Süre                : 2 Saat 14 dakika
Çıkış Tarihi     : 04 Eylül 2020 Cuma, Yapım Yılı : 2020
Türü                : Drama,Heyecanlı
Taglar             : kış,Demans,Yolculuğa çıkmak,Ağlayan kadın,Kekeleme
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Likely Story
Yönetmen       : Charlie Kaufman (IMDB)
Senarist          : Charlie Kaufman (IMDB),Iain Reid (IMDB)
Oyuncular      : Jessie Buckley (IMDB), Toni Collette (IMDB)(ekşi), Jesse Plemons (IMDB)(ekşi), David Thewlis (IMDB)(ekşi), Colby Minifie (IMDB), Jason Ralph (IMDB), Abby Quinn Jackman (IMDB), Guy Boyd (IMDB)(ekşi), Ashlyn Alessi (IMDB), Hadley Robinson (IMDB), Teddy Coluca (IMDB), Anthony Grasso (IMDB), Austin Ferris (IMDB), Dj Nino Carta (IMDB), Liggera Edmonds-Allen (IMDB), Ira Temchin (IMDB), Dannielle Rose (IMDB), Varvara Cardenas (IMDB), Brooke Elardo (IMDB), Monica Ayres (IMDB), Julie Chateauvert (IMDB), James Glorioso Jr. (IMDB), Thomas Hatz (IMDB), Kamran Saliani (IMDB), Albert Skowronski (IMDB)

I'm Thinking of Ending Things (~ Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum) ' Filminin Konusu :
Ian Reid’in 2016 yılında yayınlanan aynı isimli romanından beyaz perdeye uyarlanan “I’m Thinking of Ending Things” birlikte uzun bir yola çıkan Jake ve kız arkadaşına odaklanıyor. Jake’in gözden ırak bir çiftlikte yaşayan ailesiyle tanışmaya hazırlanan kadın bir yandan da ilişkilerini bitirmeyi düşünmektedir. Jake beklenmedik bir şekilde farklı bir yola sapınca kız arkadaşı zor durumda kalır ve ikili arasında somut bir gerginlik, psikolojik bir kırılganlık ve saf bir korku hissi oluşur.


  • "kendi filminin bile başrolü olamamış bir adamın hüzünlü hikayesi."
  • "tam bir antinatalizm filmi. özgür iradenle seçmediğin bir aile ve coğrafya içine iki et parçası tarafından atılmak zincirlerin en büyüğü. film muhteşem hem görsel hem diyaloglar çok iyi."




Facebook Yorumları
  • comment image

    her şeyi bitirmeyi düşünüyorum türkçe adıyla storytel üzerinden dinlediğim ilk kitap oldu. neden bunu seçtim bilmiyorum. sesli anlatımını yapan oldukça iyi yapmıştı ve hikaye beni bir yerinden çekti. genel olarak psikolojik korku olmasından mütevelli çuvalladığım yerlerde yok değil. ilginçti.

    yalnız kitabın sonu kafamı karıştırdı doğru muyum yanlış mıyım bilemedim;

    --- spoiler ---

    kitap boyunca hikayeyi anlatan başrol kızımızın, sadece pubda tanışılan ve sonrasında hiç görüşülmeyen bir kız olması ve aslında hikayeyi anlatanın jack'in ta kendisi olması ile dumur oldum. muhtemelen kişilik bozukluğu yaşayan, psikolojik sorunları olan birinin kafasında kurduğu düşlere konu olduk ve en sonunda da kendimizi öldürdük. ben buradan bunu çıkarttım ama hatalarım da olabilir çünkü epey kafam karıştı.
    ---
    spoiler ---


    (yengecin intikami - 28 Ağustos 2020 22:57)

  • comment image

    --- spoiler ---

    küçücük bir kasabada büyümüş, düzgün eğitim alamamış ama potansiyeli (resim yeteneği) olan, sorunlu ebeveynlere sahip ama onlardan hiç uzaklaşamayıp onlar ölene kadar aynı evde yaşlanan, kız arkadaş bile edinemeden 80lerine gelen, hayatını ev-dondurmacı-okul üçgeninde geçiren, kendini gerçekleştirememiş bir adamın çarpık sanrılarıyla ölüme yürüdüğü o son anlarını anlatan bir yapım.

    okulda bir hademeyken kendini bir ödüllü fizikçi olarak düşlemesi, hayali kız arkadaşını ailesiyle tanıştırmaya getirmesi ve kızın bir ömür boyu o evden ayrılamaması (aslında hiç gerçekleştirilemediği için yinelenen bir aileye kız arkadaş tanıştırma düşü), belki dondurmacıdaki kız ile muhabbet ilerletebilirim diye dondurmacıdan alınan ve asla yenilmeyen yüzlerce brrrr, dondurmacıda nispeten güzel kızlara düşük özgüveni nedeniyle hiç yanaşamaması, kız arkadaşını hayalinde kurgularken ona bir geçmiş dahi uyduramaması, kızı bazen fizikçi bazen garson olarak düşlemesi, kızın (jakein düşünde yarattığı bir karakter olduğu için) kendini jake'in küçüklük fotoğrafına benzetmesi, kızın arabada giderken bazen film karakterine dönüşmesi hayal dünyasının tutarsızlığı ve aslında kendinin hiçbir şeye layık olmadığı inancıyla tamamen yıkılan düş dünyası sonucunda, dışındaki hademenin içindeki dans eden yakışıklı çocuğu yani umudunu bıçaklayıp öldürmesiyle karakter sona geliyor. kendiyle tamamen yüzleştiği an, hayatı ve film bitiyor.

    ek: eşim köpeğin tasvirinden korktuğu ve neden süreli silkindiğini anlayamadığı için ona açıklamak için sahneyi bulmam gerekti. buraya da koymak istedim. jimmy bu resim jake'in çocukluk odasındaki kitaplığından bir resim. köpek jimmy jake çocukken ölmüş ve krematoryumda yakılmış bir köpek, resimdeki de onun kül kavanozu, dolayısıyla ona dair anılar tamamen silinmek üzere. köpeğin silkinmesi sırasında oluşan 'motion blur' ve netleyememe hissi silinmekte olan anıları temsil ediyor.
    ---
    spoiler ---

    genel olarak tahmin edilebilir ama farklı bir film diyebilirim. araba içi monologlar gereksiz yere uzatılmış, hiç susmayan iç sesi fazlaca iyi anlattın zaten başta, bir de sonda anlatınca seyirciyi yormuş.

    ek: nuri bilge ceylan'ın filmlerine atıf yapan yazarın benzetmesi haklı. ahlat ağacında sinan karakteri de benzer yüzleşme sonucu içindeki yazarı asarak öldürüyor ve çiftçiliğe başlıyordu. burada karakter kendiyle yüzleşince aslında bir ölü olduğunu (yıllarca hayal dünyasında yaşayabilmiş) farkedip kendini öldürüyor. tek fark sinan karakteri gençliğinde kendi gerçekliğiyle yüzleşiyor, jake ise yaşlılığının sonunda.

    ahlat ağacından idris ile bitiriyorum: herkesin bir tabiatı var tabi. ondan kaçış yok. iş bunu kabullenip sevebilmekte.

    edit: uykulu bir anımda yazdığım için imla hataları yapmışım. bir de nbc eklemesi yaptım.


    (ramadore - 4 Eylül 2020 23:33)

  • comment image

    sabahımı dün gece izlediğim bu filme ayırmak istiyorum, hak ediyor. öncelikle okuyacak okuyacak olanlardan özür dilerim, psikolojik altyapısını çok daha iyi anlatacak kadar terim bilmek isterdim ama ne yazık ki çok teknik bir insanım. keşke femme noir yazsa da okusak. ben sadece ne anladıysam onu yazacağım. kim bilir, belki de her şeyi yanlış anladım. "aaa chernobyl'deki kız" diyerek filmi açmama sebep olan jessie buckley, olağanüstü.

    --- spoiler ---

    bitti, 2 kadeh blush içip hakkında düşündüm, öyle anladım bu yazacaklarımı. filmde uzun uzun bahsi geçen etki altında bir kadın'ı izlemedim ama bu film (kitabını okumadım) sorumluluk altında ezilen, parçalananan, yok olan bir adamın filmi. hayatını ebeveyn bakımına adama sonucu benzer bir delirmeyi shirlery jackson'ın the haunting of hill house'unda görmüştüm (dizisi değil, kitabı).
    bir şeylerin ters gittiğini ilk anlamam, kızın üzerindeki kazağın renklerinin sürekli değişimi ile oldu. arabada turuncu, evde lilaydı. filmin yol diyalogları çok çok kaliteli, emekli ve keyifli.
    jake, ziyan olmuş bir hayat. potansiyeli olan birinin, toplumun dayattığı ama yılda 1 uğrayıp 3 kuru övgüden başka hiçbir katkı sağlamadığı, fedakarlık adlı canavarın tahakkümü altında nasıl delirdiğini ve yok olduğunu izliyoruz. sorunlu bir ailede, delilikleri zamanla artan ebeveynlerin çocuğu olarak dünyaya gelip, yapmak istediği ve yapabileceği şeyleri (fizik eğitimi almak, şiir yazmak, resim yapmak, sevgili edinmek, sevişmek) hep kaçırarak, gençliğini ebeveynlerinin baskısı altında geçirdikten sonra bir de yaşlılıklarında onlara bakmak için kalan yıllarını da harcayıp, sonuçta "elde var sıfır" ile 80 yaşına gelen jake'in hikayesi. aslında, teen slasherlardan, kanlı kanlı insan eti yemeli filmlerden çok daha korkunç bir hikaye. çünkü milyonlarca hayatın ziyan olmasına sebep olan gerçek bir hikaye. teen slasherda ölen 20 yaşındaki tipleme bile arkadaş edinmiş, gezmiş, seks yapmış, arkadaşlarıyla kampa gitmiş, hayatın tadını biraz almış oluyor. jake ise hayatı "bir yetişkinin sığmayacağı", "iki yetişkinin sevişemeyeceği" çocukluk yatağında başlayıp orada bitmiş, yaşayan bir ölü.

    jake duruyor, zaman üzerinden hayali bir kız arkadaş olarak onu eze eze geçiyor. düzgün bir eğitim alamıyor çünkü allahın sktir ettiği yerdeki bir çiftlikte yaşıyor, kitaplardan, televizyondan öğrendiği bir hayatın içinde kendine roller biçerek ebeveynlerine bakıyor ve herkes ondan bunu beklediği halde kimse onu takdir etmiyor. kız arkadaş "hadi gidelim" dediğinde ya annesine yemek yedirmek ya da babasını tuvalete götürmek için sürekli "birazdan" diyor. birazdanlarla ömür geçip gidiyor ve o evden hiç çıkamıyor. yola çıkabildiklerinde kar fırtınası yüzünden kız arkadaş bir an önce şehre gitmek isterken jake sürekli "çiftliğe dönelim mi?" diye soruyor çünkü orası onun cehennemi ve güvenli bölgesi, başka bir yer bilmiyor. okulun bahçesindeki çöp, jake'in yüzüne bakmayan ve güzelliklerinin incitici bir yanı olan kızlarla tanışmak için aldığı dondurmaların çöplüğü.
    yaptığı büyük fedakarlığın karşılığı olarak annesi sürekli jake'in ilkokulda aldığı ödülden, basit bir oyunu kazanmasından, resim yeteneğinden bahsediyor. jake büyüyemiyor, büyüse bile başka bir başarı elde edemediği için ailesi 70 sene önceki olaylarla övünüp duruyor.
    gerçek hayatta, jake ya da ali, ayşe vs. büyüse ve çok değişik başarılar elde etse de, ebeveynler mutlak hakim ve yol gösterici oldukları çocukluk evresinde çocuğun kazandığı başarılardan bahsediyorlar dikkat ederseniz.
    "ahmet küçükken çok usluydu" - çünkü ben terbiye ettim.
    "melis matematikte çok iyiydi" - çünkü benim gibi zeki ve ben ders çalıştırdım.
    "eren okuma bayramı gösterisinde bir harikaydı" - çünkü eren'i ben dünyaya getirdim ve 1 ay prova yaptırdım. eren harikaydı ama asıl ben harikaydım.

    fazla ve zorunlu fedakarlık, vasat bir insanın hayattaki en büyük ödülü olabilir. başka bir şey yapmak zorunda kalmadan hayatını bir çocuğa, bir yaşlıya vb. adamak ve bir şeyler başarmaktan kurtulmak, üstüne bir de fedakarlık sebebiyle toplumun diğer beklentilerinden (iyi bir işe sahip olmak, güzel/yakışıklı olmak, partner bulmak...) azade olup dümdüz yaşayıp gitmek ve hep fedakarlığıyla övünmek. gerçekten büyük fırsat. jake ise hiç övünmüyor, çok rahatsız, mutsuz. aile, jake'i ölü doğumla dünyaya getiriyor. neticede sadece aile için ve aile ekseninde harcanmış yaklaşık 30.000 günden sonra, harabe bir evin önündeki gıcır gıcır çocuk salıncağı olan ve hep öyle kalan jake'in fiziksel ölümü 30.000 gün gecikmeyle gerçekleşiyor. bu kadar.
    ---
    spoiler ---

    edit: adamın adı jack değil jakemiş.


    (isolde - 5 Eylül 2020 11:12)

  • comment image

    "halkın anlamadığı sanat, sanat değildir." diye eleştirilen film. hangi halk? sen halk mısın? adam filmi sana yapmıyor ki zaten? halk bugün ismini bildiğimiz kaç sanatçıyı anlamış? cuma pazarı tezgahı mı bu?
    halk murat övüç ve türevlerinin alıcısı, takipçisi o zaman onlarda önemli kişiler.

    sanat halk için falan değildir. para ile alınan hiçbir şey ''halk için'' değildir. sanat ve edebiyat var olduğu ilk anlardan beri ücret karşılığı ulaşılabilen bir olgudur. bu da yüceliğinden bir şey kaybettirmez.

    tarihin hiç bir döneminde hayatınız boyunca ödemesini yapmadan sanata ve edebiyata ulaşabileceğiniz bir dönem olmamıştır.

    ekşi'nin en sığ yorumlarından birini yapıp şu filmi bedri baykam denen tüccarın spremli medilinden daha aşağı bir seviyeye koyduktan sonra fikirlerini ''sinema ve edebiyat bu kadar sığ olmamalı.'' diye noktalamak ancak ekşi'de görülebilecek bir olay.

    şu filmleri izlemeden önce imdb ye girin bir bakın ben ne izliyorum, kimin filmi bu, daha önce ne işler yapmış... izledikten sonra ''anlamadım demek ki boktan film'' demezsiniz böylece.


    (justin mcleod - 5 Eylül 2020 14:57)

  • comment image

    synecdoche, new york adlı başyapıtının izinde yine bizim gibiler için tanıdık bir hikaye.. üzerine konuşulması gereken çoğu şey burada* anlatılmış, uzun uzun tekrar etmeye gerek yok..

    kendini gerçekleştirememiş ve gerçekliğini kendi zihninde kurmuş yaşlı bir adamın, intiharına beş kala, tüm hayatına dair öykünmelerinin bir gecelik hikayesi..

    hayalindeki sevgilisi ile hep sevdiği konulardan konuşur, ortak zevkleri vardır ama bazen de kendi hayat bilgisine kıyak geçer, sevgilisi bahsettiği şeyin ne olduğunu bilmez ama yine de ilgisini çekmiştir olan biten..

    sevdiği şiirleri o yazmışçasına sevgilisinin ağzından dinler, resimlerinde anlattığı şeyleri ressamı oymuşçasına sevgilisinin ağzından anlattırır..

    sevgilisinin işleri ve kişiliği de sürekli değişmektedir, tabii ki yine zihninde kendileri için kurduğu dokunulmaz dünyaya uygun olarak.. bazen sevdiği dizinin başrolündeki kız gibi bir garson olur, bazen hayranı olduğu a woman under the influence filmindeki efsanevi gena rowlands'ın mimiklerini yapar, repliklerini söyler.. resimlerinin ressamı, şiirlerinin şairidir sevgilisi.. bazen de kendi potansiyelini gerçekleştirebilseydi eğer olabileceği bir fizikçi..

    durmadan dönüp duran makinenin içinde, defalarca ve belki de sonsuza dek yıkanan onlarca hizmetli üniforması ile kenara atılmış resimler, asla gidilmemesi gereken bir bodrumda, zihnin derinliklerinde yanyana durur.. dışarısı debord'un gösteri toplumudur ve ürkütücüdür.. belki de bir sarhoşluk anında alınan ve asla aranamamış olan bir telefon numarası, ve belki de cevaplanmaya korkulan telefonlar yüzünden kaçan ve sonsuza dek pişman olunan aramalar..

    yüz hayat yaşasam seni uyduramazdım demişti berger ve bu romantizmin gerçeğin ta kendisi olduğunu umuyorduk.. ama belki de "sen" dediklerimiz sadece uydurduklarımızdı, hem de yüz romantik hayatta değil, sadece tek bir kapkaranlık, sığ, yalnız ve hastalıklı hayatta..


    (ianism - 5 Eylül 2020 18:43)

  • comment image

    güzel film.
    --- spoiler ---

    ölmekte ya da intihar etmekte olan (artık her neyse) bir adamın son anlarındaki zihinsel akışının görsel imgesi film. o yüzden aslında filmdeki herkes ve her şey adamın zihni. gene o yüzden görülen her şey anı olduğu için görsel ve zamansal tutarlılık kesin değil.
    ---
    spoiler ---
    bu durum anlaşıldığında film çözülebilir ve anlamlı hale geliyor.
    bunu yakalayamadıysanız 2 saatlik işkence seansı...


    (tovbebismillah - 6 Eylül 2020 00:11)

  • comment image

    insanın gırtlağına bir yumru gibi oturan, göğsüne demir bir ağırlık gibi çöken film. her filmin sonunda tane tane açıklamalar bekleyen, kafasındaki hollywood paterninden uzaklaşamayanların da beğenmeyeceği bir film aynı zamanda. ana akım izleyicisi iseniz tavsiye etmem. benim için 8/10'lik bir film.

    --- spoiler ---

    "her şeyin düzeleceği, hiçbir şey için geç olmadığı, tanrı'nın senin için bir planı olduğu, yaşın sadece bir sayıdan ibaret olduğu, gün doğumundan önce her zaman karanlık olduğu (umudun tükenmemesi gerektiği), her kötü şeyin iyi bir yanı olduğu, herkesin bir gün aşkı bulabileceği; hepsi palavra."

    jake'in bu tiradı aslında filmin minik bir özeti. film bu ana fikir etrafında dönüyor.

    özel bir yeteneği, özel bir zekası, dikkat çekici bir güzelliği bulunmayan, sosyal ilişkilerde de alabildiğine başarısız bir insanın; dünya üzerinden nasıl hayalet gibi geçip gideceği ve kimsenin aklında en ufak yer etmeyeceği o kadar iyi anlatılmış ki, bu cümleyi yazarken bile yutkundum.

    jake böyle bir çocuk. okulda hatırlanabilir tek başarısı "çabası için" aldığı rozet olmuş. annesi, her sıradan anne gibi çocuğunun "dahi olduğunu" (oyunun dahi versiyonunda her şeyi bildiğini anlattığı sahne bunun yansıması), okuldan "üstün başarı ödülü" aldığını düşünen bir anne. babası da yaptığı şeyleri küçümseyen, resimleri "fotoğrafa benzemiyor" diye onun şevkini kıran bir baba. yani aslında kötü niyetli olmayan ama eğitimsiz, sıradan taşra insanları. kendini hiçbir zaman geliştiremediği ve anne babası hariç hiçkimseyle de ilişki kuramadığı için, içi çocuk kalarak, bedeni yaşlanarak, yani kısacası zaman iki yanından akıp giderken kendisi sabit bir noktada durarak hayatını tüketmiş bir insan jake. artık anlamsız bulduğu bu hayatı bitirmek istiyor. bitirmeden önce de hem kendi geçmişiyle hem de toplumdaki konumuyla yüzleşiyor kafasının içinde. biz de jake'in bu son yüzleşmesine şahit oluyoruz.

    the woman, hiçbir zaman sahip olmadığı ve olamayacağı kız arkadaşı, farklı isimler ve farklı mesleklerle karşımıza çıkıyor. fizikçi oluyor, ressam oluyor, gerontolog oluyor, şair oluyor. beden olarak bir barda gördüğü, aslında kız arkadaşıyla yıldönümünü kutlayan ve hiçbir şekilde diyalog kurmadığı bir kadını seçmiş. zaten beden önemli değil, o sadece bir kabuk. the woman yeri geliyor olası sevgililerden biri, yeri geliyor jake'in içinde kalan kişiliklerden biri oluyor, jake hem o hiç olmayan kadınlarla hem de kendiyle yüzleşiyor. zaten hayatında bir kadın olsaydı bile jake ile bir gelecek göremeyip her şey yolundaymış gibi görünürken bile çekip gideceğini düşünüyor. diğer taraftan kadının ayrılık düşünceleri, jake'in dünyayı terk etme düşünceleri ile paralelleşiyor. "jake iyi bir adam ama bu iş böyle yürümüyor. hareket halinde kalmak en kolayı, diğer seçenek (intihar) için çok fazla enerji ve kararlılık gerek."

    taşralı sıradan bir ailenin sıradan çocuğu olmak, ailesine karşı hem öfke hem de utançla doldurmuş jake'i. anne ve babayla olan sahnelerdeki ani öfke patlamalarından, duygusal geçişlerden bunu oldukça iyi görebiliyoruz.

    ailesiyle ve hayatında ol(a)mayan tüm kadınlarla yüzleşip barıştıktan sonra, içindeki hala umut taşıyan çocuğu öldürüp (temsili dans sahnesi), yegane başarısı olan rozeti aldıktan sonra hayatındaki (daha doğrusu hayatının kenarından geçip giden) tüm insanlara hitaben bir teşekkür konuşması yapıp hayata veda ediyor. tıpkı ahırda kendi halinde yatıyor zannedilen ama görünmeyen yerlerinden kurtçuklar tarafından kemirilip yavaş yavaş çürümekte olan domuzlar gibi; fark edilmeden, umursanmadan veda ediyor.

    "hipoterminin başlaması ne kadar sürer? ölmek için kötü bir yol olmayabilir."

    gece gelen ek: düşündükçe insanın psikolojisine daha da sıçan bir film. izleyip de bir şey anlamayanlar hadi neyse de, bir şey hissetmeyenler gerçekten garip.

    yaşlı jake'in gece vakti bomboş okuldaki bomboş sınıfta film izlerken tek başına yemek yemesi, koridorda ağlayarak the woman'a "onu görmedim ama seni görüyorum" demesi, the woman'ın jake'i tarif ederken "40 yıl önce beni ısıran sineği tarif etmek gibi" benzetmesini yapması (yani jake'in kendini bu kadar değersiz görmesi), sırf birileriyle diyalog kurabilmek için alınmış ve yenmeden çöpe atılmış dondurmalar gözümün önüne geldikçe içim parça parça oluyor. "sanki ben duruyormuşum da zaman üstümden akıp gidiyormuş" hissini ve ömrünün böyle geçmesine hiçbir noktada müdahale etmemiş olmanın pişmanlığını ne kadar da basit ve derinden hissettiriyor.

    ne diyordu jake "gençlik çok güzel, çok parlak, gençken her şey mümkün. gençliğe hayranım. yaşlılık adeta gençliğin posası." pişmanlık dolu posalar haline gelmemek için, değişim her ne kadar ciddi bir enerji ve kararlılık gerektirse de, insanı uyuşturup tembelleştiren rutinin dışına çıkmayı daha çok denemeliyiz galiba.

    ---
    spoiler ---


    (ah guzel ahmet abim benim - 6 Eylül 2020 18:40)

  • comment image

    filmin özeti şu cümlede saklıydı: "i have chains (zincirlerim var)".

    -spoiler-

    hayali kız arkadaşına "i have chains" diye bağırır jake. jake'in gerçekten de zincirleri vardır. doğduğu yer, ailesi, büyüdüğü çiftliği, hayatındaki hemen hemen her şey ona zincir olagelmiştir. intihar etmeden önce kafasında canlandırdığı onca güzel şeye erişmesini engellemiştir bu zincirler. onun zincirleri aynı zamanda hayatın acımasız gerçekleridir de. her şeyin, işin sonunda sadece kemik yığınından ibaret olduğu gerçeğini ve yok olup unutulacağımızı bilmek aslında korkunç bir zincirdir. filmdeki muhteşem repliklerin birinde şöyle denir mesela: "her şey ölmeli, tek gerçek bu. insan umudunu kaybetmek istemez, ölümü aşabileceğini düşünür. her şeyin iyiye gideceği inancı insana özgü bir fantezidir. diğer hayvanlar ise anı yaşar. insanlar bunu yapamadığından umudu icat etmiştir".

    filmin başlarında şu harikulade tabloyu gözümüze sokar yönetmen. bunun acımasız bir nedeni vardır. tablo alman romantik ressam caspar david friedrich'e aittir. ismi de der wanderer über dem nebelmeer (wanderer above the sea of fog-bulutların üzerinde yolculuk)'dir. romantizm akımının tam anlamıyla simgesidir. yüksek bir tepede, kayalıkların üstünde, sisli ve bulanık bir hayata karşı dimdik duran genç bir adamı resmeder. resim her anlamda romantik, heyecanlı ve kışkırtıcıdır. insanın yanına bu tabloyu alıp maceradan maceraya atılası gelir.

    jake'in evinde böyle bir tablonun bulunması ise büyük bir komedidir aslında. gerçek ve hakiki bir komedi... yaşamın ta kendisi... jake; zeki bir insandır, düşüncelidir, hayalinde canlandırdığı kız arkadaşına sırf onun ayakları üşümesin diye kendi terliklerini verecek kadar centilmendir. büyük şairlerin büyük şiirlerini okur, çocuk yaşta biyoloji, kimya ve fizik üzerine kitaplar okumaktadır. klasikleri izlemekten hoşlanır. hayali kız arkadaşı, jake'in çocukluğunun geçtiği odaya girdiğinde görürüz ki jack'in kitaplığı inanılmaz kitaplar ve filmler ile doludur. fakat bunların hiçbiri jake'in, boktan bir kasabanın boktan bir lisesinde hademe olarak yalnız başına, kimse tarafından hatırlanmayacak şekilde arabasında intihar ederek ölmesine engel olamaz. çünkü hayat robert zemeckis filmlerine hiç benzemez.

    charlie kaufman'ın filmin ortalarındaki flashback sahnesinin yönetmeni olarak zemeckis'i seçmesinin elbetteki akıllıca bir sebebi vardır. muhtemelen zemeckis'in herkesçe bilinen ve çok sevilen forrest gump filmine atıfta bulunmuştur. "forrest gump", hepinizin de bildiği üzere tam bir "amerikan rüyası pazarlama" filmidir. "ne kadar aptal da olsanız; çabalar ve sisteme ayak uydurup sesinizi çıkarmadan her denileni yaparsanız elbet bir gün siz de bir şeyleri başarabilirsiniz" der film. halbuki "forrest gump" filminde görüp görebileceğiniz her şey birer saçmalıktan ibarettir. o film tam bir umut pornosudur. nasıl porno izlerken saatlerce sevişebileceğiniz ihtimalini hayal edip durursanız, forrest gump'ı izlerken de tüm hayallerinizin gerçekleşebileceğini düşleyip durursunuz. bu filmde jake üzerinden anlatılanlar ise forrest gump'ın bir antitezidir. forrest gump ne kadar aptalsa; bizim jake o kadar zeki ve entellektüeldir. forrest gump nasıl tamamen hayal ürünüyse; bu film her şeyiyle hayatın ta kendisidir.

    "işlerin düzeleceği, hiçbir şey için geç olmadığı, tanrının senin için bir planı olduğu, yaşın önemsiz olduğu, umudun asla tükenmeyeceği, her işte bir hayır olduğu, herkesin aşkı bulabileceği... bunların hepsi sadece palavradan ibarettir". jake, ölümüne doğru giderken bu acımasız cümleleri sayıklar. işte hayat tam anlamıyla jake'in ağzından dökülen cümlelerdir. ne yaşayacağınız az çok bellidir. boş umutlar besleyerek yaşamaya çalışmanız çok acınası bir davranıştır. bazen ne yaparsanız yapın başaramazsınız. kendinizi john cassavetes'in başyapıtların biri olan a woman under the influence filmindeki mabel karakteri ile ölçüştürmenizin bir anlamı yoktur. çiftlik evinden ayrıldıkları araba sahnesinde jake, mabel karakteri için "çok güçlü ve büyük haksızlığa uğramış bir karakter" der. mabel'den kastı aslında kendisidir. kendini onun yerine koyarak konuşmuştur. kendisinin de bir şeyler yapabilecekken haksızlığa uğradığını düşünmektedir. fakat çok geçmeden hayali kız arkadaşı yani aslında yine kendisi şöyle cevap verir ona: "mabel, herkesi memnun etmek isterken tükenmiş ve böylece bir kurbana dönüşmüştür sadece". ve jake bu muhteşem cevaba bir şey diyemez. çünkü hayatını, zincirlerim diye tabir ettiği ailesi için harcamıştır. tüm ömrü onlara bakmakla geçmiştir. elli yaşında doğum günü kutlanırken annesinin de dediği gibi o yaşta bile hiç arkadaşı olmamıştır. ailesiyle tanıştırabileceği, terliklerini paylaşabileceği bir kız arkadaşı da olmamıştır. büyük bir fizikçi olma hayali ile yaşayıp durmuştur. çoğu insanın da başına geldiği üzere hiçbir hayali gerçekleşmemiştir.

    ve filmin başından beri sayıklayıp durduğu o cevaplanmamış tek soruyu sorar kendisine: "hipoterminin başlaması ne kadar sürer?". ve ölmeden önceki o birkaç saniyede kendini son kez rahatlatmak ister ve aklından şunlar geçer: "domuz olduğun için kendine acımazsan gerisi o kadar da kötü değil. kurtçuk dolu domuzu da birilerinin oynaması gerek değil mi? neden sen olmayasın? piyango sana vurmuş. kaderini kabullenmelisin. sineye çekersin ve yola devam edersin".

    ne yaparsanız yapın bazı şeyleri değiştiremezsiniz. bazı şeyler önceden bellidir aslında. hayali kız arkadaşın da dediği gibi "belki de başından beri biliyordum. belki de böyle biteceği belliydi". nerede doğduğunuz, babanızın mesleği, annenizin çalışıp çalışmaması, kaçıncı kardeş olduğunuz ya da tek çocuk olmanız, kaçıncı sırada hangi cinsiyetle dünyaya geldiğiniz, her akşam evde çay yapılıp yapılmaması bile sizin kaderinizi belirler. ileride ne olacağınız acımasız gibi görünse de az çok bellidir. o yüzden jake, tolstoy'a katılmaz. tolstoy, "mutlu aileler birbirlerine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" demiştir. jake'e göre ise her ailenin mutluluğu da mutsuzluğu da kendilerine özgüdür. peki bu ailevi döngüyü kıramaz mısınız? elbette ki kırabilirsiniz. filmin böyle bir iddiası yoktur. film, bunu kırabileceğinizi anlatmaya çalışmaz. bunu kırabileceğinizle ilgili tonla film yapılmıştır zaten. "forrest gump" örneğin... ama kolay kolay hiçbir film bunu "büyük çoğunluğun başaramayacağını" söylemeye cesaret edemez. çünkü kimse altı kurtlanarak, içten içe ölecek bir çiftlik domuzuna benzetilmek istemez. bunu duymak onlara ağır gelir. halbuki hakikat, acı da olsa budur.

    anı yaşamaktan başka bir şansımız yok. sadece yaşamayı amaçlayan bir virüsten bir farkımızın olmadığını önünde sonunda kavramamız gerekiyor. bunun başka bir çözümü yok. ölecek, kurtlanacak, yok olacak ve unutulacaksınız. bunları duymanın acı verdiğini biliyorum ama gerçek olan bu. bir kuş gibi yaşamayı öğrendiğiniz an hakikate kavuşabileceğinizi bilmelisiniz. ardınızdan büyük eserler bırakmanızın bir önemi yok. jake gibi filmin sonunda nobel ödülü almanızın da inanın hiçbir önemi yok. bir önemi olduğunu düşünüyorsanız filmi oturup tekrar izleyin bence.

    filmdeki birkaç ayrıntıya da değinmek istiyorum. filmde jake ve kız arkadaşının eve ilk kez girdikleri sahnede jake yandaki komidinin üzerinde duran termosu hemen alt rafa kaldırıyor. o termos aynı zamanda işe her gün yanında götürdüğü termosu. intihar etmeden önce arabaya bindiğinde de elinde bir tek o termos vardı. termosu saklama çabası, en azından hayallerinde o termostan kurtulmak istemesinden başka bir şey değildi.

    filmde bahsi geçen william wordsworth, romantik dönemin önde gelen şairlerinden biridir. jake gibi romantik ve hayalperest bir insanın böyle bir şairi sevmesi hiç şaşılası bir tutum değildir.

    yine filmde bahsi geçen anna kavan'a ait "ice" romanı, yazarın ölümünden önce yayımlanan son eseridir.

    jake'in çocukluk odasında john carpenter'a ait pek çok film de görürüz. belki de kaufman, hayranlığından böyle bir şey yaptı. zaten tüm film sanki bir gerilim ve korku filmi gibiydi. korku filmlerinde rast gelebileceğiniz pek çok ögeye filmde denk gelmek mümkündü. zaten anlatılan her şey oldukça korkunç değil miydi?

    yine jake'in odasında en üstte bir filme denk geliriz: a beautiful mind. filmde anlatılan her şeyin aslında jake'in sanrılarından ibaret olduğuna bir gönderme yapılmak istenmiş sanırım.

    ayrıca yine filmde adı geçen david foster wallace intihar ederek ölen, amerikalı büyük bir roman, deneme ve kısa öykü yazarıdır. kendisini de bu vesileyle buradan bir kez daha anmış olalım.

    ayrıca filmde jake'in hayalinin "büyük bir fizikçi olmak" olması da hoş bir ayrıntıydı. filmde zaman kavramı alıştığımız şekilde değildi. sanki film, bir kuantum dünyasında, geçmişin, şimdinin ve geleceğin içe içe geçtiği bir boyutta geçiyordu. zamanı böylesine eğip bükebilmek de anca bir fizikçiye yakışırdı zaten.

    -spoiler-


    (ozkulu - 7 Eylül 2020 17:25)

  • comment image

    tam bir antinatalizm filmi. özgür iradenle seçmediğin bir aile ve coğrafya içine iki et parçası tarafından atılmak zincirlerin en büyüğü. film muhteşem hem görsel hem diyaloglar çok iyi.


    (wax simulacra - 8 Eylül 2020 20:06)

Yorum Kaynak Link : i'm thinking of ending things