Spirited ' Dizisinin Konusu : Spirited is a TV series starring Claudia Karvan, Matt King, and Rodger Corser. A dentist Suzy meets the ghost of an 80s English rock star Henry Mallet.
Rake(2010)(8,6-4914)
Pushing Daisies(2007)(8,4-50778)
Leverage(2008)(7,9-38631)
Torchwood(2006)(7,8-36297)
800 Words(2015)(7,8-1241)
Doctor Doctor(2016)(7,8-1191)
Harrow(2018)(7,6-3814)
Glitch(2015)(7,6-9659)
The Inspector Lynley Mysteries(2001)(7,4-3562)
The Librarians(2014)(7,3-17332)
Newton's Law(2017)(7,0-335)
sabahın dördünde soundtrackini dinlerken beni tekrar gözyaşlarına boğmuş animasyon. kendisi için güzel ötesi, mucizevi, aşmış, sihirli gibi tanımlamalar kullanmayacağım. zira bunlar filmi izleyen herkesin hemfikir olduğu şeyler. bolca da söylendi. altın ayıyı, oscarı ve daha bir sürü ödülü evine götürdü. citizen kane, vertigo, paths of glory, rashomon ve bunun gibi aklınıza gelebilecek her türlü bilmemkaç senelik başyapıtın arasındaki yerini de zaten şimdiden aldı. benim bahsetmek istediğim şeyler biraz daha kişisel. çünkü bu film benim için muhteşem bir film olmaktan öte bir milad. hayatımdaki pek çok şeyin bir simgesi, enerji kaynağı. ve dünyaya bakışımla ilgili bazı kararları almamda etkili olmuş çok az filmden biri.yıl 2001. spirited away varolalı daha 1 yıl olmuş ama benim kendisinden henüz haberim yok. trabzon yomra fen lisesi’nde lise 1e giden yatılı çömezin tekiyim. bana anlatılan o muhteşem insanlarla dolu okul olmaktan çok uzaktaki yerde, hayalkırıklıkları içinde, yalnız başıma yaşayıp gidiyorum. yine de hep kafamda bir arkadaş edinme düşüncesi var, çünkü gelirken en çok bunu hayal etmişim. çünkü ortaokul arkadaşlarımın hepsinden uzakta, bambaşka bir yerdeyim artık.bir çocuk var gelip benle konuşan. okulun daha ilk dönemi olduğu için kimseyi tam olarak tanımıyorum ama sadece 90 kişi olduğumuz için herkes birbiriyle iyi anlaşmaya çalışıyor. bir insanın gelip benle arkadaş olmaya çalışması da alışık olmadığım bir durum, yine de çok iyi davranıyorum. bir adet gameboyum var, nintendo. şu siyah beyaz kasetli olandan. belki de o zamanlar sahip olduğum en değerli varlığım. çünkü ortaokuldayken tüm bir yaz çalışarak elde etmişim kendisini. onu okula getiriyorum, ben ders çalışmayı becerebilen biri değilim ve çok fazla boş vaktim var. odaca oynar eğleniriz diye düşünüyorum. bu bahsi geçen çocuk da kendisinin bir kaseti olduğunu, arada oynayıp oynayamacağını soruyor. (oyun da legend of zelda bu arada.) ben de güleryüzle kabul ediyorum. zaten kimseye karşı güvensiz görünmemek için dolabımı bile kilitlemiyorum. (çoğunluk kilitlemiyor.) oynamak istediğinde alırsın deyip yerini gösteriyorum. zaten bir süre sonra popüler oluyor, elden ele gezmeye başlıyor gameboy.bir kaç hafta sonra, bir okul sonrası gameboyu yerinde bulamıyorum. ve 3 kasetimin hiçbirini. ve belki de en kötüsü çocuğun kasetini de. başta birinin şaka yaptığını düşünüp herkese blöf yapıyorum ama yutan olmuyor. ardından sinirli bir şekilde “verin olm” moduna giriyorum ama fayda yok. en sonunda ümitsizliğe düşmeye başlıyorum gerçekten çalındı diye. çocuğa kasetinin yokolduğunu da açıklamam lazım. ertesi gün gidip üzülerek söylüyorum. “canın sağolsun abi.” diyor “senin kaybın daha büyük, kaset için üzülme.” ben de zaten manevi değeri gerçekten yüksek olan ve çok da ucuz sayılamayacak o gameboy için üzülüyorum. neyse bu böyle zamanla atlatılıyor.artık birinci sınıfın ikinci dönemine geçtiğimiz günler, 2002’nin başlarında okulda garip şeyler olmaya başlıyor. nerede ise tüm dönem yatılı. ve biz yeni yapılan bir yurda taşınıyoruz, 150-200 metre ileriye. (hayatımın en güzel günlerini geçirdiğim yer burası.) ama bu taşınma işlemi sırasında birkaç kişinin telefonu yokoluyor. sağa sola düşmesi, başkası ile karışması ihtimali var tabi ama bu sayı arttıkça herkes kıllanmaya başlıyor. sonuçta bir avuç insanız ve aramızdan birinin hırsız olduğu gerçeğini kabul etmek, hepimizi the thing-vari bir paranoyaya sürükleyebilir. tabi herkesin bilinçaltında bu var. çünkü ikinci dönem telefonu çalınan insan sayısı tüm erkeklerin yarısına kadar yükseliyor. yurt müdürü bile bir şey yapamıyor. bu çocuk her kim ise çok zekice planlıyor ve hiçbir kanıt, ipucu, şüpheli davranış bırakmıyor geride. koskoca 90 kişiye kafa tutuyor yani. çünkü yakalanması durumunda büyük olasılıkla linç edilecek.bu böyle gidiyor. benim cep telefon çalınmıyor. o zamanlar aşırı külüstür bir nokia telefonum var. zaten nintendonun çalındığı gün o da aynı yerde ama hırsız dokunmamış. ben rahatım bi bakıma. ama nintendomu çalan kişi ile aynı olduğunu bildiğimden garip bir hırs var içimde.bir gün, bir maç akşamı, saat 22 gibi yatakhanede bir avuç insan kalmış durumda. böyle gecelerde kantindeki televizyon açılır ve etütler iptal edilir. ben bir arkadaşımla yurtta müzik dinliyorum. radiohead’in pablo honey’si o zamanlar ve büyük çabalarımız sonucu elimize geçmiş.* her katın kendi tuvaleti var, biz de kendi katımızın tuvaletinin kapısının yanındaki kaloriferde oturmuş albümü bir yandan dinliyor, bir yandan tartışıyoruz. o akşam yurtta kalmış 15 civarı arkadaştan biri giriyor tuvalete. çıkıyor. 5 dakika sonra bu kasetini kaptırdığım arkadaşım giriyor ve o da çıkıyor. bir 10 dakika sonra da ilk arkadaş tekrar giriyor.* ardından şok içinde tuvaletten çıkıyor ve “telefonum yok lan” diyor bize. “nası yok olm” diyoruz doğal olarak. “şarja takıp gitmiştim, aha geldim yok yerinde.” tüm katta tek priz de tuvalette var, şarj için zorunlu yer yani. çocuk o moral bozukluğu ile gidiyor. bizim de aklımız albümde, ben blow out’un hastası olmuşum. yazık oldu çocuğa geyiği yaparken bir 30 saniye sonra şok içinde arkadaşla birbirimize dönüyoruz. benim kafamdan aşağıya binyüzmilyon baloncuk kaynar su dökülüyor. “ulaaaan” diye bağırarak telefonu çalınan oda arkadaşımın yanına gidiyorum ve olayı anlatıyorum. arada çünkü kimse girmedi tuvalete, o kesin. biz kendi aramızda konuşuyoruz. çocuğa duyduğum sempatim bir anda önlenemez bir nefret yumağına dönüşüyor. çocuktan çok az şüphelenmiş olsam da... çünkü bana koyan iyi niyetimin suistimali oluyor aslında. gidip tuvalete bakıyoruz, sağa sola. çocuk oraya girdi ve çıktı. o gün herkes kantinde olduğu için başka 3 telefon daha uçmuş. neresine sokabilir ki diye konuşuyoruz kendi aramızda. sonunda en uçtaki pencerenin dış kısmında, köşeye dizildiklerini görüyoruz yaklaşık 5 adet telefonun. robin hood misali alıp sahiplerine veriyoruz.çocukla ilgili gerçeği yavaşça yayıyoruz, ama asla belirgin bir şekilde ortaya koymuyoruz. okul ve yurt müdürüne kadar gidiyor en sonunda. ve güzel bir bahar günü telefonlarımızı geri alıyoruz. ben ise mutluyum ama nintendom hala piyasada yok. çocuğu sürekli görüyorum, artık tüm okul o çocuk olduğunu biliyor. ama hırsız iken sürekli küfredenler bile ona iyi davranıyor. birkaç kişi dava açıyor gerçi ama çocuk sonunda benden bile daha çok popüler, sevilen bir çocuk oluyor onu kazandırmaya çalışan sınıf arkadaşları sayesinde. çocuk her hafta topladığı telefonları ilçedeki bir telefoncuya satıyormuş meğer. ve bunu paraya ihtiyacı olduğu için yapmıyor, nedenini de o zaman anlayamadım. kimse anlayamadı. garip bir çocuktu en başta, bir süre sonra anlamaya çalışmayı bıraktım zaten. sadece nefretle doldum. koridorda, kantinda, bahçede, gördüğüm her yerde gözlerimle küfreden bakışlar atıyor ve bunu belli ediyordum. bir gün çekip “kardeşim bunu bana neden yaptın? gayet iyi niyetliydim, sana bir zararım mı dokundu?” diye konuşmayı bile düşündüm. ama asla bu kadar sakin olamayacağımı biliyordum.nitekim nintendomu aldım. o getirdi okula üstelik. müdür yardımcısı bir gün beni odasına çağırıp teslim etti. ama bu günah çıkartma moduna girme durumu öfkemi azaltmadı kesinlikle. herkes çocuğun hırsızın teki olduğunu unuttukça, onu sevdikçe, daha da nefret ediyordum.sonra aradan bir sene geçiyor. tatilde bir arkadaşımın getirdiği, pek merak ettiğim film “spirited away” geçiyor elime. o zamanlar popüler sinema dergisi ile altyazıyı birkaç kere okumadan bırakmıyoruz, pek sinemaseveriz yani. filmi elime geçtiği haftasonu eve gidince izliyorum, sınavlara rağmen. ve vurulmuşa dönüyorum. ertesi gün okul var, ama ben bir gece yarısı filmin bitişi ile birlikte astral bir çıkış yaşıyorum. bugüne kadar yaşadığım ufacık hayatımın pek çok kesitine doğru. insan denen mahluğun zayıflıkları, oburluğu, bencilliği ve hoşgörüsüzlüğü bu kadar şiirsel bir şekil bulabilirdi diye düşünüyorum. beni en çok vuran, sinema tarihinin en önemli karakterlerinden biri olduğunu düşündüğüm no face oluyor ama. chihiro’nun ıslanmasın diye gülümseyerek açtığı kapıdan giren ve hamamdaki insanları sömürmeye, yemeye başlayan no face. filmi ondan sonra abartısız 80 kere daha izledim. her seferinde yeni bir şey daha keşfettim desem bana inanır mısınız? zilyon tane ayrıntı ile bezenmiş bir boyut burası. bazen günde iki defa izledim, öss öncesi bile ilaç niyetine izledim. ne zaman moralim bozuk olsa, hasta olsam, kızgın olsam izledim. bir şekilde kaçış, kendimi buluş yöntemim olmuştu. izlerken kendimi kaybediyordum. ama işte o ilk izleyişimden sonra çocuğa olan bütün öfkem geçti. o hafta okula gittiğimde ona uzun süre sonra gülümsedim ve selam verdim. çünkü bunu neden yaptığını daha iyi anlıyordum ve artık neden hiç yapmadığını/yapmayacağını. çocuğu sevmedim belki ama kızmadım ona bir daha. benzeri olaylara da asla kin ile yanıt vermeme kararı aldım otomatik olarak. bilinçli bir karar bile değildi. etrafımdakilerin aksine ihtiyacım olandan fazla not almak için hırs yapmadım hiçbir zaman. chihiro denen küçük velet, film içinde iki günde büyüyordu. ben de belki de o 2 saatte büyümediğim yıllarımı büyüyüvermiştim. (ondan sonra da o yaşlarda kaldım zaten.)bu tek sebep değil benim için. sonsuz tane sebep var bu filmi güzel ve özel yapan. ama bu sadece aklıma gelen ilk yansıma oldu. bu film gibi bir tane daha yapılabileceğini sanmıyorum. miyazaki’nin hemen öncesinde yaptığı mononoke hime’si en az bu kadar iyi bir film olsa da beni böyle alıp götürmemiştir. en basitinden, hiçbir nedenim olmasa bile, filmde güzel tek bir kare, o ilginç karakterlerin hiçbiri olmasa bile, bu tek sebep sen to chihiro no kamikakushi’yi en sevdiğim film yapmaya yeter: derler ya, “bir film izledim, hayata bakışım değişti.”soundtrack notu: "the sixth station", joe hisaishi'nin en iyi bestesi olması bir yana, yapılmış en güzel şarkılardan biridir aynı zamanda.
(je androcoen - 3 Ocak 2007 05:28)
"for the people who used to be 10 years old,and the people who are going to be 10 years old." hayao miyazaki..
(charlottesometimes - 24 Ocak 2003 18:10)
ifistanbul bünyesinde birkaç saat önce izlediğim kendine hayran bırakmış süper şeker fillm..hele ki o minik siyah bik bik yaratıklardan istiyorum evime 17 tane..
(marlin - 26 Ocak 2003 02:05)
kaybolmuş ruhlara yol gösteren anime. küçük ve çelimsiz bir kızın bağışlayıcı kalbinin gücü, kötülükten kaçış için kötülüğün temelini buluyor ve kötülüğün ikiz kardeşi olan iyi'ye kollarını açıyor. herşeyin maddileştiği bir dünyada altına tamah edenlerin "yüzsüz" ruhlara köle olmak için yarıştığı, en güçlü büyücünün bile sahip olduğu en değerli 'şeyi' hırsından gözü döndüğü için kaybetme noktasına geldiği ve iyiliğin karşılıksız kalmadığı bu masalsı anlatı öyküsünün çok daha fazlasını anlatan imgesel bir tasarıma sahip. kurtaran ve bağışlayan aşk'ın bütün büyülerden daha üstün gücü sayesinde kötülerin alt edildiği hikayede en kötü karakterin bile sevdiği bir 'şey' var ve o sevgi onun zaafı olduğu kadar onu iyiliğe yüzünü dönmeye zorlayan bir rol oynuyor. iyiler ödüllendirilse de kötüler cezalandırılmıyor. çünkü herkes değişebilir ve iyilerin esas yapması gereken kötülerin içindeki iyiliği bulup onu güçlendirmek olmalıdır. animenin mesajı ise, en önemli karakteri 'yüzsüz' ile veriliyor. dünyamızın kaybolan yalnız ruhları, bir tutam bağlılık veya bir parça sevgi gösterisi uğruna insanların tamah ettiği 'şeylere' sahip olmak için çaba gösterse de bu çaba onları daha büyük bir felakete sürükleyecek. karşılıksız sevgi, karşılık beklemeyen yardım kayboluş'un kargışından çıkış yolunu açacaktır.ve tabi ki hayao miyazaki doğayı yok eden insanlığı uyarmaktan da geri durmamış: insan tarafından kirletilen doğa ve onun tanrıları. onlar, insanlara karşı öfkeli. nehir tanrısının bedeninden çıkan onca pislik insanların marifeti. bu tanrılar, insanlardan çok daha güçlü ve insanlığın kurduğu medeniyeti yok edecek büyülere sahip. ama chihiro gibi insanların varlığı onların insanların yaşamlarına, rüzgarlı vadideki gibi, intikam alırcasına zarar vermelerine engel oluyor. şimdilik.
(louisemichel1871 - 22 Ocak 2012 16:03)
spirited away, miyazaki'nin fantazi ve hayalgücü sınırlarında gezinen filmlerinden birisi. 2001 yapım olması hasebiyle studio ghibli tecrübenin ve teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar yararlanmış ve senaryo ile anlatımın yanısıra görsel açıdan da bir ziyafet vermiş izleyenlerine. japonya'da en çok izlenen ve daha amerika'da bile gösterime girmeden yaklaşık 200 milyon dolarlık hasılat getiren bir sinema filmi olarak ghibli'nin yüzünü güldürmüş. bununla birlikte berlin film festivali'nde ilk defa bir animasyon filminin altın ayı ödülünü almasını sağlamış ve ardından da 2003'ün en iyi animasyon dalındaki oscar ödülünü kapmış. filmin baş kahramanı "chihiro" isminde bir kız çocuğu ve bize miyazaki'nin geleneklerinden birini daha yansıtıyor. ancak bu kahramanı diğerlerinden ayıran mükemmel bir karaktere sahip olmaması ve genel bir zamane çocuğunu ortaya koyması. bunu yapmanın daha zor olduğunu da belirtiyor miyazaki. chihiro'nun filmdeki hikayesini "alice harikalar diyarında" masalındaki alice'nin oz diyarına yolcuğuna benzetebiliriz. günümüz japonya'sında yaşayan ve başka bir şehire taşınmakta olan chihiro'nun ailesi yeni evlerine giderken yanlış yola girerler ve yolun doğru yol olduğunda ısrar etmeleri üzerine kendilerini ormanın içinde gizemli bir binanın önünde bulurlar. chiriro'nun geri dönme ısrarlarına rağmen aile meraklarına yenik düşer ve binanı içine girerler. binanın diğer tarafı klasik görünüme sahip bir japon köyüne çıkar. aile burayı iflas etmiş bir eğlence parkı olarak düşünerek içeri dalar.bu arada köyün muhtelif yerlerinden leziz yemek kokuları gelmeye başlar. anne ve baba ıssız ve devasa restoranlarda nefislerine hakim olamayıp yemeklerden yemeye başlar ve farkında olmadan domuza dönüşürler. bu durum karşısında ne yapacağını şaşıran chihiro havanın kararmasıyla birlikte ortaya çıkan garip yaratıklar görür ve iyice kokrmaya başlar. tam çaresiz kaldığı anda jönümüz "haku" ortaya çıkar ve chihironun bu durumdan kurtulmasına yardım etmeye çalışır. chihiro'nun hikayesi doğa tanrılarının temizlendiği hamama haku'nun yardımıyla temizlikçi olarak girmesiyle devam eder. chihiro'nun yaptığı yolculuk aslında "yu" diyarınadır ve bu diyar doğa tanrılarının (kami) diyarıdır. daha önce tonari no totoro ve mononoke hime'de karşılaştığımız doğa tanrıları bu kez insanların yaşadığı dünyadan kopuk bir şekilde karşımıza çıkar. çünkü inanışa göre insanın doğa yaşamından uzaklaşmasıyla tanrılar da insanlardan uzaklaşır olmuşlardır. insanın bu yabancı kültüre uyum süreci güzel bir şekilde anlatılır. yine doğa tanrılarıyla iletişimin saf ve temiz bir ruha sahip olmaktan geçtiği dile getirilecektir bu filmde de.studio ghibli'nin hayalgücünün ölçüsünü tekrar sunduğu bu anime, arkasından izlediğiniz ikinciyi bir animeyi zevksiz ve izlenemez hale getirecek kadar aşmıştır kanımca.
(battuta - 25 Nisan 2003 09:58)
şu zamana kadar izlediğim en fantastik anime...disney çizerlerinin tanrı olarak kabul ettikleri miyazaki anlatmak istediği her şeyi kusursuz bir şekilde bizlere aktarmış, 2 saatlik bir zaman diliminin bir saniyesinde dahi canımızı sıkmamıştır...ikiz kahramanlardan mıdır, ejderhadan mıdır, ortamın absürdlüğünden midir bilinmez ama gözlerimin önüne kayıp çocuklar şehri, yer deniz büyücüsü ve bitmeyecek öyküyü getirip durmuştur bu film... çizgi filmlerin çoğunda gözümüze gözümüze sokulan ve oldukça rahatsız edici bulduğum sevgi, güzel toplum, barış, pötürdeyelim gibi mesajlar bu anime'de mizahi bir yolla izleyenlere aktarılmıştır. nehir tanrısının tamamen balçık halinde gelmesi ve koskoca bir bisiklet kusmasıyla beraber verilen " zittiniz attınız doğayı yeter ulan yeter!" mesajı gibi..ailenin domuza,cadının kargaya,haku'nun ejderhaya dönüşmesi olarak vuku bulan ve japon mitolojisinde sıkça rastlanan şekil değiştirme olayı da filmde bol bol kullanılmıştır.spirited away'da en fazla sevdiğim karakterlerden birisi de hiç kuşkusuz yalnızlığı paylaşılsın diye sürekli olarak karşısındakilere armağanlar, altınlar sunan ve aslında ne olduğuna asla bakılmayan o maske adamdır...edvard munch'un scream tablosundan kaçmış gibidir...gerçek hayata en yakın tek karakterdir.
(polyethylene - 30 Haziran 2003 14:18)
(bkz: yavrusunu sinek kapmış)
(ondokkuz - 27 Temmuz 2013 01:14)
''hamamcı teyze, hamamcı teyzealtınlarım kayboldu, bulamadım.'' şarkısının 2 saatlik uzun klibi.
(somurcan reloaded - 29 Temmuz 2013 01:03)
soru: anladik iyi film hos film de seyretmezsek cok sey kacirir miyiz?cevap: hem de tahmininizden cok daha fazlasini kacirirsiniz, cunku kimse bu filmde goreceklerini tahmin edemez..soru: mesela yabancı bi ortamdayiz, muhabbet spirited away'e geldi, ben de filmi izlemedigim icin bikac dakika sonra "eheh toy story'i de pek komikti ama di mi" gibi cumlelerle muhabbeti kendi tarafima cekebilir miyim?cevap: cekemezsin..spirited away muhabbeti uzar gider..sen can sikintisindan hizli hizli icip cahilliginin yanina bi de sarhoslugunu katmamaya calis en iyisi..
(tonyterrino - 1 Haziran 2004 11:05)
chihiro'nun ayakkabilarini giydikten sonra iyice oturmasi icin parmak uclarini yere vurusu. kucuk bir hareket ancak bu kadar guzel anlatilabilirdi. miyazaki'nin ne kadar iyi bir gozlemci oldugunu bir kez daha gordum.
(high fidelity - 21 Haziran 2005 16:09)
Yorum Kaynak Link : sen to chihiro no kamikakushi