Süre                : 1 Saat 36 dakika
Çıkış Tarihi     : 01 Ocak 1971 Cuma, Yapım Yılı : 1971
Türü                : Drama
Taglar             : Hapishane,Aile ilişkileri,Tecavüz,cinayet,Yoksulluk
Ülke                : Türkiye
Yapımcı          :  Güney Film , Irfan Ünal
Yönetmen       : Yilmaz Güney (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Yilmaz Güney (IMDB)(ekşi),Bekir Yildiz (IMDB)
Oyuncular      : Yilmaz Güney (IMDB)(ekşi), Müserref Tezcan (IMDB), Kuzey Vargin (IMDB), Aytaç Arman (IMDB)(ekşi), Mehmet Büyükgüngör (IMDB), Faik Coskun (IMDB), Oktay Demiris (IMDB), Salih Demiris (IMDB), Süheyl Egriboz (IMDB), Muammer Gözalan (IMDB), Mehmet Ali Güngör (IMDB), Nedret Güvenç (IMDB), Osman Han (IMDB), Ahmet Karaca (IMDB), Tuncer Necmioglu (IMDB), Güven Sengil (IMDB), Ali Seyhan (IMDB), Ender Sonku (IMDB), Yesim Tan (IMDB), Nimet Tezel (IMDB), Cemal Tezen (IMDB), Mehmet Yagmur (IMDB), Mustafa Yavuz (IMDB), Feridun Çölgeçen (IMDB), Yildirim Önal (IMDB), Nevin Akkaya (IMDB), Fuat Ishan (IMDB), Abdurrahman Palay (IMDB), Cüneyt Türel (IMDB)

Baba (~ The Father) ' Filminin Konusu :
Baba is a movie starring Yilmaz Güney, Müserref Tezcan, and Kuzey Vargin. "Baba" is a bitter melodrama set in Istambul. A father is not able to earn enough money to feed his family. He is waiting to emigrate to Germany. When his...


  • "dunyalar kadar ozledigim..."




Facebook Yorumları
  • comment image

    tariin bir cilvesi olarak ilginç bir adamdır babam. makedonya’nın bir köyünden gelmiş izmir’e; 7 kardeş, 25 kuzeniyle. sonra ne olduğunu anlamadan, “ben neredeyim” diyemeden, askere gitmiş, muş’a. esnaf olmuş sonra. dört kuşaktır dedelerimin yaptığı işi yapmış. kumaş satmış. türkçe’yi, muş’ta asker arkadaşlarından, izmir’in yaudi esnaflarından öğrenmiş. çok şirin konuşur benim babam. tespi kele yakışır demişler. keldir benim babam. ifla olmaz cumuriyetçidir. eskiden solcuymuş, 12 eylül onu da benzetmiş kendine, yorgunluktan olsa gerek ben bebekken yani 80’de ürriyet gazetesine okur olarak yazılmış. ala da vazgeçmemiştir bundan. doğum tariimi, yaşımı, okuduğum okulların içbirini şimdi sorsan atırlamaz benim babam. ekşi sözlük nedir bilmez, internetten anlamaz, bu satırları eğer biri göstermezse asla okumaz benim babam. belki okursa diye ona itap edeyim bundan sonra.

    atırlar mısın baba, doğum tariim yanlış yazılmış diye makemeye gitmiştik ama geç kalmıştık. sene 1986’ydı ve mübaşir pazartesi gelin demişti. 20 senedir bin pazartesi geçti gitmedik bir daa. gamsız babam benim. kara şimşek’in popüler olduğu yıllar maykıl nayt’ın siya deri montundan istemiştim bir umut, derici arkadaşına yaptırıp getirmiştin. bir dediğimi iki etmedin, arkadaşımda uzaktan kumandalı -kablolu- araba görmüş istemiştim, sen antenlisinden almıştın. belki de kendi yaşamadığın çocukluğunu, benden önceki üç kardeşime yapamadığın babalığı gerçekleştiriyordun. izmir’e mc donalds açıldığında beni oraya götürmüştün, aslında sen merak ediyordun orası nasıl bir yer diye… ilk çizburger yediğim gün o gündü.

    bunu da kesin atırlarsın baba, bir gün kömürlüğü yakmıştım, alevler baçeden balkona yükselip evi biraz aşat etmişti. annem bana çok kızmış, “ben şimdi seni pataklasam da sinirim geçmez, akşam babana söylicem” demişti. akşam oldu korkuyla karşına çıktım, parmağını sallayıp, “çok ayıp bir daa olmasın bak kızarım” demiştin.

    bmx bisikletleri yeni çıkmıştı, alamancı komşularımızda vardı, onlara artık nasıl baktıysam, sen de bunu gördün ki, annemin kolundan çıkarıp verdiği bileziğin üstüne ekleyip bana em de sarı kırmızı bmx bisiklet aldın. yetmedi ben büyüdüm, biançi bisikletleri çıkmıştı, vitesi şimano markaydı, 18 vitesliydi, gittin ondan aldın. ben bunları iç ama iç unutmuyorum baba.

    lise son sınıfta “cemaat dersanesi”nin deneme sınavında birinci olmuştum. dersane ocaları eve gelip, beni ücretsiz kaydedeceklerini söylemişlerdi. 5 nisan krizinin ertesiydi, durumun sıkışıktı ama yine de “ben oğlumu parasıyla bildiğim dersaneye göndericem” demiştin. ama sonra ayatıma iç karışmadın. rejimine aslan, oğluna demokrattın. ilk rakıyı, ilk birayı, ilk likörü ep sen ikram ettin. sigarayı serbest bıraktın. gece eve gelme sınırını orta ikide kaldırdın. biliyorsun baba, şimdi ben ne içki içiyorum, ne de sigara tüttürüyorum. eve ise kuzu kuzu saatinde geliyorum. ne istediysem aldın, nereye istersem gönderdin. ben sana layık olamadım belki ama sen çok şey kazandırdın bana.

    “eskişeir’e okumaya gidiyorum” dedim, “git” dedin. “okulum uzadı kusura bakma” dedim, “canın sağ olsun” dedin. “doğduğum köyü görmelisin” dedin beni memlekete gönderdin. sayende çok şey öğrendim baba.

    bilgisayar dedim aldın, internet dedim bağlattın, dvd dedim getirdin, müzik seti dedim kaptın geldin, “trenle türkiye turuna çıkıcam” dedim destek çıktın. işten ayrılıp bütün param bitince gittiğim askerde bana baktın, askerden geldim, terbiyesizlik edip şansımı zorladım, senden bir de lap top istedim. önce “o ne” dedin, broşürde gösterince “televizyonlu esap makinasını ne yapacaksın” dedin. sonra ondan da aldın.

    vakfettin yani kendini, başıma kakmadan, nasıl baba olmam gerektiğini de öğrettin, zırnık şımartmadan em de.

    (h) arfini söyleyemediğin gibi bazen yazarken de unutuyordun. üseyin dayı’mı aramak için telefon defterinde ü arfine baktığımızı atırlıyorum. bak baba, belki okursun diye “h” arfini kullanmadım içbir kelimede…

    yani diyeceğim, bu satırları okusan da okumasan da bayramın kutlu olsun baba. ellerinden öpüyorum. bu satırları okursan şimdiden söyleyeyim, entri ne demek sorma baba, ayvan ara’da angi ayvanlar aranıyor onu da sorma baba. bu sözlük uzun ikaye baba. uzun ikaye. ne diyordum evet, bayramın kutlu olsun


    (itaatsiz - 25 Ekim 2006 17:07)

  • comment image

    "saçları kısa kestirip, top sakal bırakınca aynı senin gibi oldum lan" dedi, her zaman ona benzemek için uğraşıp durduğum, büyük hayranlık beslediğim ve azmine hayran olduğum babam. ben ona benzemeye çalışıyorum, o bana benzemeye çalışıyor; ortada buluşmaya çalışıyoruz gerçek zamanlı süper kahramanımla.

    bazen yaşları değiş tokuş ediyoruz; ben 46 yaşının yorgunluğunda akşamları uyuklayan, hesap kitap yapan, ne olcak bu dünyanın hali diye dertlenen, ailesinin tüm sorumluluğunu üstlenip açık vermemeye çalışan bir adama dönüşüyorum. o da, 26 yaşının delikanlılığında renkli kararlar alıp nasıl uygulayacağını düşünen, gaza getirecek arkadaşı oldu mu on tane bira içip ertesi gün "sanki beynim küçülmüş de kenarlara çarpıyor" diyen, halı sahada attığı golü anlatan, yeni alacağı motor için bir sürü araştırma yapan bir genç oluyor.

    ayakta durup bir topa tekme atabileceğim ilk andan itibaren karşılıklı penaltı çekiştiğimiz bu adam, iki oğlunu yetiştirmenin ve kendi ayakları üzerinde durduklarını görmenin keyfiyle; yıllardır ertelediği şeyleri teker teker yapmaya başladı. eskiden beri olan motorsiklet tutkusunun küllerini hiç söndürmeyip, hafiften harladı; para istediğim zaman sebebini bile sormadan gönderebilmek için, masraflı hobilerini bir kenarda bekletti. ailecek pikniğe gittiğimizde, motor katarlarına bakıp çaktırmadan iç geçirir ve hayranlıkla bakarmış devasa enduro motorlarına. ben ve kardeşim arabanın arkasında "uzaktaki arabayı ilk kim önce bilecek" oyunu oynarken, babamız da yanından hızla geçen motorların iki tekerlekli özgürlüğüne hislenirmiş da bilemezmişiz.

    arabayı sattığını ve yerine 1000 cc'lik suzuki v strom alacağını, ege rotası çizerek istanbul'da finali yapacağını söylediğinde aklıma gelen tek şey: memlekete dönüp bir tane daha v strom aldıktan sonra, babamın peşinden tüm ülkeyi boydan boya geçmek oldu. istanbul'a olan bağlarım gün geçtikçe zayıflıyor ve kopuyorken, zengin-yaşlı ve gudubet kadını ve onun leş kargası emlakçısını düşündükçe, bir gün bile kalmak istemiyorum bu şehirde. motor ile günlerce ilerlemek, rüzgarı dinlemek ve bana hayatımı bağışlayan adamın izini, hayatım boyunca yaptığım gibi bir de kesik çizgili yollarda sürmek istiyorum. bunu, şu an her şeyden çok istiyorum. ailemden uzakta özgür olacağımı sanmıştım ama beş para etmez insanlara tutsak olmaktan ve her ay sonu bu tutsaklığı kutlamaktan başka bir bok yaptığım yok. haftanın 6 günü çalışıp da nereye özgür oluyorsun, kazandığının aslan payını titrek ele vererek, bir yere gidecek parayı nasıl bulabiliyorsun? korna sesleriyle başladığın gün, telefon sesleriyle devam ederken hangi gün rüzgarı duyuyorsun? peki ya kuş sesleri, dalgalar? peki ya motorun kaskını çıkarıp bilinmeyen bir dağ geçidinin kıyısında güneşin batışına bakmak? yolda olma hissiyatının dayanılmaz cazibesi?

    geleceğimi tayin edemediğim, kafamın içinde kuyrukları birbirine değmeyen onlarca tilkinin dolandığı, canımın sıkkın olduğu şu günlerde, 26 sene önce bana yaşama şansı veren adam, şimdi de ikinci bir şans sunuyor. ne, yapmam gerekenleri söylüyor; ne de ilgisiz davranıyor. ideallerini yavaş yavaş gerçekleştirirken, her şeyin yeri ve zamanı olduğunu ve bütün bunların, birbirinin üstünü kapatmayacak bir dengede yapılmasının akıllıca olduğunu gösteriyor. kendini, yaşıtlarının sıkıcı hayatlarından, macerasız günlerinden ve yerleşik göbeklerinin getirdiği hiperstatik hayat tarzından soyutlayıp yeni hedefler koyarak, zamana meydan okuyor. büyük doğu turu öncesi, batıya sürmek ve ege'nin, dağların denize saplandığı mitolojik coğrafyasında 30 yıllık aşkıya birlikte, iki tane evlat yetiştirmiş olmanın hafifliği ile sürekli ilerlemek istiyor. istemekle kalmayıp, bunun için fedakarlığını da yapıyor; istediği bir hayatın izini sürüyor.

    sol ayağının içiyle köşeye bıraktığı şutları taklit ettiğim, tavlada sürekli yenmesini anlamadığım, amerika 94'te gecenin köründeki maçlar için sahura kalkar gibi kalkıp; uyumamak için birlikte mücadele ettiğim, ara sıra kızıp ama asla sesimi yükseltmediğim, önünde hiçbir şekilde sarhoş olmadığım, lise futbol turnuvasının finalinde kolumu kırdığımda dakikasında yanımda olan, güçlü bir ağaç gibi her şeye gücü yeten, bir an olsun bile zorlandığını hissettirmeyip yüzünden gülümsemesini düşürmeyen bu adam kendini gerçekleştiriyorken buna tanık olmak, başka bir şehrin sabahında, işe gidecek olmanın rutininde bile tüm moralimi yerine getiriyor. farkında olmadan da elimden tutup ayağa kaldırıyor, kırıklarımı alçıya almaya götürüyor sanki.

    vücudumun ateli gibi, tamamen ayakta durabileceğim güne kadar üzerimden elini çekmeyecek. sonra bir bakacağım, dev bir motor ofisin önüne gelmiş. motor hırıltısını duyup çıkacağım dışarıya, patroniçeden 2 günlük izin koparıp gerisin geri ineceğiz güneye. akşam üstleri yorgunluk birası içerken, babama bacak arasından ilk çalımı attığım zamanki gibi güleceğim. o da "bilerek yedim, üzülme diye" sol ayağının içiyle yine köşelere bırakacak.


    (mies - 23 Haziran 2009 08:31)

  • comment image

    58 yaşına geldiğinde hala ailesi rahat yaşasın diye çırpınmasıyla beni her gün kahredendir. böyle bir adamın oğlu olduğum için kendimden utanıyorum. yanlış anlaşılmasın babamdan falan değil kendimden utanıyorum. bir ona bakıyorum bir aynaya ve yazıklar olsun demeden edemiyorum kendime. çocuklaşıp bir mucize olsa da cebine çok para girse ve hayatının sonuna kadar rahat yaşasa diye düşünmediğim tek bir günü hatırlamıyorum. alsın annemi de gitsin bir yerde kafasını dinlesin. ne beni ne de başka kimseyi düşünmeden rahatça yaşasın istiyorum ama olmuyor. lanet olsun ki olmuyor. olmuyor çünkü emekliysen hayvan muamelesi gördüğün bir ülkede yaşıyorsun ve son nefesini verene kadar da sadece insan gibi yaşamak için çalışmak zorundasın.

    nefret ediyorum bu ülkeden.


    (haydefineysin - 31 Ağustos 2012 19:23)

  • comment image

    katılınılan yarışma sonrası babadan tebrik telefonu alınır:

    - emre iyi akşamlar.
    - iyi akşamlar baba.
    - tebrik ederim çok güzel yarıştın.
    - teşekkürler baba.
    - o birand'ı niye bilemedin?
    - bildim asl..
    - 32. gün biz hepimiz bildik.
    - bildim de tuşa basmak lazım önce.
    - niye basmadın? bak çok kolaydı müslim bile bildi burada.
    - bildim de önce tuşa basmak gerekiyor baba.
    - xxx lira kaybettin unutma böyle şeyleri.
    - peki baba.


    (dusunen hayvanin onde gideni - 7 Aralık 2012 09:33)

  • comment image

    süper kahramanlar hep uçmazlar, bazen otobüsle gelirler...

    bundan yıllar önce zibidinin birisi okulu 2 sene daha uzattığını öğrenmiş, serseri hayatı yaşıyor ve işin kötü yanı o zamanın parasıyla 3 milyar borcu vardır. artık sabahları yataktan zıplayarak uyanmaktadır, çünkü her kapı çaldığında kredi kartlarını takip eden avukatlar geliyor sanmaktadır.

    bu zibidi uzun zamandır görüşmediği babasını arar, "okul bombok, benimde 1,5 milyar borcum var"(sözde yarısını babasına ödetecek geri kalanını kendi harçlığından kapatacaktır. bak hele hem salak hem zibidi) der ve telefonu kapatır. babası zibidi genci yarım saat sonra arar ve tek bir cümle söyler; "sabah aştide ol."

    zibidi genç bir mart ayı ayazında aştide babasını karşılar, babası "borçlu bankalara gidelim" der. yolda tek kelime konuşmazlar city banka giderler, oğlanın bir milyar borcu kapatılır, baba banka müdürüne "ulan benim bile kredikartı limitim bir milyar, öğrenciye sekizyüz limit mi verilir" der. borcu öder ve bankadan çıkar. arkasından diğer kartın beşyüz milyon borcunu kapatır. baba hala oğlanla tek kelime konuşmamıştır, oğlan inceden inceye tırsmaktadır. "patlayacak bu adam bana ama nerede ne zaman" diye düşünmektedir. yemek yemek için otururlar.

    baba söze direkt tek bir soruyla başlar "uyuşturucu mu kullanıyorsun?" oğlan önüne bakarak cevap verir "hayır aba yapar mıyım öyle şey, salaklık işte zibidilik yaptım, ama uyuşturucu hayatta kullanmadım, ve b..." baba lafı ağzına tıkar " tama uyuşturucu yoksa sorun yok, gerisi önemli değil".arkasından lafa devam eder;

    baba: yalnız bu iş 1,5 ile bitecek gibi değil bence, sen bu akşam eve git düşün bakalım başka borcun var mı? ama ondan önce bir karar vermen gerekiyor.
    zibidi: ne kararı?
    baba: okuyacaksan sana destek olurum, ama adam gibi okuyacaksın, adam akıllı okula gideceksin, ders çalışacaksın,zibidilik yapmayacaksın
    zibidi: kem küm
    baba: sus lafım bitmedi, okumayacaksan gel memlekete, askere git, ondan sonrada ben emekli olurum açarız bir dükkan, evlenirsin geçinip gidersin. şimdi kalk git evine ben öğretmen evine gidecem, iyice düşün kararını ver,unutma bunlar ortaya çıktı artık1,5 da bir 3 de 1 farketmez, yarın öğlene kadar vaktin var.

    ertesi gün;

    zibidi: baba ben gerisini kendim tamamlarım diye borcun yarısnı söylemiştim sana, aslında benim borcum 3 milyar
    baba: biliyordum zaten ha benim salak oğlum. hadi kalk onları kapatacaz, allahtan amcandan gelirken borç para aldım ben biliyorum başıma geleceği.
    zibidi: kusura bakma baba özür dilerim
    baba: sus ulan başlatma şimdi özürüden yörü yörü.

    son borç kapatılır aştiye gidilir baba sazı eline alır,zibide hala tırsmaktadır babasının yumruk atmasından. kızssada rahatlasam diye düşünür.

    baba: okul için ne karar verdin
    zibidi: devam edecem, adil hocayla konuştum, bana asistanları destek atacak,ders çalıştracak.
    baba: iyi afferim, ama sen yalnız başına evde kalacaksın artık, annende ayda bir gelip evi toparlayacak
    zibidi: çok masraf olur.
    baba: ulan okulunu bitirde ben evi satarım. ama adam gibi okuyacaksın, şu haline bak, sen benim tek oğlumsun, şu suratına bakamıyorum artık bitmiş durumdasın, kafanı topla, git çalış dersine, ama bende bir memurum, eğer niyetin yoksa beni boşuna yorma, ayrıca seninde zamanına yazık.
    zibidi: söz.
    baba: gençlik oğlum, olur böyle hatalar, ama senden rica ediyorum artık toparlan, geç kalma hayata.

    buraya kadar baba belkide babalığın gereğini yapmıştır ama asıl süper kahraman mertebesine ulaşması aşağıdaki paragrafta gizlidir.

    baba cebinde ikiyüz milyon çıkartır çocuğa uzatır. zibidi iki gün önce parasını yatırdığını, gerek olmadığını söyler ve orada baba şu tarihi cümleyi kurar. "iki senedir boka batmışssın, kafan karmakarışık, bu akşam sana bu dönemde gerçekten destek olan birkaç arkadaşını al, gidin kafayı çekin, ama yarın sabah adam akıllı derslere başlayacaksın, hadi göreyim seni, bu sıkıntılar geçer unutulur, yeterki o diplomayı al sen"

    sonra o süper kahraman geldiği gibi, otobüse binerek sessiz sedasız geri döner, ama bu arada bir hayatı ciddi anlamda kurtarmıştır.

    tanım: babalar size "babalar ölmez, aile bölünmez" sloganı attırabilecek kadar süper kahramanlardır.


    (roberto baggio ile futbolu seven adam - 24 Mart 2013 11:14)

  • comment image

    babam bir sene istanbul'a yılbaşı zamanı yanımıza geldi. o zamanlar kardeşim ve ben aynı evde kalıyoruz. yılbaşına plan yaptık, arkadaşlarımızla ortaköy'de konsere gideceğiz sonra da herhangi bir bara girip ya da girmeden sabaha kadar içeceğiz. babam da genç ruhlu, istiyor ki bizimle takılsın. biz de istemiyoruz bizimle takılmasını. babama para verdik, en sevdiği yer taksim marmara otel'inin cafesi, git orada otur bir şeyler iç, belki bir hatunla da tanışırsın diyerek başımızdan savdık.

    bu meğerse marmara cafe'de kimseyle tanışamamış, bir müddet moron gibi oturup canı sıkılmış, bari bir klübe gireyim de eğlencenin dibine vurayım diye kendini herhangi bir bara atmış. girdiğ bar da meğerse travesti barmış.
    ilk başta sevinmiş, çok güzel at gibi hatunlar. gelen geçen buna ayh pardon diyerek memeleriyle sürtünüyormuş. babam da tam av konumunda, emekli, dul, 65+, koltuk altında küçük deri çanta ve kayseri'li, bir bakışta anlıyorsun keko olduğunu. bir süre sonra anlamış tabi oradakilerin tam kadın olmadığını, tırsıp çıkmış.

    bunları da bana seneler sonra bağ evinin damında çay içerken şiş dudaklarla anlatıyor. üst dudağını üzüm yerken arı soktu. sanki botoxlu başka bir adam konuşuyor karşımda, yazık yav, keşke o gece yanımıza alsaydık. gülesim geldi şimdi :)))


    (dreamfactory - 27 Ağustos 2014 09:58)

  • comment image

    hayatımda gördüğüm en yaşam dolu insan.
    pazartesi günü başlayacak ilik kanseri tedavisiyle hastalığı yeneceğine gönülden inanıyorum.
    kalabalık yerlere gitmemesi söylenmesine rağmen her sabah ceketini giyip mühendisler odasına arkadaşlarıyla sohbete gidiyor,
    dermatolog ablama "bana botoxtan söz etmediniz. eğer gençleşeceksem bana da yapalım mı" diyor...
    ameliyat elbisesi giydirildiğinde aynaya bakıp "işte şimdi çok yakışıklı oldum" diyerek hemşireleri güldürüyor.
    ve kanser olduğunu bilmiyor.
    sadece bir kan hastalığı olduğunu sanıyor.
    iki ihtilal bir muhtıra gördü o!
    hastalık da neymiş!
    ama bazen hüzne boğuluyor insan.
    ipad'te gazete okumayı öğrenemediğinde "son basılı gazete ne zaman çıkacakmış türkiye'de?" diye sormuştu...
    2037 dediğimde, "ben o zamana ölürüm kızım. öğretme bana ayped mayped" deyişi...
    herkesin babası çok çalışmayı öğütlerken; bizimkinin karnelerimize bakıp, takdir belgelerini gördüğünde "bu ne ya! beşten şaşma altıyı aşma! bu yaşlar geri gelmez, çok çalışmayın" diye öğüt verişi...
    ilk haberime "benim canım çok sıkılıyo evde, birlikte gidelim mi?" diye sorup benimle birlikte gelişi...
    ilk fotoğraf makinemi onun almış olması...*
    baba candır... tarifsiz bir adamdır.

    debe editi: tüm güzel dilekleriniz ve dualarınız için sonsuz teşekkürler...
    ankara'da olup 0 rh negatif kan verebilecekler bana ulaşırsa minnettar olurum.
    tüm hastalara acil şifalar, tüm babaları kucaklar öperim.


    (somethingstupid - 4 Aralık 2014 09:37)

  • comment image

    sanırım kardeşlerim ve ben, baba açısından dünyanın en şanslı insanlarıyız.

    temel ihtiyaçları saymıyorum bile. bugün mutlu olmayı becerebiliyorsak, babamızın bize verdiği özgüven sayesindedir.

    özgüven, güvenle başlar. güven de ailede, babayla başlar.

    babam, hiç bir zaman verdiği sözü tutmamazlık etmemiştir. her zaman desteklemiştir bizi. klişe mi? evet. ama uzun vadede,hayatta faydası olan temel unsurlardan birisi.

    her babanın yaptığı gibi, çocuklarının önceliğini gözetmiştir hep.

    bir akşam pirzola yiyorduk. ben çok açtım ve kendiminkileri hızla bitirmiştim. babam daha yeni başlamıştı. benimkilerin bittiğini görünce, tabağındakileri bana vermiş, "aç değilim pek" demişti.

    çok şaşırmıştım. daha 10-11 yaşındaydım. dünyanın en güzel yemeğiydi ve bir gram tattıktan sonra bana vermişti. hiç olmazsa bir tanesini bitireydi ya?

    "baba olunca anlarsın" denilen anlardan biriydi benim için. aynısını ben yapıyorum çocuklarıma, her seferinde de aklıma o pirzolalar geliyor. onlar da yapacak kendi çocuklarına ve dünya daha iyi bir yer olacak.

    ilkokulda pinokyo bisikletim vardı. komşumuzun oğluna ortadan vitesli polo bisiklet alınmıştı. hayran olmuştum o bisiklete.

    bir akşamüstü, çocuk bisikletiyle önümüzden geçerken "lütfen biraz bineyim, hadi bir tur ver" diye peşinden koşuyordum. çocuk da piç, vermiyor. o sırada babam gelmiş, farketmedim. bizi izlemiş. ertesi gün, maddi imkanları zorlayıp -kimbilir neyden feragat etti-, yepyeni gıcır gıcır polo bisikleti önüme getirdi.

    duygularını göstermeyi sevmez; ağladığını hiç görmedim. bir kez, ablamın düğününde gözü yaşarmıştı sanırım. bir de, ben yatılı okulu kazandığımda, gitmeden bir gece evvel epey içmişti. yatarken çok ağlamış, annem söylemişti yıllar sonra.

    1 sene yatılı okudum ben, hazırlıkta (11 yaşa tekabül ediyor). haftasonları teyzemlere, anneannemlere gidiyordum. ailemi ise 15 tatilde gördüm sadece.

    bir haftasonu, olgunlaşma sürecinin sancılarını çekerken, babam çıktı geldi. nasıl sevindim anlatamam. kongre mi ne artık, bir toplantı için izmir'e gelmiş, efes otelinde kalıyormuş. haftasonu da kalacakmış, beni yanına aldı.

    efes harabelerine tur düzenlenmiş, otobüsle tura katıldık. sonra gece otelde kaldık, aynı yatakta. patrick swayze'nin kuzey güney dizisi vardı tv'de, onu izledik. gündüzki otobüste görevli tur rehberinin komik sesiyle alay ettik güldük biraz, ve uyuduk. sanırım hayatımın en mutlu günlerindendi.

    bana 3 kere tokat attığını hatırlıyorum.

    ilkinde, 5-6 yaşlarımda kola istiyorum diye tutturmuştum. o almamakta inat ettikçe, ben daha çok istedim. sonra birden "gerçekten kola istiyor musun?" dedi. heyecanla evet evet diye atladım. "al sana kola" diye suratıma hafif bir tokat attı. nasıl ağladım, nasıl ağladım.

    sonraki yıllarda, "gerçekten kola istiyor musun?" lafını aramızda bir espri haline getirdik ve bu travmayı böylece atlattım. bir şey için ısrar ettiğimde, "gerçekten kola istiyor musun?" derdi, gülüşürdük. hala da yapar bunu.

    kuzenime yurtdışından bir oyuncak almıştı. daha bir kaç gün vardı amcamlarla görüşmeye, ve oyuncağı kaldırmışlardı paket halinde.

    oyuncağı çok merak ediyordum. buldum ve açtım, 8 yaşın getirdiği heyecanla. nefisti, oynamaya başladım. babam yakaladı ve bir tokat attı. hakkımdan fazlasını almaya çalıştığım içindi bu; çünkü bana da oyuncak getirmişti aslında. komşunun tavuğu komşuya kaz görünmüştü halbuki.

    geçen sene bu olayı anlattığımda hatırlamadı, "eh eh iyi yapmışım, sen de ellemeseydin" dedi. eh, bunca yıl sonra affettim ben de.

    son tokat ise, 9 yaşımdaydı. babamın o zamanlar en büyük eğlencesi, arkadaşlarıyla briç oynamaksa, ikinci en büyük hobisi, bahçeyle uğraşmaktı. ağaçlar dikmiş, biberler sebzeler yetiştiriyor, sofraya taze şeyler getirmenin gururunu yaşıyordu.

    indiana jones filminin gazına gelen bendeniz, babamın diktiği gencecik söğüt ağacından sarkan ince bir dalı çekerek, kendime kırbaç yapma hayaliyle yanıp tutuşuyordum.

    gözüme kestirdim bir dalı, ve çektim. ağacın gövdesi çıt dedi kırıldı. akşam babam gelince vaziyeti anladı ve aylardır büyütmeye çalıştığı söğüt ağacını kıran oğluna tokadı bastı. haksızdı diyemem, de çok acıdı be baba.

    bunu da hatırlattım geçen yıl, hatırlamadı ama kırbaç olayına çok güldü.

    her zaman dürüsttür peder. gereksizce, kendine zarar verircesine dürüst.

    nasihat vermezdi pek bize. sonradan anlıyorsun, aslında adamın tüm hayat tarzı, yaşayışı, olaylara bakışı birer nasihatmış. kelimelere gerek yokmuş, ona bakmamız yetiyormuş.

    bu yaşıma geldim, her geçen gün değerini daha çok anlıyorum. her gün ya konuşur, ya mesajlaşırız.

    çok ince bir espri anlayışı var. biraz bana bulaştıysa ne mutlu.

    küçükken ablamla bana, komik bir hikaye anlatırdı. isimlerimizi hafif değiştirir, örneğin zeynep yerine zehra, mehmet yerine mahmut, ikimizi o hikayenin kahramanı yapardı.

    hikayeye göre, 2 küçük çocuk, tren yolculuğunda bilmedikleri bir şehirde mola veriyorlar. sonra treni kaçırıyorlar ve çocuklar o şehirde bir şekilde yollarını bulup, maceralar yaşayıp, hedeflerine varıyorlar.

    çok hoşumuza giderdi, hep anlattırırdık.

    yıllar sonra anladık ki, meğer kendi başına gelmiş bu olay! 14 yaşında almanya'ya, abisinin yanına giderken belgrad'da mola vermiş tren. istasyona çıkıp bakayım derken, treni kaçırmış ve 1 hafta istasyonda yatmış. sonra bir şekilde para bulup, almanya'ya gitmiş.

    yine biz küçükken, hikmet şimşek'le pazar konseri vardı trt'de. çok sıkılırdık haliyle, izlemek istemezdik. peder de uzanır koltuğa, o konseri izlerken uyuklardı.

    bir gün bizi çağırdı ve koltuğa uzanmamızı söyledi. konser başlamıştı. gözlerinizi kapatın dedi. bir tepedesiniz, çimenler var. aşağıda çok güzel manzara var, hayal edin. klasik müziği sevdirmeye çalışıyordu.

    hiç bir zaman tam manasıyla sevemedim klasik müziği, ama ne zaman rahatlamak istesem, o tepeyi ve manzarayı hayal ederim.

    trompete merak salmıştım bir yaşta. gitti bir yerlerden 2. el trompet aldı, 100 dolar vermiş. doğu alman malı, weltklang.

    3-5 denemeden ve komşu şikayetinden sonra kaldırdım trompeti. hala 100 dolar borcum olduğunu söyler durur.

    5 ayrı ülkede çalışmıştı. çok çalışkandı. gece kaçta yatarsa yatsın, erkenden kalkar, traşını olur işe giderdi. banyodan çıkınca, buharlar gelirdi arkasından hep.
    benim bugün sık sık şikayet ettiğimin aksine, bir gün bile işten şikayet etmemiş, gocunmamıştı. bir gün sordum, en iyisi hangi ülkede çalışmak? güldü. en iyisi hiç çalışmamak dedi.

    bizi hiç bir şeyden mahrum bırakmamaya çalıştı. aynı zamanda, zengin falan olmamasına rağmen çevresine hep yardım etti.

    biz çocuklarını hiç ayırmadı, ayırmaz. hepimizin ihtiyaçlarını bilir, ona göre muamele eder.

    düşünüyorum da, ben başka biri olmayı isteyebilirdim, ama babamın başka biri olmasını asla istemezdim. onun olduğunun yarısı kadar baba olabileyim yeter bana.

    bize hayat verdi, sonra içini güzel anılarla doldurdu. başka ne ister ki insan?


    (kwisatz haderach - 17 Eylül 2015 10:11)

  • comment image

    ben boşlukta süzülüyorum sanki. öyle amaçsız, öyle mutsuz. rüzgar arkamdan iterse saçlarım yüzümü kapatıyor, önden gelirse gözlerimi kapatıyorum çünkü gözlerim acıyor. boşlukta süzülüyorum sanki ve birileri beni ayaklarımdan tutup aşağı çekmeye çalışırken sadece babam yukarıdan elini uzatıp beni yukarıya çekiyor.

    çünkü bunu sadece babalar yaparlar. çünkü babalar bu dünyada emekli sandığı'na bağlı tek süper kahraman cinsidir.

    eğer günahkar olmasaydım ve tanrı bana cenneti vadetseydi, cenneti kibarca reddedip karşılığında sonsuza kadar babamla büyük bir salkım söğütün gölgesinde yaşamayı tercih ederdim.


    (venusteki limon agaci - 19 Haziran 2016 10:06)

Yorum Kaynak Link : baba