Fanny och Alexander ' Filminin Konusu : Sakin İsveç kenti Uppsala'da münzevi bir yaşam süren mutlu bir ailenin trajik sonunu konu alan film hikayeyi iki küçük kardeşin gözünden aktarıyor. Alexander ve Fanny mutlu bir aileye sahip iki küçük kardeştir. Bu mutluluk babalarının ani ölümüne kadar devam eder. Kısa bir süre yakışıklı bir rahibin evlenme teklifini kabul eden anneleri, tüm aileyi mutsuzluğa sürükleyecektir. Rahibin evine taşınan aile, burada hapishane hayatı yaşamaya başlayan aile kaderlerini değiştirebilecekler midir?İsveç sinemasının en önemli yönetmeni Ingmar Bergman imzalı olan film, yönetmenin Akademi Ödülleri'nde en başarılı performansına sahiptir. Altı kategoride Oscar'a aday gösterilen yapıt, En İyi Yabancı Film de olmak üzere dördünü kazanmıştır.
Ödüller :
Fanny och Alexander(1983)(9,1-1382)
Scener ur ett äktenskap(1974)(8,6-1396)
Höstsonaten(1978)(8,3-22417)
Det sjunde inseglet(1957)(8,2-140302)
Smultronstället(1957)(8,2-83872)
Persona(1966)(8,1-84597)
Viskningar och rop(1973)(8,1-25103)
Jungfrukällan(1960)(8,1-27427)
Såsom i en spegel(1961)(8,1-19355)
Nattvardsgästerna(1963)(8,1-18586)
Tystnaden(1963)(8,0-15311)
Vargtimmen(1968)(7,7-15807)
Venedik Film Festivali : "FIPRESCI Prize"
Academy Awards - Oscar : "En İyi Sinematografi"
BAFTA : "BAFTA Film Award-Best Cinematography"
Academy Awards - Oscar : "En İyi Prodüksiyon Tasarımı"
dizi gibi izlenmesi tavsiye olunan bir film. o formattadır zaten. hepsini izlemek kasar, ara vermek şart derler adama... ewa froling'in kaybının ardından bir haykırarak ağlaması, çığlığı yerden yere vurur.
(jael - 5 Kasım 2007 23:38)
bergman'ın şimdiye kadar izlediğim en güzel filmi. 6 saat kulağa korkunç gibi gelse de film su gibi akıyor hiç bir iniş yaşatmadan sonuna kadar götürüyor. ekdahl ailesinin rengarenk yaşamı, psikopat imamın karanlık yaşamı, devamlı akan bir dere, tiyatro replikleri filmin unutulmazları.
(labit - 17 Mayıs 2008 13:03)
bir kere sardığınızda bırakması mümkün olmayan, yüzseksen küsür dakikanın az geldiği, boşlukları muhakkak doldurmanız gerektiği bergman'ın en iyi beş'ine giren film. kimi sahnelerinde cries and whispers'ın karamsarlığını içinizde hissedip boğulma noktasına gelebiliyorsunuz. bergman yaşlılık ve ümitsizliği her karaktere yedirmiş adeta.. bir çok filminde gözlemci olarak kullanılan çocuk (tystnadeni hatırlayın) bu filmde de başrolde ve sıkıntıları bizzat yaşamaktadır. yine hayat tecrübelerini bütün felsefikliğiyle paylaşır yönetmen. maskelerden ve kötüye giden hayattan bahsederken kaderin bilinemezce acı yüzünü gösterdiği ve kaçınılmaz sona insanı ittiğini söyler. tanrı varsa zalimdir, yoksa bunların hiç bir anlamı yoktur der. tarkovsky'nin son filmi the sacrifice'a da benzer film bir yönden. aslında sacrifice buna benzer tabi.filmin bana düşündürdüğü bir başka şey ise toplumların yozlaşmasının, geleceğin karmaşıklaşmasının kaçınılmaz olduğu. içine kapanık, mütevazi hayatların, disiplinin, muhafazakarlığın sonuçta insanları çıldırma ve isyan noktasına getirdiğini görebiliyoruz, aksi durumda ise günümüz avrupa'sını görebilirsiniz. işte bugünün avrupalı yetişkinleri 20. yüzyılın kapalılığı ve disipliniyle yetişmiş bir neslin çocukları. onların çocuklarının ise nasıl olduğu ortada.
(nihilanth - 30 Ağustos 2008 00:59)
didaktizmden pek hoşlanmayan biriyim. din eleştirilerinden ise nefret ederim desem yeridir. bu sevmeyişim dini eleştirilemez bulmamdan ötürü değil, din eleştirilerinin ya sığ, ya da malûmu ilan nev'inden olmasıyla ilgili. bergman'ın filmi nispeten bu çizgiden ayrılmışsa da tam olarak aşabilmiş değil. aşamadığı kısmı kolayca anlaşıldığı gibi şiddet üzerinden marjinalize edilmiş ve peder üzerinde tecessüm ettirilmiş din imgesiyle alakalı. bana bu hep kolaycılık gibi gelmiştir. hakikatsiz bulduğumdan ötürü değil, din-din adamı üzerinden din adamının dinin bir metaforu olma liyakatine kavuşturulmasının insan öznelliğini işin içine kattığını, kavramsallaştırmanın önünü tıkayıp fabllardaki gibi tam bir temsil olanağı yaratmadığını düşünürüm. bu durumda filmi ancak din eleştirisi değil, dindar eleştirisi olarak algılama imkânı doğar. oysa göstergeselliğin niyeti bambaşkadır, pederi din olarak okumak gerekir.işte tam bu noktada bergman çizginin bir adım ötesine geçiyor, alexander'ın esini (hayal gücü ya da yalanları) ve babasından devraldığı tiyatral mirası iğrenç bilimselciliğin ya da dogmatizm eleştirisinin ötesinde bir mecra açıyor. içine zeus kaçmış tanrının karşısına dionysos'un ruhunu çağırarak karşı çıkıyor bergman. sanat hayat kurtarıyor, tanrısal esin tanrısallık iddiasındaki zorbalığı bir şekilde alt ediyor. rilke'nin bahsettiği bir döngüsellik vardır: "üç kuşak vardır daima: birinci, tanrıyı bulur; ikinci, tanrının üstüne daracık tapınaklar kurar ve onu zincire vurur; yoksul düşen üçüncüyse, kendi zavallı kulübeciklerini kurmak için taşlar taşır tanrının evinden. derken, tanrıyı yeniden araması gereken gelir." alexander bu mesih kuşağının fertlerinden biridir âdeta. insan gotik katedrallerde tepeden gelen ışığın altında ezilirken yakalayamaz bunu, burada (yerde) bir metafizik kurmalı, kendinde tanrıyı, tanrıda kendini yaratmalı, tanrısallaşmalıdır. sanat bu yolla özdeki cevhere doğru gnostik bir yolculuğa dönüşür. üstelik yolun kendisi nereye vardığının önüne geçmiştir. bergman'ın yolu hölderlin'le, rilke'yle nietzsche ile paraleldir.filmin benim için en eğlenceli yanı cenaze sahnesinde alexander'ın kanonik sövgüsü olmuştu. şöyleydi tam olarak:"sik, sidik, bok, osuruk,..sidik, cehennem, bok,..sik, osuruk, bok, sidik,.. osuruk, sik, bok, cehennem,..kaka, sidik, sik, göt, bok."daha sonra dinsel olanla sınanacak olan bu çocuğun aynı halden muzdarip, kendi kendini sınayan sevimli bir hali bizde de mevcuttur:http://img177.imageshack.us/…adamngtbokyemipy6.jpg/
(semensima - 18 Nisan 2010 01:15)
merak ediyorum ingmar bergman olmasa idi isveç'in varlığından haberimiz olur muydu acaba? haritada yerlerini bilirdik heralde, ama ne yer ne içerler, ne menem tiplerdir, pek bilmezdik -güzel kadınlar, ibrahimoviç ve bir kaç şey daha yani, onların da insan olduğunu dertleri, tasaları, adetleri, sosyal yaşamları olduğu fikrine uzaylı uzaylı bakardık sanki, belki, mutlaka-. bu filmimiz ise uç nokta tutuculuk, şekilcilik ve yine uç nokta açık fikirliliğin birlikte yer bulduğu acaip ülke güzel isveçimiz hakkında 20.yy başlarından yani modern zamanların köklerinden güzel bilgilerle geliyor. şöyle bir şarkı ile bitirelim: bergman ölmediii, yüreğimdee yaşıyorr, isveç'in uygarlık savaşında bayraağı o taşıyorr..
(cameltosis - 20 Ağustos 2010 11:36)
bergman'ın derdi, belki de din ile değil, dindar iledir. yani kavram değil, kavramı yeniden üreten, sorunun asıl öznesidir. din öyle bir olgu ki - ki ben henüz anlayabilmiş değilim nasıl bir olgu -, öyle denir ya hani: âlemde insan sayısı kadar din, yani mevlâ'ya ulaşma yolu vardır diye... dolayısıyla bu yol, kişiye özel, mahrem, içli ve içkindir. bu niteliği onu eleştirilemez kılmakta değil midir? bilmiyorum, bencileyn her şey ehlince eleştirilebilir, fakat bu denli kalbî bir kavram eleştirilse dahi, o eleştiri ne kadar aklıselim olabilir? tartışmak lazım ehillerle... vesselam dini yeniden üretenler, üretmekle kalmayıp - zira hepimiz kavramları yeniden üretiriz; bir kavramı anlamak demek, bir yönüyle ona kişisel biçim vermek demek olmalı - üretmeyenlere dikta edenler çıbanın esas başıdır. bu açıdan, bergman'ın sembolizmi doğrudur diyebiliriz. filmde benim en çok ilgimi çeken, ishak amcanın oğlu ismail'dir. tarihte, ishak ve ismail kardeştirler malum. biri batının, öteki doğunun atasıdır diyebilir miyiz peki? valla olabilir. gene tarihte, ismail sürgündür ishak'a göre. hem sürgündür, hem tüm sürgünler gibi, gerçeğe daha yakındır; canımız muhammedilik de nitekim ismail'in soyundandır. filmde de, ismail'in sürgün, kapatılmış, zincirlenmiş, sıyrık, tehlikeli ama aynı zamanda "kilitleri açan" insan olarak resmedilmesi dikkate şayandır. eserin bu yönü, hıristiyan âlemine rahatça kapak olabilir. zaten bergman'ın da içsel problemi hıristiyanlıkla ilgilidir, dinin aldığı güdük biçimle alakalıdır; yukarıda adı geçen o güzel ve yalnız insanlar gibi [nietzsche, rilke...]filmde post-hamlet'in annesinin, peder olacak zirzopa bir itirafı vardır. özetle der ki: "ben aslında tam olarak hissedemiyorum." fakat aynı kadın, kocası öldüğünde koca malikaneyi ayağa kaldıracak feveranların, çığlıkların sahibesidir. demek ki bu itiraf kendini sahte, çakma ve kolpa olarak okutur. bu okumadan, tüm manaların sahibi gibi davranan kibirli bir din adamının karşısında gerçek bir şeyler hissetmenin olanaksızlığı; yani gerçeğe güya ulaşmış gibi yapıp, nüfuzlarıyla ahalinin üzerinde tahakküm kuranların karşısında, insanın sahteleşmesinin kaçınılmazlığı anlaşılabilir. küllüm hıristiyan âleminin başı bu savaşı vermekle bağlanmış gibidir zahir [ha bizim gariban müslüman dünyasının adı konmamış savaşı bundan daha çetin, daha dertlidir tabii, ayrı mesele]. bu sahte-gerçek karşıtlığını betimlemede kullanılan simgeler, renkler, hâller ziyadesiyle doyurucudur filmde. ben filmden, o şaşaalı ve ahenkli uzun masada saatlerce yemiş yemiş semirmiş gibi kalktım ezcümle, oh elhamdülillah. gene okullarda, bilhassa din derslerinde gösterilmesi, okutulması dileğimdir, temennimdir naçizane.
(atlantisten gelen zekiye - 9 Aralık 2010 12:41)
güzel film, görüntü yönetmenliği harika. lakin akmıyor, sıkıldıkça sıkıldım, bunaldım. benzer hissiyatı smultronstalletde de yaşadım. fakat persona, det sjunde inseglet nefesimi kesen sürükleyici filmlerdi. acaba sorun bende mi?
(mbaran - 29 Eylül 2011 19:16)
ingmar bergman'in guya son filmidir. alexander kucuk bir cocuktur, bir de buyucu vardir, filmin çirkefi imamdır, olaylar kendiliginden gelisir. baslarda biraz yavas ilerlemesine ragmen ortalarina dogru gayet keyif verici bir hal alir.
(archaea - 16 Nisan 2003 03:07)
bergman ile aileyi ve dini sorguluyoruz/ders bilmem kaç. başyapıt. net.
(ya iste boyle senden naber - 13 Şubat 2012 03:58)
ingmar bergman sinemasının en nadide parçalarından birisidir fanny och alexander. belki de tüm bergman filmografisi içerisinde, içerisine en kolay girilen eseridir de aynı zamanda. bergman, çektiği tüm o alegorik ve asla melodrama kaçmayan gerçek hayat parçalarının bir birleşimini sunar bu filmiyle. bir farklılık, bu filmin yarı otobiyografik öğeler içermesi ve bir düşü andırması olarak görülebilir. yanına tüm favori oyuncularını alarak işe başlayan bergman, değişmez görüntü yönetmeni sven nykvist’in de inanılmaz güzellikteki görüntüleriyle seyirciyi ekran başına kitler. sonuç olarak da, tadına doyum olmaz bir sanat eseri ortaya çıkar.stanley kubrick’in barry lyndon adlı epik başyapıtında, ana karakter aristokrasiye girdikten sonra, filmdeki dünya inanılmaz donuk ve ruhsal olarak yıpratıcı bir hal alıyor ve seyirci de, aynı başkarakter gibi bu dünyaya hapsoluyordu. işte bir benzer durum bu filmde de, çocukların, piskoposun evine hapsoldukları sahnede, benzer bir hisle verilir. gerçekten inanılmaz derecede etkileyici ve saf bir hissiyattır bu.bergman, fanny och alexander’ı çoğu filminde olduğu gibi kaçınılmaz bir karamsarlıkla bitirmez. seyirci olarak biz bütün film boyunca, filmin başındaki, daha doğrusu içerisine girdiğimiz gerçekliğin başındaki güzellikleri özleriz. bunun bir sonucu olarak da hep o güzelliklerin filmin sonunda bize geri verilmesini umut edip bekleriz. bergman, öyle kusursuz bir anda öyle bir rahatlama duygusunu bize tattırır ki, artık her şeyin yoluna girdiğine ikna olmuşuzdur. karamsarlık yok gibidir, fakat filmin son sahnesi bunun ancak belli koşullarda olabileceğine işaret eder. aynı zamanda sanatçının yer aldığı dünyanın farklılığını da, hem alegorik olarak hem de felsefik olarak ölümsüzleştirir.
(xcays - 1 Aralık 2012 03:22)
8 saatlik uzun versiyonunu geçtim; sinema versiyonu dahi 190 dakika süren, 1982 yapımı ingmar bergman filmi.--- spoiler ---küçük yaştaki alexander, güçlü karakteriyle takdirimi kazanmıştır. red, yalan, kabul, direniş, tekrar kabul ve tekrar yalanlama... cezalandırma sahnesinde, piskopos piçin şekilden şekile girmesi de bu yüzdendi. ingmar bergman, insan psikolojisini altüst edebilecek bir karakter yaratmış. karşısındaki insanı önce öfkelendirip, sonrasında cevaplarıyla tatmin edip, bir de bunları birbirine harmanlayabilen bi adam bu ufaklık. deli çıkacaktım vallahi! babasının hayaletine de, tanrıya da etmediği küfür kalmayan, müthiş bir hayal gücü... sadece alexander değil, birçok şahane karakter var filmde. en çok da buna; birbirinden özgün tiplemelerin olmasına vuruldum sanırım. metresini kıskanmadığı için, geniş görüşlülüğüyle övgü toplayan bir eş var örneğin!"sorgulanamayanın" sorgulanması, zaman ve mekandan bağımsız olarak gerçekleşen olaylar, filmin düğümünün çözüldüğü yerde ortaya çıkan ismael retzinsky kardeşimiz, kalabalık ailenin noel neşesinin hemen üzerine verilen, piskopos ve ailesinin buz gibi ruhsuz evi ve bunun yarattığı kasvet beğenimi kazanmıştır. özellikle son sahnede, piskoposun hayaleti tarafından kafasına vurulmak suretiyle yere düşürülen alexander'ın, "ismael'le bi bok yedik ama, du bakalım daha neler görücez" temalı bakışlarına bayıldım.şöyle de bir şey var ki, artık uzun versiyon ne kadar detaylıysa, benim izlediğim 3 saatlik -kısa- versiyonda, emilie yeni kocasının aşkından yanıp tutuşur, gözü ondan başka bi şey görmezken; bir sonraki sahnede, annesine "ondan nefret ediyorum, boşanmayı teklif ettim ama kabul etmedi; üstelik hamileyim" der. aslında burada izleyici, kadının çocuklarının yaşadıklarından habersiz olduğunu ve kocasının, çocuklarla gizli kapaklı işler çevirdiğini sanıyor. oysa ki sıcağı sıcağına öğreniyoruz ki, kadının her şeyden haberi varmış. artık sinema versiyonu için kaç dakika ya da saat kesildi ve uncut versiyonda neler yaşandığını bilemiyoruz. sanki, diğer kardeşlerin kadın düşkünlüğü veya ticaretteki başarısızlığı yerine, bu kısım daha uzun tutulsaymış ve evliliğin çöktüğü noktalar kesilmek yerine, seyirciye yansıtılsaymış daha iyi olurmuş diye düşünüyorum. bu kısımda, sahneler arasında ciddi bir atlama var. --- spoiler ---
(kivikocan - 2 Şubat 2013 03:14)
öncelikle burada birkaç entry'de yapılan hatayı düzeltelim. bu filmin 8 saatlik bir versiyonu yok. en uzun kurgusu 312 dakikalık olan. yani 5 saat 12 dakika. 8 saat efsanesi nasıl yayılmış onu anlayamadım. bu hatayı tekrarlayan iki entry'yi görünce acaba yanlış mı biliyorum diye tekrar aradım ama hayır yok.filme gelelim. götüm yemediği için uzun süredir erteliyordum. sonunda dün gece başına oturup 5 saat sonunda kalktım. bu sırada bir paket çubuk kraker bir sandviç ve bir tane de topkek yedim. gördüğünüz gibi filme gelemeden film sırasında ne yaptığımı anlatınca bile bir miktar uzun sürüyor.filmin daha ilk 3 dakikasında doğrudan kayıp zamanın izinde edebiyat için neyse, sinema için de bu film olduğuna dair bir fikir oluştu zihnimde. evet hacim olarak, dış zamanın kesişimi ve burjuvazi çevresi bakımından kesinlikle ama kesinlikle çok benzerler. fakat fanny och alexander asla bir kayıp zamanın izinde kadar mükemmel üsluba ulaşamıyor ve onun kadar da iyi bir çatıya sahip değil. edebiyat ve sinemayı karşılaştırmak ne kadar doğrudur onu bilemeyeceğim. sadece fikir belirtiyorum.halbuki bergman bunu yapabilecek kapasiteye sahip bir insan olmasına rağmen ne yazık ki yeteneğini bu konuda gösteremiyor. tanıdığımız çeşitli karakterler hikâyeyi şişirmekten öteye geçemiyor. burada kastım örneğin bir yandan giden gustav ve maj'ın gelişen ve film boyunca da değişime uğrayan metreslik hayatlarının yan hikâyesi falan değil tabii ki. örneğin carl ve alman eşi hoş ve esintili bir gösteri olarak ortaya çıkıyor fakat onlara dair neyi takip edeceğimizden tam emin olamıyoruz. carl'ı tanımak faydalı zira aile içi meselelerde karakterini bilmek faydalı oluyor, fakat bir süre sonra bergman carl'ı salıveriyor ve boşluğa doğru sürükleniyor ve ilgimizi yitiriyor.bir diğer yandan ben bu işin sven nykvist'in yaptığı en iyi işlerden biri olarak düşünemiyorum. örneğin el angel exterminadorun mekanı da renkli bir filmle tasvir edilseydi bundan çok da farklı bir yapıya sahip olamazdı. sven nykvist'in çok da el atabileceği bir durum yok açıkçası nadir sahneler dışında. zaten burjuvazi tüm heybetiyle ortaya çıkıyor. mesela sven nykvist'in offret'te gösterdiği muazzam başarı burada yok bana kalırsa. üstüne üstlük son sahne olan "şeytanlar"da iyice mistikleşen öykü de tanrı imgesi dahi sasom i spiegelde çatlaktan sızan ve akıl hastası karakterin sonradan bir örümcek olduğunu söylediği tanrıdan dahi daha az etkileyici.efendim kurt vonnegut şöyle bir şeyler diyordu. eğer söyleyecek bir şeyiniz varsa onu doğrudan söyleyin. uzatmak sadece kitlenizin kafanızı karıştırır. çıkıp burada aptal gibi "art is fucking masturbation" "sanat sanat için midir" "sanat nedir" "ben kimim" "her şey mi canım seks" tipi tartışmalara girmeyeceğim. zaten girecek kadar bilgim yok, burada benden fersah fersah üstün kişiler vardır. fakat gelip asla ve asla sizi psiko analizlerle sıkmaya da niyetim yok. önceden de birkaç kere söyledim bazı yazılarımda. bu konuda nabokov'un izinden gidiyorum. freud'u ve psikanalitik açıklamaları hiç sevmem. anlayabildiğim kadarıyla sadece üsluba bakar buna göre kararımı veririm. film bergman'ın kat kat üstün yapıtlarının yanında sadece epik bir eser olarak bana kalırsa varlığını gösterebiliyor. şimdi biraz sevdiğim yönlerinden bahsedeyim.--- spoiler ---öncelikli olarak, 2'nci act yani babanın öldüğü sahne. hele hamlet'le özdeşleşince bana kalırsa şeytanlar'dan sonra filmin en etkileyici noktası. daha filmin ilk 10 dakikasında azraili gören alexander'in yarrağı yiyeceğini tam anlamıyla ikinci sahnede artık anlamış oluyoruz.bergman sinemasının sanırım doruk noktalarından biri olan sahne ise ismael ve alexander'ın odada kaldıkları sahne. ulan var ya böyle bir ezoterizm olamaz arkadaş ya. yemin ederim şimdi fransızlar objet petit a diyor ya onun gibi de bir şey. hay sikiyim ya müthiş bir şeydi. burada benim aklıma doğrudan ilk olarak kara kitap'ta celal salik ve galip ikilemi dahi geldi. sonra da bilhassa ismael'in aslında kadın olması fakat erkek tasviri sebebiyle bir de ortamın ağır semitizmi vesileiyle mezmurlar da geldi. ya böyle bir şey olamaz arkadaş bu konuda bir analizi rica ediyorum birisi yapsın ben heyecandan yapamıyorum. düşündükçe ellerim titriyor. sinema tarihinde izlediğim en muhteşem anlardan biri. ya bu bir odaya/kutuya hapsolmuş arzuları örneğin david lynch twin peaks'de ve blue velvet'te falan tamamen mal gibi işlemiş. asıl büyüleyici olan burada. david lynch'in yaptığı resmen lost'taki şu "istediğin her şeyi gerçekleştiren bir oda var bu adada gardaş" seviyesinde kalıyor. ya izlerken resmen çok korktum anlatamam. ismael beni çok çarptı.bir başka mevzu da bu orospu analı imamın hasta halası emma. kadın var ya, birebir passion'daki şu buruşuk suratlı şeytanın ta kendisi ya. zaten o cayır cayır yanışıyla beraber iyice kopuyorsunuz. bu arada aynı anlarda ispiyoncu kaltak hizmetçinin elindeki o stigmatalarla cebelleşen alexander'i görüyoruz. hay allahım ya müthiş müthiş.--- spoiler ---daha fazla anlatamayacağım. filmin iniş çıkışları var fakat son act'e doğru hummalı bir çalışma gibi düşünülebilir. lisede cebir öğrenirsiniz, trigonometri öğrenirsiniz, fonksiyon, parabol falan öğrenirsiniz. "ulan" dersiniz "iyi güzel de ne ayak?". son seneye bir gelirsiniz ilk kez kalkülüsle karşılaşırsınız. türev ve integralle karşılaştığınızda kafanızda bir ampul yanar "hah ulan hepsi işte bunun içinmiş" diye. işte öyle bir film fanny och alexander.bu arada son bir şey daha söyleyeyim. yani filmin adı düz "alexander" olsa da olurmuş. fanny sadece arada süs çiçeği olarak görünüyor bir de işte mahsun kırmızıgül tarzı duygu sömürüsü yapmak için alexander'e yancı olarak vermişler. ya oğlum var ya das weiße band bile şu filmle acaip bağlantılı.kısacası bir bergman başyapıtı fakat sahip olduklarının arasında en iyi olanı asla değil. bu arada bazı yönlerden katıldığım, bazı yönlerden de ayrı düştüğüm fakat yine de ilginç bir yazı olan ve son 50 yılın belki de en iyi film eleştirmeni jonathan rosenbaum'un bergman'ın vefatından sonra new york times'da yayınlanan bir yazının linkini paylaşayım. http://www.nytimes.com/…senbaum.html?pagewanted=all
(sanal hayvan - 27 Mart 2013 14:08)
alexander'in garip seslerden urkerek saklandigi yerden yonelttigi "sen kimsin?" sorusuna "ben tanri'yim." yanitini aldigini gorunce "hah bir bu eksik kalmisti zaten sayin bergman" diye dusunmenize vesile olan sinemasal bir maraton. hayirlisiyla onumuzdeki gunlerde uzun versiyonunu da izleyecegim, serumumu hazir ettim simdiden.
(baytar - 15 Ocak 2004 15:01)
ei blot til lyst* sözüne sadık bir film.
(arsmoriendi - 15 Şubat 2004 12:20)
ismael isimli günaha davet eden bir psikopatı da barındıran film..biliriz ki bergman peder derdinden-evet bize göre baba onlara göre din adamı (bkz: bana gore sut onlara gore cikolata) - muzdarip bir sinema insanıdır.. babasının otoritesi altında ezilmiş * bu yavrucak her filminde baba (bkz: tanrı) oğul (bkz: isa) imgelerini kullanarak "tanrıya rağmen.." * filmler yaptığını söylemiştir.. bu -sanıyorum 83- yapımı filminde de zaten çocukluğunun toprağını kazarak beslendiği sinema hayatını sonlandırmaya meyletmiş -atilla dorsay tandansı oldu bu- akabinde tv filmleri çekmeye başlamış ve tiyatroda oyunlar sahneye koymaya devam etmiştir.. evvelce seyrettiğim fanny ve alexander filminde geniş ailenin yaşayışının yanısıra alexander'ın üvey babasının-bergmanın babası- şirretliklerine de tanık oluyoruz.. -hayır spoiler vermiyorum küfür yemiyorum- işte burda flaşback neyin yaparak okuduklarımıza geri dönüyor ve ingmar'ın küçükken bir din adamı olan babası tarafından dine yönlendirilmek adına yediği cezaları,zoraki duaları ve onun yavaş yavaş tanrıdan uzaklaştığı anları anlattığı satırları hatırlıyoruz.. ve burdan sinema tarihi için apayrı bir karın ağrısı olan bergman-tanrı çekişmesinin yaratıcılarından sevgili bergman'ın papaz babasına hem teşekkür ediyor hem de kendisini şiddetle kınıyoruz,oha be kardeşim..
(jengshimishiva - 20 Şubat 2004 16:43)
hakkında konuştukça eksilecekmiş gibi. kısa kesmeli. yaklaşık elli dakikalık bir noel sekansı. renkler. en çok kırmızı. sven nykvist sağolsun, sinematografinin aklımızı aldığı, bizi ilk dakikalarda alexander'ın dolaştığı, sonsuz gibi görünen, hayatın hayaletleri ile kaplı o odalarda dolaştırıp duran ilk bölüm. uzun uzun tanıdığımız, şaşaası eskide kalmış bir ailenin herbiri birbirinden entresan üyeleri. ölümle beraber bergman'ın, asıl derdi olan dini içeri davet ettiği, açılıştaki renkleri birer birer soldurduğu, alexander'ı artık kendi çocukluğuna dahil ettiği (ta ki son bölümde, efsanevi bir şekilde ismael ile ikisinin ruhunu eritip bütünleştirene dek) ve bir nevi babasından ama ötesinde dinden intikamını aldığı ikinci bölüm. ve belki de sinema tarihinin en etkileyici sekanslarından bazılarına sahip, bütün olan bitenin bir düş, bir alegori, mistik bir çözülüş şeklinde dağıldığı/toparlandığı final bölümü. bu filmin, bergman'ın - sonraki televizyon filmlerini saymazsak- son filmi olması şaşırtıcı değil. sanki bütün hayatı boyunca debelendiği, mücadele ettiği ve çatıştığı bütün o fikirler, arayışlar ve anılardan kurtulma, hepsini bir nihayete erdirme, hepsinin hesabını kesme ve mümkünse eğer bir iç-huzura kavuşma çabasında artık. sanki filme başka bir amaçla başlayıp, onu olduğundan çok daha büyük bir şeye dönüştürmeye karar vermiş, sonunda artık dayanamayıp içinde kalan ne varsa dökmüş ve arayışının artık sonlandığına kanaat getirmiş gibi.sembollerin de karaketerlerinin de peşine çok düşmemek lazım sanki. olan biten yeterince açık, incelikli diyaloglar da artlarında bıraktıkları hisler de. bir an kubrick'in barry lyndon'ını, ardından tarkovski'nin en uhrevi anlarını anımsayabiliriz, bunların birbirinden ne kadar uzak olduğunu düşünmeden. bergman çok sade görünen anlara ve mekanlara, çok fazla üslup ve sorgu sığdırıyor. durup durup düşünürken bulabilirsiniz kendinizi. ama izlemeye bir saniye bile ara vermeden.
(ianism - 26 Mayıs 2014 04:38)
herhangi bir filmi amerikada seyredince arkadaslarin bir sekilde bokunu cikarmasini beklemek lazim. ayni sey fanny ve alexander'i izlerken de basima geldi. isiklar tam kararirken bir baba ayaklandi, sahnenin onune geldi ve bergman'i cok sevdigini, olup yanip bittigini anlatti once. sonra da 'bakin 3 saat beraber olacaz burada, bergman seyredecez, en iyisi onu ne kadar sevdigimizi gosterelim. hep beraber meksika dalgasi yapalim' diye devam etti. millet guluyor, dalga geciyor diye dusunuyordum ama ilk siraya 'hadi' deyince baktim tum kollar havalandi, ve dalga bana dogru gelmeye basladi. ben vallahi kaldirmadim kollari. filmi sorarsaniz aklim alexander'in filmin en basinda pencereden disariya baktiginda gorduklerinde kaldi, neydi o cicekler oyle... saolasin sven nykvist abi. (bkz: sven nykvist)
(r mush - 22 Mayıs 2004 08:17)
bergman'ın yıllarca irdelediği, sanatına yön veren tanrı olgusu bu filmde de karşımıza çıkıyor. --- spoiler ---alexander:kapının arkasındaki kim?tanrı:kapının arkasında ki tanrı.alexander:dışarı çıkamıyor musun?tanrı:yaşayan hiçbir canlı tanrının yüzünü göremez.alexander:ne istiyorsun?tanrı:var olduğumu ispat etmek.alexander:sonum geldi. (der ve masanın arkasına gizlenir alexander)tanrı:kendimi göstereyim mi?tanrı:şimdi beni göreceksin.tanrı:işte geliyorum, alexander.ve kapıdan kuklacının devasa tanrı kuklası girer. alexander korkudan ağlamaktadır. kuklacı yanına geldiğinde ise korkmadım ki der alexander. diğer bir nokta ise-alexander: eğer tanrı varsa o boktan biri. o'nun kıçını tekmelemek isterdim.--- spoiler ---
(yeni yila girerken - 30 Temmuz 2014 20:07)
beyaza, kara hayran bırakan bergman şaheseri. bergman, bu filmde yine ve yeniden tanrı ile dindar ve katı baba figürü ile yüzleşiyor. çekim teknikleri öyle mükemmeldir ki daha önce hiç görmediğiniz bir ülkeye (bkz: isveç) sizi aşık edebilir. bu denli kaliteli filmlerin genel özelliğidir, ağızda garip bir tat bırakırlar. bitince off ne kadar uzundu, durağandı diyebilirsiniz belki ama biraz soğuyunca film asıl tadı hissetmeye başlarsın. yıllanmış şarap gibi. ben bu duyguyu tarkosky'de de yaşıyorum. lars von trier'ın dalgaları aşmak'ında da yaşamıştım. nuri bilge ceylan'ın kış uykusu'nda da keza aynı. aşık olmuştum bir kez daha kapadokya'ya. izleyin, izlettirin böyle filmleri.
(quadratusfemoris - 26 Ekim 2015 00:59)
ingmar bergman'in kanimca en basarili filmi. sekiz saate yakin olan orjinal versiyonunu bulmak cok zor oldugu icin genelde insanlarin uc bucuk saatlik versiyonu izleyip tadi damaklarinda kalip, mustezcen bir husurla sinema salonlarini terk ettikleri film.film fanatiklik seviyesine getirilmis bir dinin zararlarini filmdeki peder yolu ile, bu karanliktan kacis yolunun ise sadece sanatta oldugunu alexander yolu ile seyircinin gozune sokmadan basari ile gosteriyor. filmdeki uvey baba,peder, karakteri din ve devlet islerinin birlikte yurutuldugu ve bunun neticesinde sanatin sansurlendigi ve sanatcilarin gorunmez hapishanelerde hapis edildigi bir yasam tarzinin nerdeyse vucuda gecirilmis hali. buna karsi olarakda bergman'in yarattigi ,hamletle ayni kaderi paylasip, olu babasi ile konusabilen alexander karakteri ile bergman sanatcilarin diger insanlara oranla daha hassas olduklari ve bundan dolayida normal insanlarin ciplak gozle goremedikleri nesneleri ve olaylari gorebiliyor olmalari fikrini yansitiyor adeta. birbirine bu kadar zit iki karsi gucun savasinida sadece bergman bu kadar siirsel ve ayni derecede dogal bir uslupla cekebilirdi.
(eternity4ever - 24 Kasım 2004 17:14)
Yorum Kaynak Link : fanny och alexander