• "taa elin izlandalarinda ispanyol bir gencin bana sordugu filmdir. yaklasik 2 saat babazula siya siyabend muhabbeti yaptik. boyle de onemli bir yani vardir."
  • "7.1 iken almıştım. sayesinde çok fena kara geçtim.pazartesiyi beklemeden satsam mi acaba? aha saat beş oldu!"
  • "güzel film. ama neşet ertaş'ın olmaması böyle bir film için çok büyük kayıp."
  • ""duvara karsi" yönetmeni fatih akin'in istanbul'la ilgili, müzik agirlikli belgeselinin adi.300 saatlik materyalden 100 dakikalik bir film olacakmis."
  • ""bu film en iyi filmim,bu film tam anlamiyla ben,kendim" diyor fatih bey."
  • "filmin ekol beyanatı selim sesler ve $ürekasının arkasında demlenen roman ağamızdan gelmi$tir:"ke$ke cenab-ı allah erkesi bizim gibi roman yaratsa be ya"(bkz: büyük filmlerden büyük replikler)"
  • "selim sesler ustadin dedigi bir saptama beni bitirdi. :) turk muzigi ile roman muzigi farklidir. roman muzigini duyunca kalkip oynican, ama turk muziginde dinlersin ancaaaa."
  • "türk belgeselciliğinde can dündar ve nebil özgentürk usulü ağlak üslubu bitirmesi ümit edilen filmdir.(bkz: gözü yaşlı belgesel)"




Facebook Yorumları
  • comment image

    siyasiyabend in içimi burkan ve sokak müziğini sokak kültürünü anlatmak adına, aslında ne zorluklar yaşandığını derinden hissettiren bir bölümü vardı.
    --- spoiler ---

    ama diğer taraftanda sokak çok aslında ağır bir yozlaşmadır yani taam mı, buna karşı koymak.. sokağın belleğinden bahsedemeyiz yani taşın belleğinden; erkin koray işte ankara sokaklarından falan bahsederken taam mı, kaldırımlardan falan filan bahsederken bu bir... çok romatik bir şey yani taam mı, bunu yaşayan adam taam mı, bilir yani taam mı.. taşın abi.. taş taştır yani taam mı?
    [uzun bir sessizlik ve göz dolması]
    orayı kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını taam mı?...

    ---
    spoiler ---


    (foca fatihi - 5 Ekim 2007 17:21)

  • comment image

    bu film bittiğinde, bende bir eksiklik hissi uyandırdı.

    „crossing the bridge: the sound of istanbul“, fatih akın'dan ziyâde alexander hacke'nın filmidir, kanâatimce.

    fatih akın, trabzonlu'dur. trabzon'u ve trabzonspor'u sever. ama eğri oturup doğru konuşmak lâzım; fatih akın ne istanbul'u, ne türkiye'yi; ne anadolu kültürünü, ne de istanbul'un sesini tanımaz, bilmez. fatih akın, sezen aksu, orhan gencebay, müzeyyen senar ve erkin koray'dan ötesini bilmez.

    türkiye, fatih akın için geç keşfedilmiş egzotik bir anavatandır. türkçesi de zayıftır. oldukça aksanlı konuşur, kelime haznesi de fakirdir. tıpkı birol ünel gibi.

    hâsıl-ı kelâm; „crossing the bridge: the sound of istanbul“ ile ilgili bütün araştırmayı, yani asıl işi alexander hacke yapmıştır. fatih akın, çekimlerden bir süre önce istanbul'a gelmiş ve sadece çekimleri yönetmiştir. bu filmdeki müzik zevki, fatih akın'ın değil, alexander hacke'nin beğenisidir. ve „crossing the bridge: the sound of istanbul“den bu beğeniyi çıkarırsanız, film nâmına geriye bir şey kalmaz.

    bana sorarsanız, çok daha iyisi için „anadolu'nun kayıp şarkıları“ni tavsiye ederim.


    (matrakcinasuh - 7 Mayıs 2013 16:46)

  • comment image

    şuradan alt yazılı hali izlenebilir ve mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel bence. hiç sonraya sallamadan, vakit ayırıp muhakkak izlenmeli.

    gerçi tamamını paylaşmak ne derece doğru çok emin olamadım; ama paylaşmadan da duramadım.


    (mjorate - 4 Eylül 2014 19:38)

  • comment image

    özellikle aynur doğan ve siya siyabend'in olduğu sahneler çok güzeldir.
    siya siyabend'in solisti bizon murat
    ve şimdi adını hatırlayamadığım kıvırcık saçlı elemanın sokak şarkıcılığı hakkında konuştukları bölümler süperdir.
    kıvırcık saçlı eleman der ki bir yerinde ropörtajın; "taş serttir, sokakta taşa kafanı koyduğunda anlarsın taşın sert olduğunu"
    sokak gerçektir çünkü.

    bir ülkede müziğin, doğunun ve batının, sokağın ve varoşun izlerinden kotarılmış güzel bir belgeseldir.


    (paranoyaklar takip edilmiyor mu sanki - 4 Eylül 2014 20:59)

  • comment image

    "duvara karsi" yönetmeni fatih akin'in istanbul'la ilgili, müzik agirlikli belgeselinin adi.
    300 saatlik materyalden 100 dakikalik bir film olacakmis.


    (dilmen - 29 Ağustos 2004 00:03)

  • comment image

    dün gece filmde yer alan müzisyenlerin çoğunun katılımıyla emek sinemasında galası gerçekleşmiş filmdir...

    fatih akın bu filmde; istanbul'un müzikal sırlarının peşine düşmüş alman bir müzisyenin günlüğünü sunuyor... bu müzisyen, einsturzende neubauten'ın bas gitaristi olan alexander hacke'dir...

    ilk görüntülerde alexander hacke, boğazın tam ortasında bir teknede baba zula'yla çalmaya başlar... orhan abimizden erkin baba'ya, duman'dan siyasiyabend'e derken filmin nasıl bittiğini anlamazsınız...

    istanbul'un sesi dünyaya hiç bu kadar yüksek sesle duyurulmamıştı... fatih akın'ı, eli öpülesi bir adam olarak tarihe geçirmiş bir çalışmadır...

    filmin ardından babylon'da gerçekleşen bir partide, filmde gördüklerimiz yetmiyormuş gibi bir de aynur'u replikası, baba zula'yı, seslim sesler'i ve ceza'yı da canlı canlı dinledikten sonra oynamadık yerimiz kalmamıştır...


    (kertenkele - 25 Mayıs 2005 10:34)

  • comment image

    --- spoiler ---

    müzeyyen senar'ın rakı kadehiyle yaptığı akrobatik hareketlerin ardından bir dikişte bardağı boşaltıp kadehi fırlatıp attığı koparıcı bir sahne içeren güzel çalışma. o sahneyi izleyince keşke salondaki bütün izleyicilerde birer kadeh rakı olsaydı da biz de aynı hareketi topluca tekrarlasaydık diye düşündüm, çok eğlenceli olurdu.

    ---
    spoiler ---


    (bard - 28 Mayıs 2005 17:22)

  • comment image

    selim sesler ustadin dedigi bir saptama beni bitirdi. :)

    turk muzigi ile roman muzigi farklidir. roman muzigini duyunca kalkip oynican, ama turk muziginde dinlersin ancaaaa.


    (mamama - 30 Mayıs 2005 00:02)

  • comment image

    bana 'fatih’in taşı' başlıklı aşağıdaki yazıyı yazdırtan son zamanlarda çok beğendiğim film.
    "geçen hafta yıldırım türker ‘istanbul hatırası’nın doğduğu topraklarda gösterime girmesiyle birlikte, ‘fatih akın’ sarhoşluğundan bahsetti; yazısından (bkz: fatih akın)’ın sinemasının ‘çocuk gücünden’ çok etkilendiği anlaşılıyor. ama filmi izleyince -belki türker’in coşkusundan unuttuğu- bir kaç noktanın üzerinden bugünün politik gündemine dalmadan edemiyor insan...

    oralara gelmek için hızla toparlarsam, film fatih akın’ın sinemayla kurduğu en oyunsuz ilişkinin en en oyunsuz ürünü. gerek ‘solino’daki ‘kopma’ gerek ‘temmuzda’daki ‘uçma’sahneleri gerekse ‘duvara karşı’ efkarı düşünüldüğünde yönetmen bu kez diğer filmlerinden daha damar bir şekilde ‘kafayı bulmuş.’ güzel... ama tam da bu nedenle, yani gerçek, düz ve içgüdüsel bakışı sayesinde en doğru adreslerden en doğru sesleri toplayarak, istanbul’a dair, büyük bir gürültüden müthiş dokunaklı işitsel bir resim yapıyor. buna da eyvallah. ama asıl kilit nokta fatih akın’ın mekan(lar)ı nasıl bir aura yaratarak konumladığı. çünkü sesleri yoğunluk, hacim ve fiziksel bir varlık olarak düşündüğümüzde, aslında çizdikleri politik / kültürel / ideolojik ‘zone’ları da fark ediyoruz. bu yüzden de bize sesleri kullanarak, son derece politik tartışmalar içeren mekanlar yaratıyor / gösteriyor. bu ilişkileri kuruyor. yani sesin hacmiyle yeniden yarattığı / yeniden tanımladığı mekanın tam da bu şekilde nasıl politik bir açı / kimlik / tanım kazandığından bahsediyorum. sesin çizdiği ve aslında bizzat ses olarak varolduğu sınırlardan. ne bunlar... film üzerinden düşününce, rap-çiler, break-dansçılar, romanlar, kürtler, sokak müzisyenleri... roman’ları izlerken, o kadar gerçek ki her şey, yer yer akın’ın filmde hissedilen sübjektivitesi sadece yok oluyor ortalıktan... ya da aynur’u dinlerken... her şey, ses de her şeyle birlikte, buharlaşıyor... karşımda gerçekler kalıyor.

    fatih akın’ın da bunları (zamanın bir diğer yeniden yaratıcısı-gerçeğin kurgucusu kutluğ ataman’ın aksine) bir ‘intellect’ten yola çıkarak yapmadığı / bulmadığı / yakalamadığı o kadar belli ki. ona yapılacak en anlamlı iltifat herhalde şu olurdu: fatih akın’ın kamerayla hayvani bir bağı ve ilişkisi var, hatta sinemayla. yani, o kadar doğuştan, doğasıyla bu işi yapıyor ki, yakaladığı anlardan yarattığı anlara her seferinde iç güdülerinin peşinden koştuğunu, aslında içgüdüleriyle ‘gördüğünü’ ve hatta kokladığını düşünüyorum. o nedenle ben onu bir çocuk gözü ya da bir yabancı açısı olarak filan tanımlamam.

    zaten filmin alman bas gitarcı alexander hacke üzerinden hikayeleşmesini de hem fatih akın’ın –belgesel yaparken dahi- bir şekilde hala ‘sinemacı’ olduğunu / kaldığını görüyoruz,ama hacke’nin daha önemli bir işlevi var. yönetmenin içindeki ‘yabancıyı’ ortaya rahatça salıvermesini sağlıyor, böylece içindeki yabancıya, yani uzak büyüdüğü türkiye’ye yabancı oluşuna karşı da mesafeli bakabiliyor. iyi çözüm. üstelik basçının müzisyenliğinden de, bir klişe olarak ‘alman metalci abi’ hadisesinden de –istanbul’la batı’nın arasındaki uçurumu iyice açarak – faydalanıyor. zaman zaman. (bkz: nizam pidecisi)

    işte tam da harala gürele, ‘olaya dalan’ bir adam olarak da dünü bugüne bağlayan durumlar yakalıyor. bir çok araştırmacının, akıl fikir sahibi akademisyenin bulamayacağı bağlantılar... filmi izlerken mesela hiç düşünmediğim bir şeyi düşündüm. orhan gencebay’ın (hani ‘geleneksel müziğimizi batı formlarıyla modernize ediyorum, arabesk yapmıyorum’ duruşunu) aslında nasıl da bir zamanın ‘ceza’sı olduğunu... ceza’nın da içerlediği ‘amerikan müziği bu!’ laflar karşısında ‘sound var tamam ama ben sosyal konuları, bizle ilgili hadiseleri işliyorum’ demesi... denize dalışı, saçı sakalı... yani ‘dolmuş müziği’ olarak yıllarca aşağılanan arabesksin köyden kente göç meselesiyle arşınlandığı yıllarda gözden kaçan da şuydu: bu müzik sadece müzik olmadı hiç bir zaman; kültürel olarak da ideolojik olarak da varoldu hep. ses aslında mekanla ve kimlikle birlikte var olan, anlam kazanan bir kod, tam da bu yüzden. ceza da, yakın yerlerde durduğu ‘orhan abi’si gibi, hiçbir zaman vaat ettiği, istediği dediği gibi muhalif bir noktada politik olamayacak... babaları ‘orhan’ dinleyenlerin çocukları ‘ceza’ dinler tezi değil ortaya attığım, ki zaten bir anda bunu yıkan yine ‘ceza’nın babası / babanın ceza’sı’ olacaktır zaten de... şu: replikas’ın da dediği gibi, buralarında bir müzik geleneği, bu geleneğin de bir devamlılığı ve değişimi var. onlarla erkin koray’ın; müzeyyen senar’la sezen aksu’nun ve diğer bir çok müzisyenin aralarındaki bağ(lar) gibi...
    fatih akın bunu sağlıyor: sanki kübalı’ları seyreder gibi ‘aman’ oluyoruz. biziz izlediğimiz, hakikaten de ‘güzeliz.’ böyle. tahmin ettiğimizden de çoğuz, zenginiz...

    fatih akın bu cümleyi çok da kritik bir zamanda söyletti bize aslında. filmde görüyoruz nasıl kürtler küskün aslında, yıllarca kendi şarkısını, türküsünü söyleyememek gibi bir ‘ayrımcılığa’ maruz kalıp, sonra avrupa’ya ‘uyum sürecinde’ bu haklara sahip olmak... hasan saltık’ın dediği gibi, ‘keşke hükümetler bu yasaları daha önce kendi halkı için çıkarsaydı...’ oradan ‘siyasibend’ adlı sokak müzisyenlerine ve aslında yarattığı iklimle bizon’a gelirsek... adamlar diyor ya, ‘kaç zamandır beyoğlu’nun başından tünel’e doğru atılıyoruz, geriye doğru sıkıştırılıyoruz; bir taraftan da sokak müzisyeniyiz ya, avrupalı olmak açısından.’ işte orada film sertleşiyor, sadece orada belki de. “sokak bir zemin, tinercinin elinde ‘laptop’la dolaşanın... buluştuğu... biz aradan çekiliyoruz...onlar hesaplaşıyorlar... bir de şu var... sokağın diğer yüzü... anlıyorsun işte o zaman taşın ne olduğunu, taş taştır... başını yasladığında anlarsın... tamam mı?”

    her şeyin ağır aksak bir ritimde ilerlediği, rock’tan rap’e, alaturkadan türküye kimliğin ‘seslendirildiği’ film aslında bugün içinde yaşadığımız kimlik krizlerimizi algılamak / tartışmak için bize önemli bir platform sağlıyor. zemin. doğu-batı arasında kendini (nerede) tanımlamak, aidiyet bunalımları ve modernleşme sancırlı çekmek, modernizmi post-modernizmle birlikte yaşamak...’ orient expressions’ grubundan richard hamer filmde ‘batı’nın los angeles’le yunanistan, ‘doğu’nun istanbul’la çin arasında tanımlanamayacağını; doğunun, doğulu olmanın nasıl da yaratıldığını, kurgulandığını söylüyor. edward w. said’i vurgusuyla paslaşıyor dedikleri... yaşadığımız dönemde kültürler arasındaki çizgilerin nasıl kalınlaştığı, bir kültürün diğerinden nasıl ayrımcılıkla ‘ayrıldığı’ ve kültür meselesindeki asıl tanımlayıcı baskıcı gücün otorite ve iktidar olduğu konusunda...

    akla jens haaning adlı güncel sanatçının bir işi geliyor; kopenhag’da yaşayan türkler’in anlattığı fıkraları şehrin -kamusal alanın- bir yerinde hoparlörden duyurarak nasılda azınlığın orada toplanmasını sağlamış, oralılara azınlığın dilini kullanarak bir tür ‘yabancılık’ hissi yaşatmış ve görünmez iktidarın ayrımcılığını tersten görünür kılmıştı. cesurca. 1994’te. bugün avrupa birliği ve ermeni meselesi gibi başlıklarda kıvrandığımızda, bir üniversitede akademik bir tartışmaya bile belli bir mesafeyle bakamadığımız bir yerde belki de en çok ‘öğrenmemiz / yaşamamız gereken’e işaret ediyordu o. dışlayarak içine de alabilirsin, içine alarak dışlayabilirsin de... o yüzden, asıl kendini bırakalım herkes kendi tanımlasın. taş taştır. bırakalım fatih’in taşı kafamızı yarsın..."


    (adnany - 2 Haziran 2005 09:50)

  • comment image

    takip ettiğim kadarıyla, fatih akın'ın istanbul un güzelliklerini gözler önüne sermediği için sürekli eleştirilmesine sebebiyet vermiş belgesel. insanların anlamadığı şey ise, bu belgeselde 'turizm cenneti istanbul'un değil, istanbul'un ( ki büyük kısmı underground olan) müzik piyasasının işlenmiş olmasıdır. cannes' te bile ayakta alkışlanan bu filme destek olunacağına köstek olunması garip.
    ayrıca filme fatih akın'ın kişisel filmi demek de haksızlık olur. aksine kendisi ustaca bütün taşları yerine oturtmuştur, zaten filmde her kapının bir diğerine açıldığı ve kurgunun doğal bir şekilde bir bakıma kendi kendine aktığı açıkça görülüyor (misal her underground grubun idolünün erkin koray olması ve ustanın senaryoya sonradan dahil edilmesi gibi.)


    (acid rain - 17 Haziran 2005 22:46)

  • comment image

    istanbul'u bilen, sokağına inmiş, sahici şarkıcılarını dinlemiş insanların müthiş detaylar yakalayabileceği bir belgesel. ellerine sağlık demek isterim fatih akın'a ve emeği geçenlere. gözüme ilişen pek çok güzel ayrıntı oldu.

    --- spoiler ---
    yalnız, keşan'daki birahane kısmında bir adam vardı; o sırada klarnetini öttürmekte olan selim sesler'in kelini öpüyor ve yoluna devam ediyor. işte o adamın gömlek cebinde iki paket kısa lm sigarası dikkatimi cezbetti. bir değil, iki. belli ki bu paketlerden biri azalmış, zulasını da aynı cebe kurmuş. işte bizim insanımız ya dedim...

    ---
    spoiler ---


    (mir - 24 Haziran 2005 03:50)

  • comment image

    bir kere gayet sağlam, taş gibi film olmuş. onu diyeyim. bir de buradaki yorumlarda dikkatimi çeken noktaya değineyim. alman bir müzisyenin istanbul'un müziğini keşfetmesi esprisindeki bir filmi, büyük bir keşif yapmışcasına "oryantalizm lan bu" sözleriyle değerlendiren arkadaşlara, bravo, süpersin, akşama gel de madalyanı verelim demek isterim.


    (nazmiye demirel - 11 Ağustos 2005 20:20)

  • comment image

    filmle ilgili soylemek istedigim cok sey olsa da;

    ceza'nin babasi [ bu nasil bir tanimlama ise artik] "turkiye'nin ihtiyaci olan muzik hip hop'tur" dedikten sonra suratindaki ifade tam olarak "ulan birsey soyledim, ben bile inanmadim.. maksat cocugun kalbi kirilmasin".


    (guru - 2 Haziran 2006 00:08)