananların doktor ve köy ebesi, yani “ötekiler” olması da, nazi düşüncesinin dayanaklarından birisi.bu sayede, almanyayı savaşla ve kısa bir süre sonra nazi iktidarıyla başbaşa bırakan dinamiği uluslararası konjonktürde (avusturya veliahtı saraybosna’da ölünce ne değişti filmde?) veya devlet aygıtı üzerindeki iktidar mücadelesinde değil, yerellikte aramamız gerektiği sonucuna varıyoruz.geriye, toplumsal güdüleri böylesine derinlikli irdelediği için haneke’ye minnettar olmak kalıyor.--- spoiler ---
(sakarkral - 15 Mart 2010 11:00)
--- spoiler ---film, 1913 yılında geçiyor. bu tarihin neden seçildiğini bilmemekle birlikte, şunları söyleyebiliriz. "1. dünya savaşı" arkaplanı filmde 'edilgen' olarak baskın iken, etken olarak*, anlatıcının 1917 yılında savaşa katılmak amacıyla kasabadan ayrılması dışında yer bulmuyor.o zaman bu tarihi şöyle yorumlayabiliriz. 1913'te, 8-10 yaş arası çocuklar, tam 20 sene sonra, 30'lu yaşlarının sonunda hitler'i iktidara getiren asli kitleyi oluşturacaklar. hatta hatta, almanya ordusunda orta-üst düzey subaylardan, parti yöneticilerinden müteşekkil olacaklar.haneke, belli 2. dünya savaşı'nın sonuçlarını bizzat deneyimlemiş bir entelektüel olarak; "dünyaya karşı bunca kinin, bunca sistematik vahşetin nedeni" sorgulamasına, birkaç esaslı yanıt veriyor.birincisi; insan, doğası gereği kötüdür. tüm o gözü dönmüş vahşilik, "telkinci ideologların" sıktığı masumiyet/saflık gibi palavraların altındaki koskocaman bir gerçek olarak yatıyor. ister masumiyet de masumiyet diyerek uyumaya devam edersin, ister cüret edip masumiyeti sorgularsın. ikincisi; tüm o saflık palavralarının altında yatan yoketme isteği, geleneksel ideolojiler tarafından (filmde yer yer soylu sınıf, ama baskın olarak ruhban sınıfı, hristiyanlık) görmezden geliniyor. insanlar, bu ideolojiler tarafından "saflık, masumiyet" palavralarıyla kandırılırken, kinleri ve vahşet isteklerinin kapsamları genişliyor. bu kinin dışa vurulduğu nadir anlarda din, (filmin sonunda, rahibin anlatıcıyı evinden kovması gibi) olayı örtbas etmek ve vahşetin "arkasını toplamakla" iştigal ediyor baskı, kötücüllüğü hem besliyor hem olumluyor. üçüncüsü; geleneksel sisteme entegre olamamış, ilişememiş insanlar (filmde anlatıcı ve öğretmen) sorunu fark etseler de inisiyatif almıyorlar. çünkü sayıları çok az. en önemlisi etki alanları geniş gibi gözükse de (filmde, baş kişinin "öğretmen" olması ve vahşetin kaynağı "çocuklar"la doğrudan muhatap olması) karşısında çelik gibi iki özne var. insanın varoluşu/genleri ve yüzlerce yıllık öğretiler. bunlara karşı kısa vadede yapılabilecek hiçbir şey yok.bir adım daha ileri gidiyorum; anna karenina'da kont vronski, içine düştüğü bunalımdan, pişmanlık duygusundan bir nebze olsun kurtulabilmek için, orduya yazılıyor, osmanlı'ya karşı savaşa gidiyordu. filmde de anlatıcımız farklı bir düzlemde, benzer bir eylem içinde. kinin/nefretin orijinini ve belirtilerini fark etti. ve sonra, farkında olmanın yükünden kurtulabilmek için 1917 yılında savaşa, yani vahşetin en hoyrat biçimde varolduğu, olumlandığı ve yeniden üretildiği meydanlara gitti. yükünden arındı. -ve buraya dikkat- tekrar kasabaya dönmedi. kötücüllükten kaçılmayacağını idrak ettiğinden ötürü öğretmenliği, çocuklarla muhatap olmayı bıraktı. baba mesleği terziliğe döndü, evlendi ve sahte mücadelesinden dahi (kötücüllükle savaştan) elini eteğini çekti. sisteme, yabanıllığa yeni kıyafetler biçen bir terzi olarak sisteme eklemlendi.elbette bu sisteme ilişme süreci ve sonrası haneke'nin ilgi alanının büsbütün dışında olduğu için, süreç birkaç cümleyle geçiştirildi ve film en nihayetinde bitti.dipnot: bana kalırsa, yaşlılığında tüm bu dehşetengiz yaşanmışlıkları sukunet içinde anlatabilen "anlatıcı" da, öğretmenin ta kendisi. anlatıcı, öğretmenin sisteme ilişmiş, rahata kavuşmuş, iki esaslı savaştan da yırtmış yaşlılık hali.***http://www.radikal.com.tr/…26.05.2010&categoryid=97***
(tinkebaut - 21 Mart 2010 02:29)
içinde bir tane insan gibi baba olmayan filmdir.
(amandur - 24 Mart 2010 04:48)
express sayı 2010/05'ten geliyor.(cineuropa, der spiegel ve film comment'den çeviri; neslihan akpınar-ahmet gürata)***- neden 1. dünya savaşı arifesinde bir alman köyünü filminize merkez seçtiniz?- michael haneke: amacım, bir mutlaka dönüştürülen değerlerle eğitilen bir grup çocuğu ele alman ve onların bunu nasıl içselleştireceğini görmekti. ister politik olsun, ister dinsel, bir ilkeyi mutlak statüsüne yükseltmek, gayriinsani bir şeydir. ayıca film sadece faşizmle ilgili değil; belirli bir kalıbı ve çarpık ideallerle ilgili evrensel bir durumu konu alıyor.- köyedeki ilişkiler içten içe sorunlu. kahraman yok, kurtuluş yok. insalık görüşünüz bu kadar olumsuz mu?- michael haneke: hayır; fakat dünyamıza düzensizlik hakim. dramanın amacı, çatışmaları göstermek, kuşkudan arınmamıza, rahatlamamıza izin vermemektir. bütün filmler manipülatiftir. izleyiciye tecavüz eder. mesele şu: izleyiciye neden tecavüz ederim? bunu izleyiciyi düşünmeye, zihinsel olarak bağımsız olmaya ve bu oyunda kendi rolünü görmeye zorlamak için yapıyorum.- beyaz kurdele'de çocuklar bile soğuk ve zalim...-michael haneke: ben çocukların masum olduğuna inanmıyorum. aslında kimse buna cidden inanmıyor. oyun parklarına gidin ve kum havuzunda oynayan çocukları izleyin! "tatlı çocuk", ilelerin arzuladığı romantik bir kavramdan öte bir şey değil.- filminizde, çocuklarınız katı bir protestan eğitimi altında nasıl otoriteye tâbi ve suça meyilli köleler olarak yetiştirildiğini anlatıyorsunuz...- michael haneke: evet, bu çocuklar emirlere uyan bireyler olarak yetiştiriliyorlar. otoriteyi kabul etmeyi öğrenmeleri gerekiyor. ancak eğitim, her zaman, bireyin topluma uyum sağlayabilmesi için özgürlüğünün terbiye edilmesi anlamına gelmiştir. filmdeki çocuklar, her ne kadar ebeveynlerine mutlluk ya da neşe getirmese de, onların çocuk yetiştirme konusundaki ideallerini somutluyor. luther'in incil'inde şöyle deniyor: "ben kıskanç bir tanrıyım, bablarının günahlarından dolayı çocukları cezalandırırım." tarihsel bir geçmişi olan kötülük ya da bir kuşaktan diğerine aktarılan şiddet, "lanet"in kökenine nereye dayandığı sorusunu gündeme getiriyor. eğer günah kavramından kaçınmak istiyorsanız, konuyu tarihsel ya da sosyolojik temellere dayandırmanız gerekiyor. herkesin her türlü kötülüğü yapabileceğini ya da tam tersi davranış sergileyebileceğini düşünüyorum. goethe'nin dediği gibi, "daha önce işlemediğim tek bir suç yok." iyi ya da kötü arasındaki denge hep vardı; esas mesele, koşulların ve kişisel tercihlerin buna nasıl neden olduğu. dünyada derin bir adaletsizlik hakim. filmde incil'den yaptığım alıntıya gelince, özellikle korkunç olduğu için kullandım. çocuklar açısından, bu kasabdaki en güçsüz kişiye işkence yapma hakkını getiriyor. fanatikler böyle davranıyor... tarihsel açıdan baktığımızda filmdeki çocukların kuşağı ve tâbi oldukları "eğitim", bize gelecekte birer yetişkin olarak üstlenecekleri rolü ve hatta onların çocuklarını düşündürüyor. sanırım bu nedenle anlatıcının sesi bir yaşlı adama ait. filmdeki genç öğretmenle bu ses arasındaki mesafe, arada geçen tarihsel deneyimleri çağrıştırıyor.- "beyaz kurdele"de koşullar kişisel tercihleri nasıl etkiliyor?- michael haneke: 1914 gerçek bir kültürel kırılmaydı. 1. dünya savaşı'nın patlak vermesiyle, tanrı, imparator ve anavatan arasındaki birliktelik koptu. bir bakıma 2. dünya savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeler de bununla ilişkilendiriliebilir. "beyaz kurdele"de 8 ile 15 yaşları arasında gördüğümüz çocuklar, nasyonal sosyalizmin yükseliş döneminde sorumluluk üstlenecekleri bir yaşa gelmiş olabilirler. aklımda sol terörizmin, kızıl ordu fraksiyonu'nun tarihçesi de vardı. gudrun ensslin, protestan bir rahibin yedi kızından dördüncüsü; ulrike meinhof da son derece dinsel bir aile ortamından geliyor. her ikisi de benim çok ilginç bulduğum bir ahlaki katılığa sahip. meinhof'u 60'ların sonundan biraz tanıyorum. bambule adlı televizyon oyununu hazırladığı dönemde ben de yayıncı olarak çalışıyordum. fanatik birine benzemiyordu. etkileyici, iyi eğitimli ve çok komik biriydi. bir keresinde çocukları okula geç kalmıştı. onlara, eğer aynı şey bir daha başlarına gelirse, "kapitalizmin suçu" diyerek mazeret göstermelerini söylemişti.- filmlerinizin çok fazla şiddet içerdiğinden şikayet ediliyor...-michael haneke: ama şiddeti çekici hale getirmiyorlar. öylesi müstehcen olurdu. izleyicinin fantezisi görüntüden daha güçlüdür. gıcırdayan bir zemin, kağıdaki canavardan daha ürkütücüdür. korku, inan varlığının en temel koşullarından biri.- sizin korkularınız neler?- michael haneke: çok özel şeyler değil. hastalık korkusu, acı duyma korkusu... sevdiğim birini kaybetme ve ölüm korkusu...- insanların zaten çok fazla korkusu var, sinema onları daha endişeli hale mi getirmeli?- michael haneke: pasolini'nin faşist italya'daki cinsel sapkınlığı konu akan filmi "salo ya da sodom'un 120 günü" beni o kadar korkuttu ki, 14 gün hasta yattım. filmden hiçbir şeyden olmadığı kadar çok şey öğrendim, ama bir daha asla böyle bir cehenneme bakmadım.- modern orta sınıf toplumunda böyle cehennemlerden çok var. siz de dönüp dolaşıp buraya dönüyorsunuz.- michael haneke: bu, en iyi bildiğim şey. filmlerimin başlıca izleyicileri de bu sınıftan; bu durm, filmdeki karakterlerle özdeşleşmelerini kolaylaştırıyor.- sanki orta sınıf kökenli olmakla ilgili bir derdiniz var...- michael haneke: hayır, böyle ayrıcalıklı yetiştirildiğim için minnettarım. üçüncü dünyalı insanların yaşadığımız yere gelebilmek için neler yaptığını her gün görüyoruz. ve biz de onları içeri almamaya çalışıyoruz. çünkü paylaşmaktan korkuyoruz. ama korku saldırıya neden olabilir. "saklı"daki karakterlerden biri şöyle der: "hiçbir şey yitirmemek için yaptığımız onca şeyi bir düşün." toplumumuz açısından çok önemli bir cümle.- siz başkalarından daha mı iyisiniz?- michael haneke: hayır. ben de herkes kadar korkak ve bencilim. bir göçmen kapıma gelip "çok fazla odan var, burada yaşayabilir miyim?" deseydi, onu içeri alır mıydım? hayır. ben bir aziz değilim. filmlerimde diğer insanlara ve kendime belirli bir şüphe geliştiriyorum.***
(tinkebaut - 28 Mart 2010 02:27)
filmin temel argümanı frankfurt okulundan hareketle "çocuğun ebeveynine karşı düşmanlığını baskılaması ve bu düşmanlığın daha sonra yahudiler gibi “güvenli” hedeflerle yer değiştirmesine yol açması" olabilir. hatta belki de haneke otoriteryen kişilik'i okumuş, bir çekeyim bakalım demiştir. çok iyi de etmiştir.
(katatonik degirmen - 29 Mart 2010 02:56)
sinemada izlenecek film değil. 1. ses namına ara sıra çalınan enstrumanları saymazsak sadece diyalog olduğu için yeni ve iyi yönetilen bir sinemada* dahi yan salondaki ekşınlı filmin sesiyle beraber izliyorsunuz, acayip dikkat dağıtıyor.2. 8 kişiydik salonda ben hariç 7'si haneke filmine geldiklerini bilmiyolardı sanırım, bir çift ilk yarıda siktir olup gitti, siktir olup gitti diyorum zira hatun kişi 2 defa salondan çıkıp geri girdi. bir baba oğul ilk yarıdan sonra çıktılar. tam arkamda oturan 3 arkadaş da oflaya puflaya, söylene söylene yani benim film keyfimin içine sıça sıça izlediler. ne konsantrasyon kaldı ne başka bir şey. sözün özü; dvd'sini alın, torrente abanın oturun evinizde izleyin.
(agk - 3 Mayıs 2010 00:52)
--- spoiler ---itiraf etmeliyim ki bittiği anda hissettiğim şey yarım kalmışlık duygusuydu. ya yaşlanıyorum belki de ondandır ama sonunun seyirciye bırakıldığı filmler artık bana zor geliyor. hala merak ediyorum çünkü ebenin ve özürlü oğlunun akıbetinin ne olduğunu, ebenin niye apar topar bisikleti alıp yola düştüğünü vs.. hatta doktorun düşmesine sebep olan ipi kim germişti, kızı mı acaba.. yoksa yine filmin kötüleri olan çocuklar mı..bu soruların cevapları belki çok önemli değil, belki biraz düşününce bulunuyor ama ben yine de filmden beni bu zahmetten kurtarmasını ve anlatmasını beklemiştim. hatta anlatıcı gayet iddialı bi lafla, “belki ileride olanların sebeplerini daha iyi anlayabiliriz bunları anlattığımda” dediğinde beklentim daha da yükselmişti. bu cümleyi tam doğru yorumlayamadığımdandır belki ama ben filmin geçtiği tarihi 1938 sanmıştım ve sonra başlayacak savaşı direkt ikinci dünya savaşı sanmıştım. o yüzden hikayedeki kötü adamlar bizzat birbirlerine kötülük eden köylüler mi, hatta papazın kendisi mi çıkacak diye merak bile etmiştim.üstelik filmde papazın çocuklarına uyguladığı aşırı katı disiplin ve baskı dışında (ha evet bi de doktorun kızını taciz edişi var) diğer çocukların çok bi - ileride faşizme kayacak kadar – yaşadıkları kötü yetiştirilmeye de şahit olmamıştık. yani tamam papazın çocukları sonra nazi olsalar anladık da diğer çocuklar niye oldu.. haneke “kötülük bizim genlerimizde” diyorsa, o zaman zaten bütün herkesin içinde bi nazinin yattığını söylüyorsa almanya’da geçen bi hikaye anlatmasına gerek olmamalıydı.demek istediğim şu.. eğer haneke bu filmde nazizmin neden oluştuğunu anlatıyorsa o zaman bütün herkes doğuştan kötüdür demiyordur, işte "şu şu şu sebeplerden dolayı tarihin bi döneminde almanya’da nazizm yaşandı ve sebepleri buydu" diyordur. yok herkes kötü diyorsa o zaman özellikle almanya’dan bi hikaye anlatmazdı, kötülük bütün dünyaya has derdi.. ki zaten haneke diğer filmlerinde de bunu anlattığına göre ben bu ikinci olasılığı daha yüksek buluyorum. haneke nazizmin sebeplerini anlatmaya girişmemiş, seyirci bu yorumu filme atfetmiş bence.neyse içerik için diyeceklerim bu kadar, biraz da biçemden bahsetmek istiyorum. haneke’nin gerçekçi yönetmenliğinin müsebbibi bence diğer yönetmenlerin gerçekçi olmayan rejileri. haneke’nin çok üstün bi yönetmenliğini görmüyorum aslında yani. örnekleyeyim,bu filmde pek çok sahnede evin bi odasında yalnız kalıp diğer karakterlerin odaya gelmesini bekleyen insanlar gördük. mesela bi karakter eve geliyor, konuşmak istediği kişiyi söylüyor, o kişiyi çağırmaya gittiklerinde adam odada yalnız kalıyor ve bekliyor. işte bu anda biz de bekliyoruz ve sahnede hiç bi hareket olmuyor. sanki gerçekten biz de oraya gitmiş ve odada bekliyormuşuz gibi hissediyoruz.bu tip bi sahne ticari sinemada, zanaatkar bi yönetmen tarafından şöyle çekilir. ticari sinemanın şaşmaz kurallarından biri hiçbir saniyenin boş geçmemesi gerekliliğidir. bu yüzden adam odada yalnız kalınca etrafa bakar, kamera hareketlidir, adam odada ilginç bi şey görür falan filan.. ama mutlaka bi şeyler olur. asla boş bi an geçmez. yok odada görülecek ilginç bi şey yoksa bu sefer sahne değişir ve adamın (ona a diyelim) beklediği kişiyi (buna da b diyelim) görürüz, b’ye a’nın aşağıda beklediği söylenir, b’yi seyrederiz ve mutlaka b ilginç bi şeyler yapar. bi şeyi cebine alır, camdan bakar bi şey görür falan filan.. ama sahne asla boş geçmez.haneke (ve aslında benzer pek çok yönetmen.. ki bunlara sanat filmi yönetmeni de deniyor ya kısaca) bunu yapmıyor işte.. bu yüzden sanki bi film değil de gerçekten orada olan bi şey seyrediyormuş gibi hissediyoruz. kamera genellikle sabit oluyor, kamera numaraları asla kullanılmıyor, kamera sadece görmemiz gereken bi şey varsa en basit haliyle o olayı görmemiz için kullanılıyor o kadar. cut’lar, paralel kurgular, zoom’lar vs bu sinemaya yabancı..ben bu tarzı da seviyorum (çoğu popüler sinema izleyicisi tahammül edemiyor bu dinginliğe) ama bazen dengeyi kaçırdıkları da oluyor. mesela tarkovsky filmlerini bu yüzden seyredemiyorum. siebente kontinent’i de ilk beş on dakikasında gayet keyifli seyrederken sonra ara vermek ve ertesi gün bitirmek zorunda kalmıştım. ama bak, zaman geçtikçe haneke de değişiyor. çünkü bu filmi kontinent’le kıyaslarsan bu filme gayet hızlı bile diyebilirsin.neyse gitgide dağıttım anlattıklarımı. toparlamak için uğraşasım yok şimdi.. güzel film, iyi film. bitti.--- spoiler ---
(brick top - 5 Haziran 2010 02:15)
zeki demirkubuz: "kolay kolay meslektaşlarıma özenmem, ama keşke bu filmi ben çekseydim." dediği şaheser.
(iqm - 26 Ekim 2010 10:15)
bu film faşizmin kısa tarihidir. kısa bir özetidir. faşizmin bir toplumda nasıl filizlendiğini, küçük bir köye odaklanarak büyük ölçekli bir biçimde görüyoruz bir filmde. "özel"in nasıl da "genel" olabildiğini görüyoruz. aile yapısının, toplum yapısını, toplum yapısının, devlet yapısını oluşturduğunu görüyor, saniye saniye izliyoruz. 30lu yılların savaşa giden almanya'sını, düşmanlaşan, yabancılaşan, ötekileşen almanya'sını kimlerin, nelerin, nasıl oluşturduğunu yaşıyoruz. herkesin birbirinden uzakmışçasına yaşadığı ancak herkesin her hanede bir iz bıraktığı bir kaosu anlamaya çalışıyoruz. havadaki sakinliğin, tamamen bir "yanlış yorumlama" olduğunu ziyadesiyle hissediyoruz. otoritenin mutlak hakimiyetini, hem aile içi hiyerarşiyi hem de toplum hiyerarşisini, onların nasıl da karşı konulmaz olduklarını, olabilecek en çarpıcı şekilde bir yumruk olarak yüzümüze yiyoruz.haneke, hiçbir zaman oyuncuların boyunu fazla aşmayan kamerasıyla, bizi de olayları içeriden izleyen biri haline getiriyor. bir dış anlatıcıyla, olayıları çizgisel olarak izlememizi, diyaloglarla ise kesinlikle çizgisel olarak yorumlayamamamızı sağlıyor. uzun uzun çekilen her sahne, zor bir tiyatro oyunu kadar replik ezberi, hareket ezberi ve sabır istiyor. son senelerin değil, tüm senelerin en manalı ve hatta en iyi filmlerinden biri. haneke'nin de zirvelerinden..
(ziggy played guitar - 22 Mart 2011 01:27)
haneke’nin bizi selamladığı son filmidir. yine kapı dışında bırakır bazı sahnelerde izleyiciyi; “içeri girmene gerek yok, sen orada neler olduğunu biliyorsun zaten” der. bazen sabit kamerasını azıcık oynatsın da oyuncuların yüzünü, mimiklerini göreyim dersiniz ama yok o çevirmez kamerayı. yine der ki; her sahneyi sana göstermeme gerek yok. filmin sonuna yine kendi imzasını atar da tüm cevapları kucağına koymaz katiyen, film boyunca sorduğu soruları cevaplamaz. ben çektim sen de izledin; "ya sen ne düşünüyorsun şimdi?" diye sana sorar adeta. gelelim filmimize;beyaz bant: bir alman çocuk hikayesi ve haneke iftiharla huzursuzluk sunar. --spoiler yayını başladı--filmin geçtiği köy sanki bir prototip. çifçisi, baronu/ baronesi, rahibi, doktoru, öğretmeni, kahyası, dadısı, ebesi ve boy boy çocukları ile küçük bir prototip. hani büyük inşaat projelerinin küçük maketleri olur ya; proje onun üzerinde anlatılır, görsel olarak sunulur. filmin geçtiği alman köyü de bir maket, bir örneklem. anlatıcının filmin başında söylediği şu cümleler bunu destekler nitelikte;“… ama sanırım köyümüzde meydana gelen bu garip olayları anlatmak zorundayım. anlatacaklarım belki de bu ülkede olmuş bazı şeyleri açıklığa kavuşturabilir.”dört duvarın içinde yaşananlara aslında ne kadar uzak olabileceğimizin göstergesi bu film aynı zamanda. kapalı kapılar ardında yaşanan baskıyı, işkenceyi, tacizi, sevgiyi, cezalandırmayı, eğitimi görmemiz ne kadar zor diyor ve ekliyor ; “kol kırılır yen içinde kalır”. siyah ve beyaz kadar kesin sınırları var bu dört duvarın ve ardında yaşananların. bir alman çocuk hikayesidir film; evet, filmin bel kemiği köydeki çocuklar. az önce bahsettiğimiz dört duvarlar ardındaki sayısız çocuk. çocuklar birer ayna; onlar sadece üzerlerine vuran görüntüleri yansıtıyorlar. aynaya neyin gölgesi düştüyse, nasıl bir ışık vurduysa onu bize çeviriyor ve görmemizi sağlıyorlar. siyah ve beyaz kadar net görüntüler akıyor üzerlerinden.çocuklar masum mudur? sorusunu sormamız için dürtüyor film durmadan. biz bu sorunun cevabını ararken de ; masum dediğimiz çocukları ve onların çocukluklarını nasıl kirlettiğimizi, sonra da kirlenen bu masumiyeti unutmasınlar diye onlara nasıl beyaz bantlar taktığımızı getirip koyuyor gözümün önüne. özetle önce nasıl siyaha bulayıp sonra da nasıl beyaz kurdeleler ile tekrar çocuklaştırmaya, nasıl masumiyetlerini iade etmeye çalıştığımızın göstergesi oluyor.filmin sonunda yönetmenin cevapları sana bırakmasının sebebi de bu ya zaten. her bireyin siyahı ve beyazı; üzerine yansıyanlarla birlikte kendi yansıttıklarının temelini oluşturuyor ne de olsa.peki bize kim hatırlatacak masumiyetimizi? bizi ne büyüklükte bir beyaz kurdele takmak kurtaracak artık? sorusu dönüp duruyor kafamda sadece. ve siyah beyaz başlayan film yine siyah beyaz bitiyor.--spoiler yayını son buldu--
(dolls - 17 Şubat 2012 18:00)
--- spoiler ---+ bugün gördüğümüz kadın, onun nesi vardı? - hangi kadının? anladım. o öldü. + nasıl yani?- ne nasıl?+ ölü? - "ölü" mü ne demek? bu soru nerden aklına geldiyse! birisinin artık yaşamama durumu oluyor. hayatın sona ermesi oluyor. + birinin hayatı ne zaman sona erer?- çok yaşlandığında ya da çok hasta olduğunda.+ peki ya o kadın? - o kaza geçirdi. + "kaza" mı? - evet. birinin ciddi şekilde yaralanması oluyor.+ babam gibi mi?- evet, ama ondan çok daha kötüsü. o kadar kötü ki, vücut artık bunu kaldıramıyor. + sonra da ölünüyor mu yani? - evet. ama birçok insan kaza geçirmez.+ öyleyse onlar ölmezler. - hayır, onlar daha sonra ölürler.+ ne zaman?- şey... daha sonra, gerçekten yaşlandıklarında. + herkes ölür mü?- evet.+ herkes mi, gerçekten mi?- evet. herkes ölmek zorunda.+ sende mi anni? - ben de, herkes. + babam da mı? - babam da. + ben de mi? - sen de. ama buna uzun zaman var. hepimiz ama buna daha epey var.+ buna karşı konulamaz mı? olmak zorunda mı?- evet ama buna daha var.+ peki ya annem? yolculağa gitmedi mi? o da mı öldü?- evet. o da öldü. ama bu uzun zaman önceydi.+ (çocuk masadaki tabağı yere atar)--- spoiler ---http://www.youtube.com/watch?v=b7joch-mhfa
(garipadam - 6 Mayıs 2013 22:38)
faşist almanya temelinin, 1. dünya savaşından hemen önce taşrada nasıl atıldığını anlatan minimal köy filmi.etkileyici bir sürece sahip, izleyiciyi fazla yormadan sonuç yolunda ilerleten, tam herşey çözülecek derken aniden biten, kapılar müzikler ve çocuklarla hatırlanan haneke filmi. benimse "tanrıya beni öldürmesi için bir şans verdim" repliğiyle ve babasının kuşu öldüğünde, kendi kuşunu hediye eden aşırı sevimli çocuk ile hatırlayacağım film.rahatsız ediciliğini özellikle küçük çocuk istismarından ve ebeveyn çocuk ilişkilerinden alıyor film. yönetmenin kent üçlemesinde, aile-çocuk arasındaki yabancılaşmaya alışkın olsak da, bu filmdeki çocuk istismarı apayrı bir boyut kazandırmış. ek olarak daha sonra bahsedeceğim kadının meta olarak görülmesi ve aşağılanmasını ve ezilen insanın ses çıkaramaması temalarını da dönem şartlarına uygun şekilde izleyiciye alışkın olmadığımız bir gerçeklikle göstermiş.ilişkileri ele alma biçimine bir açı getirmiş kendine yönetmen. geçmişteki filmlerinde anaerkil aileleri, genelde pısırık babaları ele alan yönetmen bu filmde ataerkil aileleri gözümüze sokup, erkeğin güçlü yapısını ondan daha ziyade de kadının güçsüzlüğünü göstermiş. öğretmen ile dadının aşkında, aşırı utangaç ve isteğini dahi söylemekten çekinen dadı, doktor ile ebe ilişkisinde, ilişkinin yükü omuzlarında olmasına rağmen, her türlü çirkefliğe boyun eğen ebe. baron ile barones ilişkisinde aşkından vazgeçip kocasına dönmek zorunda kalan barones. peder ile eşi ilişkisinde her kararı pedere bırakan eş. sürekli bir kocaya bağımlılık maddi manevi. ve babaların çocuklar üzerindeki etkisi. alman disiplini diye bildiğim şeyin, aslında bir ekol değil öğrenilebilir bir olgu olduğunu, baskı yoluyla babadan çocuklara aktarıldığını görmüş oldum.haneke özellikle bekleme ve kapı sahnelerinde bu film benim diye bas bas bağırmış. odada boş boş bekleyen misafirler, kapıların arkasında bazen de kadrajın dışında duyulan ama görülmeyen olaylar. filmin sonu dahil tüm olaylarda bir gizem hali hakim iken "beyaz kurdele" nin ne anlama geldiğini açıkça anlatması yönetmeni tanıyan izleyiciyi şaşırttı. beyaz masumiyetin rengi. beyaz kurdele takılma nedeni de günahlardan, kıskançlıktan, bencillikten, ahlaksızlıklardan uzak durması içinmiş. masumiyet demişken. filmin ana konusu da bu. çocuk masumiyetinin olmadığı. aslında çocukların da çıkarcı bencil çirkef oldukları. sanıyorum doktora pusu kuran da, sigi yi döven de, özürlü çocuğa işkence eden de hep filmdeki çocuklar. içlerinde önlenemeyen bir düşmanlık. ötekiyi kabulleneme. doğal olarak beklenen faşizm, metafor olarak değerlendirdiğimizde, yahudileri temsil eden bir sigi görüyoruz. dövülüyor, annesiyle beraber şehirden göç ediyor, düdüğü alınıyor.asıl beni etkileyen ise, filmin ortalarında doktor ile ebenin konuşması oldu. belki zamanında ihtirasla hatta yasak bir aşk ile birlikte olduğu ebe ile, yaşlılığına bağlı olarak isteğinin azalması üzerine yaptıkları tartışma. kadının önce üzülüp durumu kabullenmesi, sonra sinirlenip tehdit etmeye başlaması daha sonra intiharı düşünüp kendini acındırması ve sonunda da tekrar saldırganlaşıp daha fazla gururunun kırılmasına izin vermeyişi, bu sırada doktorda en ufak birduygu değişiminin olmayışı sinemada izlediğim en etkileyici kadın aşağılanması sahnesiydi. nasıl bittiğiyse filmin tam bir muamma. film başlarken anlatıcının muammalı konuşması; filmin sonunda hiç bir şey bilinmeyeceğine dair ufak ipucu verse de, herkes gibi beni de filme bağlayan, filmin boğucu havasından arada bir nefes aldırtan, katillerin ve saldırganların kim olacağına dair merakımdı. morgan freeman tarzı filmin sonunda bazı taşları yerine oturtmaya çalışsa da anlatıcı, asıl önemli soruları cevapsız bırakmayı seçmiş. şahsen en çok doktora kim pusu kurdu onu merak ettim.
(lotren mier - 27 Eylül 2013 04:30)
bundan yıllar önce, henüz sekizinci sınıfta öğrenci iken oldukça vahim bir hadise yaşamıştık. günlerden bir gün, birisinin sınıfa fotoğraf makinesi getirdiği bir zaman diliminde (ki o zaman fotoğraf makinesi her zaman gelinen, görünen bişi değildi) böyle gülmeli eğlenmeli, üç kişili, beş kişili ve tabii ki kızlı erkekli fotoğraflar çekinilirken bir anda tiz bir çığlık ile ortalık inledi. sesin sahibi a. adlı bir kız arkadaşımız idi. bir anda sinirlenmiş, haneke'nin bir diğer filmi cache'da kafası kesilmiş horozun çırpınışı gibi çırpınmaya başlamıştı. geçmiş zaman, insan unutuyor ama "hayvaaanlar, yazıklar olsun" diye bağırdığını anımsıyorum. olayın içeriği kısa sürede anlaşıldı. bir sınıf arkadaşımız, a. isimli arkadaşımıza, fotoğraf çekimi esnasında pandik atmıştı. ama masumiyete halel gelişi henüz bütünü ile ortaya çıkmamıştı, biraz daha beklememiz gerekecekti: okul idaresi, sosyo-ekonomik açıdan üst sınıf mensubu olan a. ve onun kendi habitusundan diğer arkadaşları suçluyu ivedilikle tespit etmişlerdi. sekizinci sınıftık bilgisini boşuna vermiyorum. takvim yılı olarak bahsetmek gerekirse devir 28 şubatın ve onun fişlemelerinin yaşandığı, doğuda ve güneydoğu anadoluda gayette yüksek yoğunlukta bir savaşın devam ettiği, faili meçhullerin, çöple beslenenlerin ve çalıp duran zillerin kimseyi uyandırmadığı, kayıpların, gözaltında kaybolmaların, işkence gören manisalı gençlerin günleriydi. bi pandik sonucu biz o kirli dönemin mikrosunu o güzelim anadolu lisesi ortamında yaşayacaktık. değil mi ki doksanların ikinci yarısı idi, pandikçinin tespiti de tam da zamanın ruhuna uygun bir şekilde gerçekleştirilecekti. müdür ve diğerlerinin tespit için ipucuna ihtiyaçları yoktu. eğer ki bir ortamda bir suç teşkil eden bir fiil varsa, "her kim ki sosyo-ekonomik açıdan düşük seviyededir, her kim ki etnik kökeni, kökeni olmasa da şivesinin çağrıştırdığı ile doğu / güneydoğu kökenlidir, her kim ki arkadaş çevresinde, daha doğrusu makbullerin arasında popüler değildir; suçlu odur" şiarından hareket ettiler. ihale hemencecik bu vasıfları bütünü ile kendinde toplamış olan ö. de kaldı. doksanların ikinci yarısı lan boru mu. kendini savunamadı bile ö. masumum bile diyemedi. ağzını ilk açtığı anda müdür tarafından tekmelendi. konuşamadı, konuşturulmadı. anında fişlendi, suçlandı. iğrenildi, ötelendi. oysa çok çok kısa bir süre sonra olay kendiliğinden anlaşıldı. pandiği atan tabii ki ö. değildi. pandik ö.nün temsil ettiği her ne varsa onun tam tezadı olan e. tarafından atılmıştı. sınıfın popüleri idi e., çalışkanı idi, yakışıklı idi, karizmatik, popüler bir o kadar cazibeli idi. okula ilk kez bedmington (düşün 20 yıl geçmiş ben daha yazılışını bilmiyorum) getiren oydu, kareteye giderdi. süper baba'da alim'in önceleri düşmanı sonra dostu olan elemanı sarı saçlı düşünün, işte o e. başkasının cebinden çıksa kopya muamelesi görecek kağıtlar ondan çıktığında çalışma kağıdı olarak nitelendirilirdi hocalar tarafından. herkesin helvacıoğlusu varken yamaha flüte sahipti kendisi. zaten bir yıl sonra askeri liseyi kazanacak, ondan birkaç yıl sonra da gata'da hem asker, hem hekim kariyeri yapacaktı. üstelik bu e. nin ilk pandiği değildi. bir kaç zaman önce yine a. ya, daha rafine ortamda pandik atmış, bu şaka olarak sayılmış, mağduremiz yakınındaki insanlarla "hahaha e. bana pandik attı" diye geyiğini döndürmekten bile çekinmemişti. bu defasında ise e. yine pandik atmış, ama olay büyümüş ve ö. ye ihale edilmişti. sadede ve tanıma gelecek olursak masumiyetin yalnızca beyaz bir kurdale ile ifade edilmeyeceğini ve atın takılması için gerilen ip kadar dramatik nice olayların insanın başına geldiğini düşündürendir. somut bir pandikleme fiili, çıkan ele ve çıktığı iddia edilen ele göre bambaşka yorumlanabiliyordu. ülkede her ne bok yaşanıyorsa esasında o rafine anadolu lisesi ortamında da o yaşanıyordu. bizler, hiç de masum olmayan toplumun kendini masum sayan çocukları ö. tekmelenirken sadece izledik, e. ye diş bilesek de müdür ve temsil ettiği değerlerin bugün ö.'ye, yarın bize haksızlık etmesine göz yumduk. rte bir konuda haklı çıktı, "ulan hepimiz oradaydık be" masumiyet bir tekme ile yitirildi demiyorum, zaten masum değildik hiç birimiz. zaten dünyanın kendisi, dünyadan daha vahim şekilde ülke bizatihi bok içinde yüzüyordu; biz o kadar bokun bize bulaşmadığı yanılsaması içinde idik. tekme her birimizin ne denli bok içinde olduğu gerçeğini ortaya koydu sadece. ve nasıl ki das weisse band basit bir olay örgüsünden başlayıp faşizme ulaşan yolu izah ediyorsa, ö., e., ve a. nın temsil ettikleri ile içinde yer aldıkları olaylar bütünü kendi ülkemizde akp faşizminin de ipuçlarını sunuyordu. kısa bir süre sonra a. ve e. ye savaş açıp ö. nün sesi olma şiarıyla iktidara yürüyenler, kendileri yeni a. ve e. ler olarak ö.lerin makus tarihini çok daha vahim ve bu defasında çok demokratik ve bir o kadar yeniymiş gibi bir cila ile devam ettirdiler. a. ve e.'lerin tiksinerek baktığı ö.ler aynı; sadece a. nın yerini sümeyyeler, kübralar; e. nin yerini bilaller aldı. ve tabii ki yarrak gibi ülkenin yarrak bürokrasisi: güçlünün çanak yalayıcısı oldukları için hiç bir okul müdürüne attığı tekmenin hesabını sorulmadı, müdürlük makamı halen zengin sofralarının zangoçu gibi iktidar ve yalakaları uğruna, makroda ya da mikroda masumları tekmelemeye devam ediyor.
(bim insani - 22 Temmuz 2014 14:39)
Yorum Kaynak Link : das weisse band - eine deutsche kindergeschichte