Süre                : 1 Saat 32 dakika
Çıkış Tarihi     : 26 Ağustos 2011 Cuma, Yapım Yılı : 2011
Türü                : Drama,Romantik,Bilim Kurgu
Taglar             : Salgın,Kadın çıplakları,anarşi,Sigara içiyor,Anlatım üzerine ses
Ülke                : İngiltere,İsveç,Danimarka,İrlanda
Yapımcı          :  BBC Films , Zentropa Entertainments , Scottish Screen
Yönetmen       : David Mackenzie (IMDB)
Senarist          : Kim Fupz Aakeson (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Eva Green (IMDB)(ekşi), Ewan McGregor (IMDB), Connie Nielsen (IMDB)(ekşi), Denis Lawson (IMDB)(ekşi), Stephen Dillane (IMDB), Ewen Bremner (IMDB)(ekşi), Alastair Mackenzie (IMDB)(ekşi), Siu Hun Li (IMDB)(ekşi), Stephen McCole (IMDB), Liz Strange (IMDB), James Watson (IMDB), Duncan Airlie James (IMDB), Perry Costello (IMDB), Des Hamilton (IMDB)

Perfect Sense ' Filminin Konusu :
Tüm dünya duyularını bir bir yitirirken onlar aşık oldular... Kadınlara bağlanmakta sorunları olan yetenekli yemek şefi Michael, soğuk görünümlü güzel doktor Susan ile tanışır. Susan uzun bir süredir kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş, Michael ise kadınlarla ciddi ilişki kurmaktan kaçınmıştır. İkisi de birbirlerine karşı daha önce deneyimlemedikleri derin duygular hissederken, tüm dünyada insanların duyularını sırayla yok eden salgın bir hastalık baş gösterir.İnsanlık sonuna yaklaşırken aşk tüm bu engellere rağmen hayatta kalabilecek midir? IMDb: 7.0


Kıyamet / 23 Salgın / 60 Şarap / 6
  • "yeryüzündeki son aşk olarak türkçe'ye çevrilmiş. kim çevirisini yapıyor bunların anlamıyorum. perfect sense ne, yeryüzündeki son aşk ne?"
  • "son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri. güzel bir kıyamet yorumu. ayrıca tam bir ekşici piç filmi, burası ya bu filmi över ve bir nutella yapar ya da itin götüne sokar."
  • "--deaf? stay at homethis is the safest place to bekeep your television onwe will keep you informed--"




Facebook Yorumları
  • comment image

    ilginçtir ki sinemaya dair tüm internet siteleri ve televizyon programlarında özeti yanlış verilen,çoksatan bir kitaptan uyarlanan felaket filmi.

    --- spoiler ---

    temelde bir felaketi konu ediniyor; ama "aşk olmazsa olmaz şimdi" diyerek aşk serpiştirilmiş gibi. önce bir ıssız adam sendromu yaşıyor izleyici,ewan'a hiç yakışmış mı bu piçlik diyor.sonra tabii ki o benzerlik gidiyor ve güzide çevirmenlerimizin üzerinde durdukları aşk ile adam felsefesini yeniliyor.yeryüzündeki son aşk da değil filmdeki olay.bildiğin sil baştan isim konmuş.
    kimse yataklara düşmüyor,ölmüyor, yalnızca duyularını kaybediyor insanlar. nedeni,nasılı da bilinmiyor ve yaşamın dünyevi zevklerden ziyade kişisel ve bütünüyle insani özellikler olmadan süremeyeceği,sürse bile hazzın git gide kaybolacağı konu ediliyor -ki burada orjinallik devreye gireyazarken life goes on zoraki girişi yapıyor,çünkü başka yol kalmıyor-.filmde de devamlı yapılan komplo teorileri gerçekçi olduğundan etkiliyor daha çok.bana her an bu durumu yaşayabilirmişiz gibi geliyor açıkçası.

    ---
    spoiler ---

    konusu,yönetmenliğinin yanında eva green ve ewan mcgregor insan güzellikleri ve doğallıklarıyla filmin değerini arttırıyorlar çok rahat. bir de star wars dışında filmlerde mümkün mertebe soyunmayı hayatın bir akışı haline getirmiş olan ewan'ın (bkz: ewan mcgregor ve çükü sorunsalı) yanında eva da durur mu yapıştırmış cevabı:ilk filmi the dreamers olan bir kadınım ben.


    (irlanda yolcusu - 30 Ağustos 2011 04:55)

  • comment image

    klasik yanardağ patlaması, deprem, virüs, sel, seylap vs.. felaket filmlerinden dağlar kadar farklılık gösteren, sadece bir felaket filmi diye adlandırılmayı hak etmeyen, ıssız adamla alaka kuranlara filmi yeniden izlemelerini önereceğim, felaketle baş etmeye çok farklı açıdan bakan, felaketi yok etmeye değil onu kabullenip onunla yaşamaya odaklanan, insanın nelere alışabileceğini anımsatan, tüm bunları aşk ve güzel müzikler eşliğinde bize ikram eden, ilginç bir kıyamet projesi olabilecek bir film...

    --- spoiler ---

    > ilk kaybedilen duyu koku: koku hafızasının yok oluşuna katlanamayacağıma ve bu duyuyu en sonlara doğru kaybetmeyi tercih edeceğime kanaat getirdim ben. koku duyusunu kaybeden insanlara yemek yaparken nezleli insanlara yemek yapar gibi yemek yapıyorlar: bol baharatlı, bol tuzlu, bol şekerli vs... yani diğer bir duyguya yüklenilerek koku duyusunun eksikliği telafi edilmek isteniyor...

    > sonraki kayıp : tat alma duyusu. başta; madem ispirto ile en pahalı kanyak aynı lezzette daha doğrusu lezzetsizlikte, öyleyse un yiyip yağ içelim zihniyetine giriyor insanlar ama yine de hayat devam ediyor ve insan insanlığının keyfini çıkarmak istercesine tadını alamasa da farklı lezzette yemekler yemeye devam ediyor. tat alma duyusunun eksikliğini bu kez işitme duyusu ile hissetmeye çalışıyorlar: yediği şeyini çıtır çıtır kıtır kıtır çıkardığı sesi duyarak zevk almaya çalışıyorlar yediklerinden...

    > sonraki kayıp: işitme duyusu. duymamak kötü tabii ama bir şeyi duymayı seviyorsan ondan bir şekilde mahrum olmazsın mesajını veriyor film. duymadan çalan müzisyenlerin yaptığı müziği hoparlörlere ellerini yüzlerini dayanarak hissetmeye çalışan, duymadan dinleyen insanları gördükçe o mesajı almamak mümkün mü?.. ya da işitme eksikliğini, işaret dilini kullanıp görme yetisi ile telafi eden ve devam eden hayata adapte olmaya çalışan insanları gördükçe?..

    > son kayıp: görme duyusu oluyor filmde. her şeyin karardığı sahneye etkileyici bir müzik ile tanık oluyoruz. görme yetkisinin eksikliğini birbirine dokunma ve birbirinin nefesini hissetme ile gideriyor insanlar ve bu yetmez mi diye sorarak bitiyor film...

    ---
    spoiler ---

    acaba hangi duyumuz daha değerli diye düşünüp, cevabını vermekte zorlandım ben filmi izlerken...


    (pacta sunt servanda - 31 Ağustos 2011 19:55)

  • comment image

    --- spoiler ---

    haneke'nin the seventh continent filmiyle kurgu benzerliği dikkatlerden kaçmayan film. aslında çok daha genel bir mesele, bir ailenin ya da dar bir çevrenin hikâyesi üzerinden anlatılıyor. haneke'de "aile" ön plandaydı ve yıkım çoktan gerçekleşmişti. burada, "genel durum" dediğimiz şey bir çeşit "hastalık" olarak kodlanmış. ama kim diyebilir ki, haneke'nin karakterleri de benzer bir hastalıktan (duyguların ölmeye başlaması) muzdarip değildi?

    yani, konu aslında batı'nın çok eskilere giden distopya üretme alışkanlığının bir ürünü. bir çeşit apocalypse. duygular yavaş yavaş yok oluyor, tabi öfke nöbetleri, yalnızlık, depresyon, keder... modernizmin (postmodern hâli de dahil) varıp dayanacağı nokta.

    ama bana daha çok duyguların kayboluş sırasının, sinemayla ilişkisi ilginç geldi. romanın yazarı, ya da yönetmen bunu düşünmüş müdür bilmiyorum. ama en önce kokunun yok olması, oldukça modern bir fenomen. görselliğin, teknoloji vasıtasıyla baskın kültür hâline gelmesi, bunun yanında ses teknolojilerinin gelişmesi, iletişimde "koku" faktörünü öldürdü denebilir. bunun yanında yoğun şehirleşmenin getirdiği bir "koku-karmaşası" da aynı etkiyi yarattı.

    yani aslında sinemanın kendisi, bir görsel-işitsel şölene dönüşürken, insanı kokudan ve tattan uzak bir varoluşsal duyuşa sürükledi. filmde, "koku hafızadır" diyerek bu kanıyı pekiştiriyor. en son hangi sanat eserinin "kokusu" da ilginizi çekti? bu, bir nevi sterilizasyon. modern, hijyenik toplum kurgusunun bir parçası. ikincisi de, "tat" tabi ki. artık iyi bir "tat" ve "koku" için ödeme yapmak zorundasınız. hele ki bunların "organik" olmasını istiyorsanız...

    bu iki duyunun, filmde ilk kaybolanlar olması, ve bu travmatik döneme rağmen hayatın "devam etmesi" bir çeşit sinemasal "self-reflexivity" iması uyandırdı bende. bilmiyorum kasıtlı mı...

    filmin kopma noktası, tabi ki seslerin kaybolmaya başladığı dönem. sinema teknolojisinde de geçmişe gidilen bir an gibi. nasıl ki günümüz dünyasında "internet kesilmesi" ile, 90'ların dünyasında "elektrik kesilmesi" aynı şeydi; sinemada da artık "sessiz dönem" bir çeşit arkaik "an"ı betimliyor. filmin sessiz geçen zaman dilimi, seyircinin de iyice "yabancılaştığı" (başroldeki abimiz gibi) zamanı karşılıyor. çemberin yarılacak bir hâli kalmıyor artık. kendi kuyruğunu ıssıran yılan, iyice geriliyor.

    artık, görme duyusunun da gideğini anlıyoruz. bu, sinemanın da bitmesi anlamına gelir tabi ki. dokunarak sinema yapamazsınız. modern toplumda da yine "hijyen" gibi gerekçelerle, aslında "dokunma" eylemi en aza indirildi. mesela pornografiyi ele alalım; dokunma hissinin sıfıra indirgenmesiyle yaşanan bir "cinsellik" deneyimi. ya da cyber sex denilen icat.

    bütün bunlar, filmin bir sıfır noktasına, yani bir "boş gösteren"e doğru ilerlediğini gösteriyor hep. öyle bir "an" ki bu, sinema denilen sanatın iflas ettiği bir duyguyu vermeye kodlanmış, postmodern resimdeki "leke" dediğimiz nokta. orası, bir anda ontolojik kimlik oluveriyor. yani filmin adı olan, "perfect sense" tam da bu "dokunma" üzerine odaklanmış. sinema, yine hile yaparak bize ses vasıtasıyla, iki âşığın "dışarıdan" görülebilmeleri halinde, birbirini okşayan sevgililere dönüşeceğini aktarıyor. ancak bu anlatım, karanlık ekranda beliren bir sesle, yani sinematik imkânları zorlayarak yapılan bir betimleme ancak. gerçeği aktarmanın fersah fersah ötesinde bir betimleme...

    güzel film vesselam.

    ---
    spoiler ---


    (cam irmagi tas gemi - 1 Eylül 2011 05:02)

  • comment image

    son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri. güzel bir kıyamet yorumu. ayrıca tam bir ekşici piç filmi, burası ya bu filmi över ve bir nutella yapar ya da itin götüne sokar.


    (yaklas - 8 Eylül 2011 09:01)

  • comment image

    insanlık üzerine çöken bi felaketi konu alan bir film olsa da daha öncekilerden farklı olarak, aslında dünyadaki diğer canlı cansız varlıklar üzerinde hiçbirşeyin değişmediği, bu nedenle de fazlasıyla psikolojik olarak geren, izlediğiniz sürece sizi de kendi içinize hapseden enteresan film.

    --- spoiler ---

    söylenenin aksine ilgi çeksin diye bir de romantik ilişki serpiştirilmemiştir aslında. filmde yapılan duyuların kaybının, yeni başlayan ve pek de sağlam temellere oturamamış bir ilişki üzerinde etkisini göstermek. duyulardan bazıları gittiğinde onu nasıl sevmeye devam edersiniz, en çok hangi duyuyla algılarız ve tanırız birini, ya da anlamayız ve yanlış anlarız, film boyunca bunları düşündürüyor insana. bir yandan hangisi en temel, en vazgeçilmez duyumuz* diye sorgulatırken, tat ve koku duyularının lüksü olmadan da yaşamın kontrolden çıkmayabileceğini düşündürtüyor. her aşamada biraz daha azıyla da varolmaya devam ediliyor.
    sonunda olanların sebebinin açıklanmaması da filmin amacını, bilimkurgu ya da aksyon filmi olmama çabasını güzel desteklemiş bence. her duyu kaybından önce yaşanan duygusal kriz enteresan bi detay olmuş. herşey başlarken, kötü bişeylerin geleceğini haber verircesine gelen ağlama krizi, tat alma duyusu giderken son kez çılgın bi açlıkla rastgele herşeyin tadını almak, öfkeyle çılgınca söylenen kötü sözler ve ardından artık pişmanlıkla söylenen sözleri ve hiç bi sözü duyuramamak ve en anlamlısı görme duyusunu yitirmeden önce yaşanan, sevgi, umut karışımı ve insanları sevdiklerine koşturan hisler.

    ---
    spoiler ---


    (aksi seytan - 10 Eylül 2011 11:33)

  • comment image

    her dakikasında içimi bir şekilde acıtmayı başaran,
    son zamanlarda sinema salonunda izlediğim, nadide,
    en güzel filmlerden biri...

    eva ve ewan ikilisini bir filmde buluşturmak kimin fikriyse, eline-fikrine-aklına sağlık diyorum öncelikle..ve elbette ki filmin ismini türkçeye çeviren, sevgili türk yapımcılarını da kınamak istiyorum.

    --- spoiler ---

    film herşeyden önce insanların acılarını yaşamalarının ne kadar doğal olduğunu anlatmakla başlıyor bize..
    kadın mutsuzdur, adam mutsuzdur.. kadın mutsuzluğunu deniz kenarında, kız kardeşi ile martılara taş atmakta bulurken, acınası haldedir bir nevi..bu durumuna rağmen ise güçlü bir kişilik çizen, işine bağlı bir "epidemiyologtur" (bu filme kadar anlamını bilmiyordum ancak filmin bana kattığı şeylerden birisi de bu kelimenin anlamını öğrenmek oldu, neymiş; epidemiyoloji, toplumdaki hastalık, kaza ve sağlıkla ilgili durumların dağılımını, görülme sıklıklarını ve bunları etkileyen belirteçleri inceleyen bir tıp bilimi dalı imiş.)..

    adam ise, yatağını asla uzun süren bir gecede bir kadınla paylaşamayan, daha doğrusu bir kadınla yan yana yatınca uyuyamayan, iyi bir şef aşçıdır..

    kadın bir gün işine gidince, çalışma arkadaşı tarafından bir erkek hastanın bulunduğu bir odaya çekilir,
    erkek hasta, durduk yere bir anda, hiç bir şeyin kokusunu alamamaya başlamıştır. koku alma duyusunun kaybolması ; "acı dolu" hatıraların geri gelmesini ve hatırlanmasını sağlamakta, insanın deli gibi ağlama hissi duyumsamasını sağlamaktadır, öncesinde..

    her şey bundan sonra gelişecektir. çünkü koku alamamak aslında tat alamamakla bağlantılıdır beyinde..tat alamayacak olan insanlar, bu duyularını kaybetmeden önce ölümüne açlık hissetmektedirler..ve belki de film tarihinin en güzel "açlık çeken insanlar" sahnesi çekilir ve gözlerimizin önüne serilir..

    kadın ve erkek tanışmışlardır bu esnada, her ne olursa olsun, hayatı olduğu gibi, bütün güzellikleri ile yaşamaya karar verirler zaten.
    banyoda küvet keyfi yaparlarken mesela , yemek istedikleri sabunun bir nevi -tat alamadıkları için- keyfine varırlar, gülümseyerek..

    bir gün yatarlarken, adam kadına sorar; "sence diğer duyularımızı da kaybedecek miyiz?";
    "bilmiyorum" der kadın ise..
    ve evet kaybederler.

    tüm insanlığa yayılan geçmek bilmeyen bir virüs edasında ilerler hastalık adım adım.. tüm dünya birbirini kırıp geçirmektedir.
    duyma hissinin gitmesi ise en acısıdır belki de. etrafına vereceğin zararın ve şiddetin farkında bile değilsindir çünkü..adam da zaten kadını bu hissini kaybederken,
    kaybeder...
    acınası haldedir sonrasında ise, ikisi de,
    tüm insanlık gibi !

    ve filmin sonunda, "görmeye" yüklenen o güzelim anlam,
    içleri ısıtan bir başkaldırı gibi.. çünkü görmek demek dokunmaya giden yoldur, kim bilir..
    dokunmak ise her şeydir, yani en mükemmel duyudur,
    hissetmek !

    ---
    spoiler ---


    (kelebeklerinviziltisi - 13 Eylül 2011 12:52)

  • comment image

    değişik bir film. bir başyapıt olacak nitelikte değil ama güzel mesajları güzel insanlarla vermeye çalışan izlenmeye değer bir film olduğuna kanaat getirdim sinemadan çıktıktan sonra.

    hani genç kızların, hatta her yaştan kadının sevgilisi olabilecek bir ewan mcgregor'u biliyorduk da, müthiş soğuk ve donuk bakışları, harika vücuduyla biz erkek milletinin içini yakacak bir eva green gerçeğini görmüş olduk öncelikle. ve bu iki güzel insanı bir araya getiren bir casting başarısını anmadan geçmemek gerekir öncelikle. ama erotik sahneler sanki gereğinden fazla olmuş gibiydi, daha kısa tutularak da anafikir verilebilirdi.

    --- spoiler ---
    kaybolan duyular, günlük hayatta unutulan tatlara ve duygulara bir ithaf, sanırım burası herkesin ortak yorumu. nitekim insanların sağırlığa gömülmeden önce birbirleriyle çılgın gibi kavga etmesi, gerçek hayatta birbirlerini dinlemek istemeyen, iletişimi kopmuş kavgalı insanlarla iyi bir özdeşlik kuruyor bence. veya insanların sürekli yedikten sonra tat alma duyularını kaybetmesi de böyle yorumlanabilir.

    "geçmişte bizim için vazgeçilmez olan birtakım duygular bugün o kadar unutulmuştur ki sanki hiç yaşanmamış gibidir. o noktadan sonra dünyanın en güzel brendisiyle ispirtonun, en lüks lokantanın en kral yemeğiyle sabunun, tıraş köpüğünün tadı hepimiz için aynıdır." bu kısmını özellikle çok beğendim, çünkü ben de bunalımlı dönemlerimde bu duyguyu fazlasıyla hissediyorum. güzel günlerim hiç yaşanmamışçasına silikleşiyor, hasbelkader başıma gelen güzel şeyler hiç iz bırakmadan geçip gidiyor. herşeyin tadı kolonya gibi geliyor.

    filmde en beğendiğim yer, kaybolan şeylere rağmen insanların eksilen duyularının yerine diğer duyularına abanmasıydı. zaten belki de "hayat her ne olursa olsun devam eder" düşüncesi filmin en çok vurgulanan mesajıydı. koklayamayan insanlar daha baharatlı yemeğe başlıyor, tat alamayan insanlar yemeğini yumuşaklığını, kıtırlığını öne çıkarıyor, herkes sağır olunca kamu binalarına temel işaret dili figürlerini koyup işaret diliyle konuşmaya başlıyor. her duyunun kaybı tolere edilebilir, ama yalnızca dokunma duyusunun yerine hiçbir şey konamaz ki buna sonuna kadar katılıyorum.

    ancak insanların duyu kaybına sessizce boyun eğip onun yokluğunu başka şeylerle telafi edip alışmalarını gerçek hayata uyarladığımda biraz içim burkuldu. sanki filmde boyun eğip uyum sağlamak bir erdem olarak verilmiş, ama gerçek hayatta tepkisizlik sonun başlangıcıdır. mesela artan pahalılığa karşı eylem yapıp başkaldırmayı değil, daha az yiyip, daha az gezip, daha az maliyetli şeylerle mutlu olmayı öğütlüyor sanki film. elinizdekilerle yetinmeyi bilin diyor, yanınızda sevdiğiniz olduğunu "hissettiğiniz" sürece her şeye katlanın diyor. tamam, benim için de bu çok önemlidir ama tepkisizliğin övülür gibi olmasına üzüldüm.

    bunlar dışında da filmin sanki söyleyecek başka şeyleri de varmış da söyleyemiyormuş gibi, sanki açlığa, savaşlara vs. tepkiliymiş ama bunu tam anlatamıyormuş gibi. bu açıdan biraz derdini anlatmakta zorlanıyor sanki. ama filmi sadece bireysel açıdan okursak daha bütünlük sağlanabiliyor.

    ---
    spoiler ---

    sonuç olarak düşünmeye sevkedici bir film olduğundan sevdim ben. filmin adının rezil çevirisi ve afişi aslında tam "gidecek film bulamayan sevgili çiftleri"ni bu filme çekmeye yönelik yapılmış, ama biz salonda toplam 4 kişi izledik. özetle bu film salt aşk filmi değil ve şu an gördüğü ilgilden daha fazlasını hak ediyor.


    (tamburello - 15 Eylül 2011 11:57)

  • comment image

    hayvanoğlu hayvan spoilerdir.

    --- spoiler ---

    kurgu, senaryo, konu, oyunculuk vs. ne varsa hepsini bir kenara bıraktım. tüm duyularını yitirmiş bir insanın çaresizliğini tahayyül etmeye çalıştım. kafamda oluşan his hayatımda karşılaşabileceğim en büyük korkuydu sanırım. duyamayan, göremeyen, hissedemeyen, tad alamayan ama bunların haricinde tamamen sağlıklı bir insan... ölemeyen, çevresini algılayamayan. sadece bunu düşündürmesi bile yeter.

    ---
    spoiler ---


    (scholastic oscillator - 21 Aralık 2012 16:56)

Yorum Kaynak Link : perfect sense