Süre                : 2 Saat 50 dakika
Çıkış Tarihi     : 15 Ocak 1999 Cuma, Yapım Yılı : 1999
Türü                : Drama,Savaş
Taglar             : savaş,tropikal ada,orman,Guadalcanal,Tepe
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Fox 2000 Pictures , Geisler-Roberdeau , Phoenix Pictures
Yönetmen       : Terrence Malick (IMDB)
Senarist          : James Jones (IMDB)(ekşi),Terrence Malick (IMDB)
Oyuncular      : Nick Nolte (IMDB)(ekşi), Jim Caviezel (IMDB)(ekşi), Sean Penn (IMDB)(ekşi), Elias Koteas (IMDB)(ekşi), Ben Chaplin (IMDB)(ekşi), Dash Mihok (IMDB)(ekşi), John Cusack (IMDB), Adrien Brody (IMDB), John C. Reilly (IMDB), Woody Harrelson (IMDB), Miranda Otto (IMDB), Jared Leto (IMDB), John Travolta (IMDB), George Clooney (IMDB), Nick Stahl (IMDB), Thomas Jane (IMDB), John Savage (IMDB), Will Wallace (IMDB), Kirk Acevedo (IMDB), Penelope Allen (IMDB), Simon Billig (IMDB), Mark Boone Junior (IMDB), Arie Verveen (IMDB), Matt Doran (IMDB), Travis Fine (IMDB), Paul Gleeson (IMDB), Don Harvey (IMDB), Danny Hoch (IMDB), Michael McGrady (IMDB), Tim Blake Nelson (IMDB), Larry Romano (IMDB), Steven Vidler (IMDB), Dan Wyllie (IMDB), Kick Gurry (IMDB), Randall Duk Kim (IMDB), Donal Logue (IMDB), Dane Moreton (IMDB), Justin Ward (IMDB), Felix Williamson (IMDB)

The Thin Red Line (~ Ince kirmizi hat) ' Filminin Konusu :
Bir grup amerikan askerinin ikinci dünya savaşı sırasında Japonların saldırısına karşı durmaya çalışmalarını anlatmış...Bu savaş öyküsünün yanında kendi iç dünyasını yansıtmış...7 dalda oscar adayı olan the thin red line izlenmeye değer...

Ödüller      :

Berlin Film Festivali:Golden Berlin Bear, Honorable Mention


Savaş / 12
  • "tek karakter üzerinde yoğunlaşmayan çok anakarakterli, baştan sona savaş karşıtı bir söylem içeren film."
  • "savas sahnelerinde mavi kelebeklerin ucustugu 170 dakikalik belgesel tadinda film*."
  • "vizyona girdiği dönem "saving private ryan" a verilmiş tokat gibi cevaptır : "hayır spielberg efendi o iş hiç de senin söylediğin gibi olmadı...""




Facebook Yorumları
  • comment image

    tek karakter üzerinde yoğunlaşmayan çok anakarakterli, baştan sona savaş karşıtı bir söylem içeren film.


    (darkyes - 14 Şubat 2002 03:53)

  • comment image

    cok uzun sureden beri beni aglatmis ilk filmdir ince kirmizi hat. "savas igrenctir" temasinin yani sira, dunyanin bugunku halini de cok guzel sorgulayan, ne kadar gereksiz oldugunu farkettiren bir filmdir.

    ilk olarak filme sahip oldugu unu kazandiran savas karsitligindan bahsedelim. basindan sonuna kadar "savasa hayir" diye haykiriyor film, bu tezi ispatlamaya girisiyor ve cok da guzel basariyor. izleyiciyi ustaca o mufrezede isimsiz, filmde gozukmeyen bir asker yapiveriyor ve yer yer askerlerin gozunden yapilan cekimlerle kendinizi oradaki askerlerden biriymiscesine "acaba tepeye ulasabilecekler mi? acaba dusman ne zaman ates acacak?" seklinde sorular sorarken veya askerler belirsizlik duygusu icinde sislerle, agaclarla, uzun otlarla kapli alanlarda ilerlerken iciniz sikilmis bir halde buluyorsunuz. genc askerlerin hatta cocuklarin olumune sahit oluyor, bunlari hollywood kliselerinden bir hayli uzak kahramanca beyanlardan arinmis konusmalar sayesinde gercekci bir ortamda izliyorsunuz. askerler "japonlari keselim, abd'yi zafere tasiyalim" dusuncesinden epey uzaklar. ayrica "japonlar boktandir, amerikalilar kahramandir" mesaji hic yok dogal olarak, filmin hic bir karesinde de bunun gerceklesmesinden endise duymadim zaten.

    savasa karsi olan bu durusu filmin dunyayi sorgulamasini arka plana atmis. oysa ayni ran'daki gibi neden guzel guzel yasarken bir anda boyle oluverdik diye soruyor. insan turunun en az seye sahip oldugu donemlerde en rahat hayati surdurdugunu farkettiriyor. "neden efendi gibi takilmak varken bir anda birbirimizi oldurmeye karar verdik?" sorusunu, witt'in vurulduktan sonra, olumunden hemen once zihninde canlanan o anilari gorunce, o turkuaz denizde yerli cocuklarla yuzerken agzinin kulaklarina vardigini hatirlayinca sormamak imkansiz sanirsam. japonlar ve amerikalilar savasirken adadaki yerli halkin durumu da sanirim butun bu anlattiklarimi enfes bir sekilde ozetliyor. ayrica welsh'in japonlarin ussunu incelerken sarfettigi iki anlamli "property.. the whole fucking thing is about property." cumlesi de insanligin gelisim surecinde daha bariscil bir sekilde yasarken bir anda birbirlerini kesmeyi tercih etmelerinin altinda yatan sebebi mulkiyet fikri olarak aciklayan rousseau'ya cakilmis bir selam gibi geldi bana. ("we were a family. how'd it break up and come apart, so that now we're turned against each other? each standing in the other's light. how'd we lose that good that was given us? let it slip away. scattered it, careless. what's keepin' us from reaching out, touching the glory?")

    konusmalar, gerek diyaloglar gerek monologlar o kadar etkileyicilerdi ki, gencecik erlerin olum sahneleri yerine beni aglatan bunlar oldu. "what is this great evil? how did it steal into the world? from what seed, what root did it spring? who's doing this? who's killing us? robbing us of light and life. mocking us with the sight of what we might have known." veya "war don't ennoble men. it turns them into dogs... poisons the soul." cumlelerini film uzerinden ne kadar gecerse gecsin unutacagimi sanmiyorum.

    son olarak filmin sonundaki resme deginmek istiyorum. suyun icinden cikmis, yesermis bu taze fidan bence filmdeki kuslarin, papaganlarin, kertenkelelerin, timsahlarin son parcasiydi. biraz yukaridan bakarsak hayatin nasil devam ettigini, insanin yalnizca insana gore dunyanin merkezinde oldugunu, dogaya gore ise milyonlarca turden yalnizca biri oldugunu, dunyaya gelisinin oldugu gibi gidisinin de olacagini, fakat yine de digerlerinin aksine kendi kendini yiyip bitirmeyi, sorunlari yoktan var edip bunlarla ugrasmayi tercih ettigini ozetler gibiydi. saniyorum ki film daha guzel bitemezdi.


    (rwn - 14 Ocak 2007 01:41)

  • comment image

    ömrümde gördüğüm tartışma götürmez biçimde en iyi savaş filmidir. aynı dönem gösterime girdiği saving private ryan ile çok fazla karşılaştırılmış ve hem gişede, hem de eleştirmen ve seyirci yorumlarında ondan daha zayıf bulunan ama saving private ryan da dahil tüm savaş filmlerini bir köşeye bırakabileceğiniz bir filmdir

    bir kere savaş filmi lafından kahramanlıklar, uçan kollar bacaklar, uzun askeri tiradlar, oğullarının haberini alınca kahrolan ebeveynler, ucuz aşk hikayesi arıyorsanız bu filmden uzak durmak lazım. filmin her karesi birer fotoğraf gibi ve terrence malick bu filmde savaşın sadece insanlara değil farketmeden doğaya ve savaşla hiçbir bağlantısı olmayan insanlara verdiği zararı ve bu yolla toplumları birbirine yabancılaştırılmasını enfes bir anlatımla işlemiştir. ayrıca afiş cümlesi zaten film hakkında bir fikir verir. her asker kendi savaşını kendisi verir. film boyunca bazılarını sıkan monologların kaynağı da budur zaten. genelde savaş filmlerinde gördüğümüz hedefe odaklı geçmişi ve içinde kopan fırtınaları bilinmeyen asker türünün dışında hepsinin birer insan olduğunu ve aslında elinde tüfek tutan o adamların gerçek psikolojisini ve asıl büyük savaşı içlerinde verdiklerini yansıtır. hele jim caviezel'in canlandırdığı er witt karakterinin diyalogları yok mu...dağa taşa yazılıp her insanoğluna günde 15 sefer okutulması gereken cümlelerdir


    (flying dutchman - 31 Aralık 2008 09:25)

  • comment image

    thin red line'ı izlerken her köşesinden ünlü erkek oyuncu fırlaması durumu dikkatimi cezbetmişti. en dandik rollerde bile mutlaka yüzüne aşina olduğumuz bir adam oynuyordu. yıllar sonra üşenmedim oturup bu adamların bir listesini yaptım. ve hatta yine üşenmedim bu şekilde amele pazarı metoduyla oyuncu patlaması yapmak konusunda thin red line'ın eline su dökebilecek bir film var mı diye araştırmaya başladım. listemizin üçüncü sırasında yer alan filmimiz ocean's thirtheen:

    bu filmde çok sağlam bir brad pitt, george clooney, matt damon ve al pacino dörtlüsü bulunmakta. ufak rollerde de olsa vincent cassel ve andy garcia da bunları destekliyor. ne etti? altı. bunların yanında hadi don cheadle, casey affleck, ellen barkin ve -yok artık- oprah winfrey'i de ekleyelim. toplam 10'a ulaştık ve bunların ikisi de kadın.

    ikinci sıraya ise saving private ryan'ı koyabildim. hatırlarsanız the thin red line ile aynı sene gösterilen bu filmde de süperli abilerimiz oynamıştı. you've got mail ve the polar express'in unutulmaz oyuncusu tom hanks, ekşın filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu (black hawk down, heat) senede ortalama beş filmde oynayan tom sizemore, "görsen tanırsın" edward burns, esmer güzeli vin diesel, bence en iyi performansını my name is earl'de sergileyen giovanni ribisi, oynadığı roller değişse de bunları canlandırış şekli değişmeyen jeremy davies, ben affleck'in kankası matt damon, sonracıma paul giamatti, dennis farina ve john walters. görüldüğü üzere kadro nitelik ve nicelik olarak baya sağlam. süper meşhur ve oldukça meşhur oyunculardan oluşan 10 kişi çıkardık.

    ilk bakışta saving private ryan'ı geçmek zor gibi görünse de thin red line'a gelince bir durmak gerekiyor. öncelikle hemen şu saniye 1. derece meşhur olarak niteleyeceğim adamlar var. 1 derece meşhuru "adını duyduğumuzda kim olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlayabildiğimiz ve en az 1-2 filmini söyleyebileceğimiz" kadar meşhur olarak tanımlamak istiyorum. thin red line'ın 1. derece meşhur adamları: nick nolte, adrien brody, george clooney, john cusack, woody harrelson, jared leto, sean penn ve john travolta. yani daha neredeyse ilk sınıfta geçiyor saving private ryan'ı. bitti mi? bitmedi.

    ardından 2. derece meşhurlar geliyor. bu adamlar da böyle "aa evet isim çok tanıdık ama kimdi ki o ya" derecesinde meşhur adamlar. gözümüzün önüne her zaman bir resim gelmeyebilir. yardımcı olması için 1-2 önemli filmlerini de ekliyorum yanlarına:

    james caviezel (frequency'deki koca, the passion of the christ'ta filme adını veren oyuncu),

    ben chaplin (genelde ortalama filmlerde oynamış, remains of the day, bir de linklater'ın son filminde var),

    elias koteas (yılların elias koteas'ı işte, ilk gruba koyacaktım aslına da neyse, gattaca, zodiac, en son da the curious case of benjamin button'da oynadı),

    tim blake nelson (the incredible hulk'taki samuel sterns, o brother where art thou'daki george clooney ve john turturro olmayan kardeş),

    john c. reilly (magnolia'daki polis memuru, gangs of new york'da çetelerden birinin has adamı priest gibi bir şeydi galiba, ve hatta we're no angels'da robert de niro'yu usta belleyen saftirik papaz)

    john savage (bu da 1. gruba girebilir, hair'de claude bukowski, the deer hunter'daki dörtlünün steven'ı, carnival'da henry scudder ve yüzlerce başka film)

    nick stahl (carnivale'daki ben hawkins)

    son olarak da 3. derece meşhurlarımız var. bunlar da "adı hiçbir şey hatırlatmıyor ama aa orda da varmış burda da varmış adamları":

    kirk acevedo (band of brothers, oz, law & order, şimdi fringe'de oynuyor)

    mark boone junior (wristcutters, batman begins'deki flass)

    matt doran (matrix'deki mouse, chicken tastes like everything diyen)

    görüldüğü gibi böylesine fantastik bir kadro ile the thin red line aktör pazarı formatlı filmler listesinde -en azından şu an için zirvede oturuyor. sekiz tane birinci, yedi tane ikinci ve üç tane üçüncü derece meşhur oyuncu ile toplam 18 rakamına ulaşmış.

    peki ben böylesi zottirik bir araştırmayı neden yaptım? bilmiyorum, kısa bir süre için de olsa kendimi önemli bir iş yapıyormuş gibi hissettim sanırım. sağda solda "olm thin red line'ın kadrosunu aşacak film çekilmez bu alemde" şeklinde argümanlarla puan toplayabilirim bir de.


    (insomniac - 10 Mart 2009 15:32)

  • comment image

    sıkıcı diyen insanların, silah sesleri ve bomba görüntüleri bekleyip, bulamadıkları ve "bi filmde çok silah sesi varsa eğlencelidir" mantığıyla gidenlerin sıkılmakta haklı olduğu film. halbuki bence savaş, savaşın içinde olan bir askerin ruhsal çöküntü ötesi psikoljisinden ele alınıp bu kadar başarılı anlatılabilir.müzikleri de gayet başarılıydı ama askerlerin harap bir köye vardıkları, çadırın önündeki kızın göründüğü sahnede arkada çalan bir müzik var ki anlatılamaz dinlenir... nitekim ben bi daha dinleyemedim çünkü bulamadım.


    (green green curly fries - 27 Kasım 2002 03:24)

  • comment image

    20 yıldır film çekmeyen terrence mallick’in yönettiği, oynayabilmek için birçok hollywood starının sıraya girdiği, james jones'ın aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanmış şaheser sinema klasiği.
    mallick, önceleri yalnızca filmin senaryosunu yazmaya karar vermiş ve kitabın yazarı jones’un dul eşinden film haklarını almak istemiş. fakat film yapımcıları belirlenip de ortaya büyük ve mallick’in hayalinde canlandırdığı proje çıkınca, filmin yönetmenliğini de üstlenmeye karar vermiş.
    guadalcanal tüm ekibin toplanabileceği bir mekan olmadığından filmin çekimleri için birebir uygunluk gösterebilecek olan avustralya’da queensland uygun görülmüş. guadalcanal’da ise sadece çekimlerin dört haftalık kısmı yapılmış. filmi çekerken en önemli görüntü ögelerinden biri doğanın çok yeşil olmasıdır. bu yüzden çimenleri daima ezilmemiş bir halde ve uzun tutmaları gerekmiş. fakat devamlı çevredeki inekleri setten uzak tutmaya ve seti yemelerini engellemeye çalışmak zorunda kalmışlar.
    filmin yapımcıları her ne kadar quadalcanal görüntüleri daha gerçekçi olsun diye avustralya’daki sete solomonadasındaki yerlilerden getirilmiş. filmiantropolojikaçıdan incelersek aslındayerliler`in doğal yaradılışlarına savaşmak ve savaşarak birşeyler elde elde etmek çok terstir. bu daha önce ii dünya savaşı’nı işleyen hiçbir filmde işlenmediği için oldukça ilginç bir temadır.
    mallick, tıpkı jones’un kitabında vurguladığı gibi fiziksel ve antropolojik açıdan bu bir grup erkeğin çevreleriyle olan ilişkilerini inceliyor ve bu arada da kendileriyle barışık, aile üzerine kurulmuş bir yaşam süren yörenin sakin yerli halkı ile kendilerini kıyaslamalarına zemin yaratıyor.
    ama filmin en önemli ve ilk dikkat çeken noktası john toll'un şiir tadındaki muhteşem görüntüleri. bu inanılmaz görüntülerle malick anlatmak istediği konuya müthiş bir görsel yapı katmış. bir yandan witt'in kafa sesini duyarken diğer taraftan savaş sahnelerinin aralarına giren doğa görüntüleri ile bize bir kez daha savaşın doğanın kendisinden gelip gelmediğini sorgulatıyor. witt'in kafasındaki soruların cevaplarının da bu görüntülerde yattığı söylenebilir (yine de film bu soruları tamamen cevaplamaya yeltenmiyor ve seyircinin düşünmesine fırsat tanıyor). filmin hemen başında gördüğümüz ve daha sonra neredeyse açıkça cennet olarak tanımlanan ada bize dünya üzerinde savaşmaya gerek olmadığını, savaşmadan da yaşanabileceğini açıkça gösteriyor.


    (lazarus - 1 Aralık 2002 23:54)

  • comment image

    cok guzel bir savas filmi. saving private ryan gibi harala gurele hadi aradan cikaralim da amerikan kahramanligina zaman kalsin seklinde degil, agir agir, sindire sindire veris savas karsiti mesajini. savas filmi deyip aksiyon bekleyenler hayal kirikligina ugrayabilir.


    (altair - 4 Aralık 2002 01:28)

  • comment image

    (ing. deyim) savaş durumundaki britanya piyadeleri. bu deyimin kökeni, kırım savaşına (1853-56) dayanır. iskoç highlander piyadeleri 1854'teki balaclava muharebesinde, âdet olduğu üzere kare biçiminde değil, ince bir hat halinde mevzilendiklerinden, bu şekilde adlandırılmışlar ve daha sonra bu ad bütün piyadeler için kullanmaya başlamıştır.


    (labour of sisyphus - 4 Aralık 2002 01:34)

  • comment image

    çocukluğu vieatnam filmleri izleyerek geçmiş ve artık silah zoruyla dahi savaş filmi izlemeyen biri olarak, izleyip de beğendiğim (ve buna çok şaşırdığım) savaş filmi olmuştur. ölümün acılığı, savaşın canavarlığı son derece gerçekçi bir şekilde ama çiğ bir gerçekçilikle değil şairane bir şekilde anlatılmış. sanat budur işte.

    --- spoiler ---

    özellikle çok genç askerlerden biri ölürken yaprakların arasından sızan gün ışığı hem görsellik açısından hem ölümle hayatın tezatını göstermek açısından filmin en güzel sahnesidir, hatta şimdiye kadar izlediğim en güzel sahnedir bile diyebilirim.

    ---
    spoiler ---

    edit: oskar almış olmaması, almış olmasından çok daha büyük bir onurdur bence.


    (gri balikcil - 17 Ekim 2010 16:21)

  • comment image

    yarbay rolündeki nick nolte'nin telsiz başında verdiği hücum emrini dinlemeyen ön cephedeki yüzbaşı staros'a köpürme sahnesini defalarca seyretsem de sıkılmayacağım film.

    kesinlikle her orduda var olan bir komutandır. hatta bizde muvazzaf subaylarla asteğmenler arasında çok benzerini gerçekte gördüğüm, muhteşem bir oyunculuk sergilenen bir sahnedir bu. sırf bu sahne bile bu filmi, en beğendiğim savaş filmlerinden biri yapmaya yetmiştir.

    --- spoiler ---
    tepedeki japon makineli tüfekleri her çıkanı istisnasız indirmektedir. "tüm birliğini siperden çıkar ve tepeye saldır" diyen yarbaya cevaben telsizde, yanındaki askerlerinin şaşkın bakışları arasında yüzbaşı: "i've lived with these men, sir, for two and a half years and i will not order them all to their deaths"
    yani kısacası; "komutanım, ben bu adamlarla üçyüz yıldır beraberim ve tüküreyim emrinize, siz istiyorsunuz diye hepsini birden ölüme göndermeyeceğim" demiştir yüzbaşı.
    ---
    spoiler ---

    askerliğini yapanlar bilir, normal şartlar altında bunu söyleyen astınızın ağzını burnunu kırmanız doğal olandır. (kitapta yazmaz bu, kitapta yazan askeri mahkemedir tabii ki) askerliğe tamamen ters bir harekettir, yani her ne kadar yüzbaşı haklı gibi gözükse de askeri açıdan tamamen haksızdır ve orada yarbay bu duruma ithafen ağzından köpükler saçarak, "lan şaka mısın olm sen, sayıyla mı verdiler ulan sizi bana, geliyorulm lan bittin olm sen bittin, askerliğin bitmez senin" homurtuları arasında saçını başını yolarak tepki verir.

    geniş ve kaliteli oyuncu kadrosu yanında muhteşem replikleri olan, savaşı ve insan psikolojisini iyi anlatan filmdir kısacası. bazen temposu ve anlatımı çok yavaşlasa da göreceli olsa da, bazı şiirleri ile bence en romantik filmlerden de biridir ilginç bir şekilde.

    --- spoiler ---
    if i never meet you in this life, let me feel the lack; a glance from your eyes, and my life will be yours.
    ---
    spoiler ---


    (agrali miles - 4 Şubat 2011 17:46)

  • comment image

    birkaç askerin kafasına girilip içeriden, o bilincin içerisinden izlenilen, tüm zamanların en iyi savaş filmlerinden biri. ilk filmini 1973'de çeken terrence malick'in 1998'de gösterilen üçüncü filmi. savaşa ve ölüme bugüne kadar sinemanın bakmayı hiç de tercih etmediği bir açıdan bakan ve sizi hem fiziksel hem de ruhsal bir savaşın tam ortasına atan benzersiz bir şaheserdir bu film. bir filmin taşıyabileceği maksimum teknik başarıyı da bünyesinde barındırır. bir yandan insanın insanla savaşını görürüz, bir yandan da doğanın dinginliğini ve olan bitenden habersizliğini.


    (ziggy played guitar - 13 Temmuz 2011 16:29)

  • comment image

    terence malick'in yıllar sonra çektiği ilk film olmasından ötürü yıldızlar iki üç dakikalık da olsa filmde oynamak için birbirleriyle yarışmışlardır. seçilmeyenler ve sahnesi silinenleri çıkarsanız bile filmde bir hayli yıldız bulunmaktadır. sean penn, nick nolte, john travolta, john cusack, woody harrelson, james cavaziel, george clooney, nick stahl, kirk acevado,adrian brody, jared leto,ben chaplin.
    bu yıldızların bazıları daha o zamanlar fazla tanınmamakla beraber şimdi kadroya bakınca muazzam diyoruz. gerçi bazı karakterler sadece birkaç dakikalığına filmde görünüp çıkıyorlar. örneğin john travolta, george clooney, nick stahl.
    film aslen james cavaziel (er witt), ben chaplin (er bell), sean penn( başçavuş welsh), nick nolte (yarbay gordon tall), elias koteas (yüzbaşı staros) karakterlerince paylaşılmış. onların yaşadıkları ve psikolojik çözümlemeleri ile geçiyor.

    ---spoiler---
    filmin başında kaçak er witt (james cavaziel) kendisini tropik adaların birinde yerlilerle ilkel ama son derece mutlu bir yaşam sürerken yakalayan abd devriye gemisi vasıtasıyla önemsiz görünen bir adaya üst kuran japonları o adadan atmak için gönderilen bir birlikte bulur. asıl önemli konuşması kendisini daha önce tanıyan başçavuş welsh'le (sean penn) geçer. başçavuş ona defalarca kaçtığını daha iyi bir dünya olup olmadığını alaycı şekilde sorar. er witt evet var onu gördüm der. filmin sonlarında japonlara esir düşmektense kendisini öldürtmesi yerlilerle cenneti yaşadıktan sonra cehennemi yaşamak istememesindendir. zaten çeşitli çatışmalar boyunca yüzünde, ölen arkadaşlarını uğurlarken hayatı anladım tebessümü belirir. o artık hayata üstten bakabilmektedir.
    başçavuş welsh ise sadece işini yapan ve savaşın anlamsızlığını ve aptallığını anlayan birisidir. yarbay tall yüzbaşı staros'a japonların elindeki iyi istihkam edilmiş tepeyi doğrudan cephe hücumuyla ele geçirmesini söyler. bu sırada çok sayıda adam kaybedilir. tepeyi yandan dolanarak daha geç ama daha az adam kaybıyla ele geçirebilirler ama yarbay buna yanaşmaz. onun için asker kaybı zaman kaybından daha önemsizdir.başçavuş cephe hattında kalan ölmekte olan bir askere canı pahasına acı çekmesin diye morfin götürür. yüzbaşı staros bunu bildirip senin madalya almanı sağlayacağım der. o sırada başçavuş sinirlenir ve "bu yaşanan sadece gösteriş,başka bir şey değil. eğer beni madalya almam için bildirirsen bu bölüğü kendin yönetirsin bundan sonra. ben çeker giderim " der. olayın özetini geçmiştir başçavuş. bundan sonra yarbay ile yüzbaşının emre itaat konusunda atıştığı muhteşem sahne yaşanır. yarbayın damarları sinirden patlayacak gibi şişer. sonucunda yüzbaşı yarbayın emrini dinlemez ve yandan saldırma kararı alır. akabinde, adamlarını kolladığı ve daha az can kaybı ama daha uzun bir zamanda hedefi ele geçirdiği için yumuşak davranmakla, sert olmamakla suçlanır ve yarbay bölüğü yüzbaşının elinden alıp madalya verilmesini sağlayarak cephe gerisine yollar.
    filmin belki en yürek burkan hikayesi er bell'inkidir. adam rütbelidir. karısını o kadar çok sevmektedir ki ondan ayrı kalmaya dayanamaz ve istifa edip onu yanına gider. savaş çıkınca da er rütbesiyle cepheye sürerler. adamı cephede hayatta tutan tek şey karısına olan aşkı, özlemi ve tekrar kavuşma tutkusudur. zaten defalarca onunla tekrar beraber olma hayallerini gösterir yönetmenimiz. neyse o kadar badire atlattıktan sonra uğruna hayatını, işini mahvettiği karısından mektup alır. karısı bir rütbeliye, yüzbaşıya aşık olmuştur. boşanmak ister. yönetmen, er bell'in mektubu aldığı andaki çaresizliğini ve acısını çok iyi yansıtmış. hareketleriyle aşırıya kaçmadan nasıl bir yıkıntı ve çaresizlik içinde oldugunu iyi göstermiş ben chaplin de.

    ---spoiler--

    kısaca dostoyevski canlanıp yönetmen olmaya karar verse ancak bu tarz bir film çekerdi herhalde. yönetmen savaş başlığı altında psikolojik bir film çekmiştir. her izlenildiğinde farklı şeyler alınabilecek bir filmdir. bazen küçük bir bakıştan, jestten bazen de kıyıda köşede kalmış bir diyalogtan. filmi bir cümleyle özetle derlerse "şu muhteşem dünyada doğayla içiçe mutlu yaşamak varken insanların birbirlerini boğazlayıp, öldürmelerinin anlamsızlığını anlatmış " derim.


    (altaygoguz - 8 Kasım 2011 12:31)

  • comment image

    sava$ sahnelerinde kelebeklerin ucu$tugu,sava$in ne kadar bo$ bi $ey oldugunu gosteren vesaving private ryanın hakkini yedigi sinema $aheseri. askerin karisina yazdigi mektup kisimlari cok ho$uma gitmi$ti.sana gelicem ama eskisi gibi olamiycam,cunku burda kirlendigimi hissediyorum tarzi bi lafi vardi ki beni koparmi$ti.


    (lebowski - 24 Mayıs 2001 00:07)

  • comment image

    piyadelerin tek sıra halinde giderken yanlarından yaşlı bir yerlinin geçiyor olması, filmin uzun süresine nazaran anlatmak istediğini hiç zorlanmadan anlatır. askerler ölürken kimse vatan-millet edebiyatı yapmaz. ölürsen boşa ölürsün der.

    benim de gözümden kaçmış olabilir, filmde amerikan bayrağı göremedim. aynı yıl gösterime giren spielberg filmi saving private ryan o bayrak sayesinde amerikan ordusundan madalya bile almıştı. gerçek sinema, gerçek sanat başka birşeymiş.


    (stefan kuntz - 5 Ocak 2015 22:18)

  • comment image

    vizyona girdiği dönem "saving private ryan" a verilmiş tokat gibi cevaptır : "hayır spielberg efendi o iş hiç de senin söylediğin gibi olmadı..."


    (alacakarga - 16 Nisan 2015 14:05)

  • comment image

    ormanın ortasında sisler içinde japonların karargahına saldırdıkları bir sahne vardır ve journey to the line çalmaya başlar.

    işte bu sahne savaş ortamının kaosunu ve asker psikolojisini mükemmel şekilde betimlerken, bana göre çekilmiş en başarılıl savaş sahnelerinden biridir. özellikle japon askerlerinin yüz ifadeleri, hareketleri ve düşmana verdikleri tepkiler muazzam şekilde canlandırılmıştır.

    ve tabii amerikan askerlerinin biz neredeyiz, ne yapıyoruz burada bakışlarını da unutmamak lazım.

    malick bu filmiyle, spielberg'in saving private ryan'nına sen git kumda oyna yeğenim demiştir.

    özel film cidden, kardeşlerinizle ya da anlayabilecek yaştaki küçüklerinizle seyredin mutlaka. güzel insanlar yetişsin, dünya çok boktan bir halde çünkü.

    bahsettiğim sahne;

    --- spoiler ---

    https://www.youtube.com/watch?v=s2wl9aawlda

    ---
    spoiler ---


    (zenithgeist - 15 Mayıs 2015 14:31)

  • comment image

    sinemalarimiza saving private ryan ile ayni sene gelen ve er ryan'da görülen aksiyon, vahset gibi ögeler olmadan bile güzel savas filmi çekilebileceginin kaniti olan film.

    edit: - ama bakınız ben saving private ryan kötü film demiyorum...


    (riquelme - 3 Ocak 2002 02:45)

  • comment image

    terrence malick in ikinci dünya savaşı üzerine değil, ''savaş'' üzerine, hatta düpedüz insanın içindeki savaş ile ruh sağlığını koruması üstüne çektiği şiirsel ve epik filmi. aynı dönemlerde çekilen ve oscar yarışına da birlikte girdikleri spielberg in saving private ryan ve roberto benigni nin lavita e bella filmlerine de taban tabana zıt bir film aynı zamanda. saving private ryan gibi kahramanlık hikayeleri anlatmadığı ne de lavita e bella gibi ağlak bir film olmadığı için de malum akademi tarafından tek bir ödüle bile layık görülmemişti film. the thin red line, adından başlayark bizi iki karşıt alanla yüzyüze bırakıyor. iki alanı ince ve kırmızı bir çizgi ayırıyor. incecik, pamuk ipliğine bağlı, koptu kopacak; kırmızı, kan gibi, tehlikeli bir eişk bu. hangi yanda olacağımız ise her zaman bize bağlı değil, bunu belirleyen birçok faktör var. ince ve kırmızı çizgi, yaşamla ölüm arasında bir yer,doğal olarak kimse ölmek istemiyor.

    film özünü, doğa/savaş yani yaşam/ölüm karşıtlığından alıyor. ama bu, ''yaşam bu kadar güzelken, niye savaşırız'' klasik sorusunu pekiştirmek ve öne çıkarmak için değil. zaman zaman bir doğa belgeseli izlediği duygusuna kapılıyor insan filmi izlerken. doğanın binbir rengi, dokusu, toprağı, ağaçları, suları, denizi, dolunayı, yaprak hışırtısı, mavisi ve yeşili, lacivert gökyüzü, bir cennet betimlemesi gibi her şey savaşın ve ölümün karşısında kuruluyor.

    filmin ilk dakikalarındaki huzurlu ve sakin manzaralar, amerikan gemisinin gelmesiyle yerini artan tempoda bir huzursuzluğa ve gerilime bırakıyor. evet, en acımasız yüzüyle savaş bu. kopan bacaklar, ölmek istemeyen askerler, sürekli boyun eğerek ve kendini aşağılatarak yükselen komutanlar, sürekli boyun eğdiren komutanlar, inanılmayan amaçlar uğruna giden yaşamlar... kimin önce ölüme gideceğini belirlemek zorunda bırakılanlar ve hepsinden önemlisi insanı ürperten ve çoğu zaman yanıtı olmayan sorular...

    the thin red line, bir tepeyi ele geçiren birliğin öyküsünü ve bir grup birbirine benzeyen askeri malzeme olarak kullanarak bambaşka bir şey anlatıyor. tıpkı, durgun suyun altında bir timsahın olması gibi, derinde, ürpertici bir şeyler yatıyor. film aynı zamanda kadın karakteri olmayan bir aşk filmi gibi de duruyor. eşini/sevgilisini özleyen, anımsayan askere, görüntüde işli bir tül perdenin açık pencereden gelen esinti nedeniyle hafif hafif sallanması eşlik ediyor. o sekans huzurlu, mutlu birlikteliklere ve saf haliyle aşka gönderme yapıyor. hiçbir savaşın aşkı yenemeyeceğini düşünen askerler var.

    --------'' ben sana aitim, ölmekten niye korkayım'----------

    hangi savaş aşkı yenebilir? hangi savaş, bu insan üzerinde, eşinin onu terk ettiğini yazan mektubu kadar etkili olabilir; yalnızlığı bu derece derinden duyumsatabilir? her savaş birşeylerimizi alıp götürür. kimimizin sevgililerini, kimilerimizin umutlarını ya da ruhunu!

    --------'' aynı insan olarak dönebilmek mümkün mü? insan kalmak, bozulmamak mümkün mü?''--------

    the thin red line da iç seslerin sorularıyla ve sahipsiz bir dış sesle insanlığımız sorgulanır, ast/üst ilişkileri hiyerarşi, otorite sorgulanır. filmde ilgi çekici iki nokta var. ilki ''erkeklik'' konusunda: kahramanlar geleneksel olarak güçlü kurulur. ama filmimizde kahramanlar yerine karakterler var. kamera onların üstünde duruyor, mimikleriyle, özlemleriyle, sorularıyla, iç sesleriyle erkekler, askeri giysi ve uzun öldürücü silah taşımalarına karşın hatta kaslı, güçlü, yakışıklı erkekler olmalarına karşın fallusa sahip değiller. çünkü onlar üstünde bir oyun oynanıyor, onlar gerçek anlamda belirleyici değil. çünkü onlar ''yumuşak''; ağlıyor, korkuyor, özlüyor, en çaresiz anlarında tanrıya yakarıyor, öldürmek istemiyor, büyük ve şaşkın çocuk gözleriyle çevresine bakıyor, bir kabustan uyanmak istiyor, sevişmelerini anımsıyor, sevgilisinin bedenini yumuşak dokunuşlarla süslüyor. bir erker özelliği olarak tanımlanan otoriter karakter ve erkekliği en çok üreten kurum olarak askeri düzen, ordu, savaş sorgulanıyor.

    --------''biz bir aileyiz, ailenin reisi babadır, ben de sizin babanızım''--------

    ''yumuşak olmak'' hep sorgulanmıştır. kadınsı bir özellik olarak yumuşaklık, reddedilir ve cezalandırılır. oysa filmin katı, sert, otoriter erkekliği üretmek yerine yumuşak, incinebilir, kırılgan erkekler üretiyor ve geleneksel erkekliği sorguluyor. özdeşleştiğimiz (çoğu zaman özdeşleşmeye fırsat bile bulamadığımız) karakterler ağlıyor, korkuyor. düz anlamda bir askerin erkeklik organını yitirmesi gibi, film geleneksel erkekliğin üzerinden geçiyor ve onu siliyor.

    ikinci ve daha önemli olan nokta ise filmin özünü ouşturuyor malick in doğayı işlerken bize ''niye savaşıyoruz, bakın doğa ne güzel!'' mesajını vermek gibi bir derdi yok... çünkü doğa ve savaş iki karşıt alan değil, içiçe örülmşler.

    --------''nedir doğanın içindeki bu savaş? toprak, denizle çekişiyor''--------

    doğanın kendisi bir savaş alanı ve savaş da tıpkı insanın doğasıymış gibi yüzyıllardır insanlığa bulaşmış. en güzelin içinden en çirkin çıkıyor. ağaçların arasında akan nehirde yani bir cennet mekanında askerler yaklaşan ölümü bekliyor. her şey akıcı ve her şey değişiyor. her şey hem kendini, hem de karşıtını içinde taşıyor. cennet görüntülerinden sonra cehennem başlıyor, sonra yine cennet.
    sahi biz içinde yaşadığımızı sanırken sürekli bir savaşı da taşıyor muyuz? çevremizde ve içimizde savaş sürerken biz sorgulamadan seyreden ve hep seyreden birer hiç değil miyiz? savaş ruhlarımızı zehirlemiyormu? nereden geliyor bu? ben sana aitsem ölmekten neden korkayım? aşk nereden geliyor? sahi, içimizdeki bu alevi kim yaktı?


    (jesus vs mohammed - 16 Şubat 2006 11:32)

  • comment image

    film 2. dünya savaşı sırasında geçmekte. öykü; askerlerin savaşa katılmak üzre, gemilerle yola çıkmalarıyla başlayıp, savaşa başlamaları, tabi aralarından ölenlerden sonra bizim "yazık oldu lan adama, çıtır da oğlandı" dediklerimiz haricindekilerin tekrar memleketlerine dönmelerine kadar sürüyo. japonlara önlem olsun diye, pasifik adalarında, stratejik bi noktaya yerleştirilen yaqışıklı askerler, hem savaşın verdiği stresle, hem kafadaki diğer psikop düşüncelerle, özlemleriyle, anılarıyla, ayrılıklarıyla, acılarıyla [ühü], düşüncelerinin nasıl geliştiğini gözlemliolar. bi süre sonra, hepsinin; onları bir araya getiren tüm politik amaçları bırakıp nasıl da can havliyle, sadece hayatta kalabilmek ve beraber oldukları arkadaşlarını kurtarmak için savaşa tüm güçlerini, konsantrasyonlarını verdiklerini anlatılıyor... bu ara da hep bir yandan sorgulamalar başlıo, savaşın insanlara başka neler kaybettirdiğini, ihtiyaçların nası aşk'ın önüne geçebildiğini, fedakârlığın bi ruh ferahlığı vermesine rağmen, insanlardan neler götürdüğünü... aha burda da bi laf ediyorum, defter ön kapaklarına yazıla : "fedakârlık, minyatür bir intihardır..." bööle de laflar ederim arasıra. neyse daha sonra arkadaşlar kendilerini ve çevrelerindeki dünyaya ait her şeyi sorgulamaya başlıolar aniden... filmin olayı bu.

    70'li yılların unutulmazları badlands ve days of heaven'den sonra sinemayı bırakan, terence malick'in sinemaya dönüş filmi olan "ince kırmızı hat", en iyi yönetmen ve en iyi müzik dallarında da oscar almıştı üstelik bu filmin, benim çok değer verdiğim bir yazar olan irlandalı `james jones'un bi romanı olması açısından ayrı bi önemi war. çünkü film tamamen romana sadık kalmış ve diyaloglar aynen aktarılmış... mesela bi yerde şööle diodu, "ölmekten neden korkayım ki; sana geleceğim". ne güzel diil mi. ne net. çok wardı buna benzer belirlemele...

    saving private ryan'ı gerçekten de sevmiştim ilk bakışta... ama sonu çok klasikti... filmindeki 24 dakikalık hareketli savaş sahnesinden sonra, neredeyse, ucuz savaş filmlerinin yapısında, bildik bi tarzda devam etmesi şaşırtmadı beni... spielberg hep böle zati. şaşırtmıo insanı. filmin ilk 20 dakkikasını izleyince sonunu tahmin ediosun aşşaı yukarı... jaws'tan sonra da pek etkileyemedi zati beni... o düşünsün... bu filmde gerçekten düşünülmesi gereken şeyler war. düşünmek zorunda bırakıo insanı... hakkatten yaa diosun.

    görselliği ve yaşattığı paranoya eşsiz, hele ki karı, kocasını satıp subaya kaçmıyo mu "lan bütün karılar böyle işte" diyerek lanet ediyo insan... tek söz söylerim son kez;

    "şiir gibi film abi"...


    (cyrano - 7 Şubat 2000 23:31)

Yorum Kaynak Link : the thin red line