Süre                : 1 Saat 1 dakika
Çıkış Tarihi     : 28 Ağustos 1920 Cumartesi, Yapım Yılı : 1920
Türü                : Aksiyon,Macera,Drama,Romantik
Taglar             : at,Bush,Dış mekan,Sessiz film,Avustralya
Ülke                : Avustralya
Yapımcı          :  Beaumont Smith's Productions
Yönetmen       : Beaumont Smith (IMDB), John Wells (IMDB)
Senarist          : A.B. 'Banjo' Paterson (IMDB)(ekşi),A.B. 'Banjo' Paterson (IMDB)(ekşi),Beaumont Smith (IMDB)
Oyuncular      : Cyril Mackay (IMDB), Stella Southern (IMDB), Tal Ordell (IMDB), Hedda Barr (IMDB), John Cosgrove (IMDB), Robert MacKinnon (IMDB), John Faulkner (IMDB), Charles Beetham (IMDB), Dunstan Webb (IMDB), Nan Taylor (IMDB), James Coleman (IMDB), Con Berthal (IMDB)

The Man from Snowy River ' Filminin Konusu :
The Man from Snowy River is a movie starring Cyril Mackay, Stella Southern, and Tal Ordell. A country boy, Jim Conroy, is living a dissolute life in the city, running around with vamp Helen Ross. When his father cuts him off, he is...


  • "fringe'te 5x07'nin sonuna aşırı derecede yakışan şarkıdır. sözleri çok manidar olmuştur."
  • "(bkz: anasini sattigimin dunyasi)"
  • "relative clauses'ı biz david bowie ile öğrendik."
  • "serbest cagrisim olarak aklima (bkz: recep tayyip erdogan)i getiren guzeller guzeli sarki."
  • "david bowie'nin nirvana tarafindan coverlanmis sarkisi"




Facebook Yorumları
  • comment image

    "i must have died alone, a long long time ago"... bu sözleri en duygulu sesinle söylerken, bir gün bizi buna mahkum edeceğini planlamış mıydın? bugün; o harika sarı saçlarından, bakmaya doyulmayacak yüzünden sadece acı veren görüntüler kaldı. kimbilir seni gerçekten seven, bir insan olarak gören ve özleyen kaç kişi var? senin ağzından dinlediğim ve hiçbir zaman da senin olmadığını düşünmediğim ve düşünmeyeceğim bu şarkı, şimdi dilimde bir dua gibi her gün hayat buluyor. ne zaman yalnız kalsam gitarın elinde çılgınca çalıyorsun ve her defasında aynı yere geldiğinde gözümde akmaya cesaret edemeyen bir damla yaş oluyorsun. evet haklısın "you died, a long long time ago" ve geride bıraktığın tüm o güzellikler ne yazık ki bunu değiştiremiyor. ve ben seni yarı gıpta ederek yarı kıskanarak ama hep özlemle anıyorum.


    (chunksia - 2 Eylül 2008 22:07)

  • comment image

    oldukça genç bir adam, güneşin batmamakta ısrar ettiği bir temmuz gününde, temizliğini henüz bitirdikleri bir rock barın loş atmosferinde, sonsuz bira akan musluklardan doldurduğu birasından derin bir yudum alıp denize doğru baktı. ne yapması gerektiğini bilmiyordu, akıl alabileceği kimse de yoktu çevresinde. patronundan, bardakları yıkayan çocuğa kadar herkes alkolün pençesinde günlerini birbirine bağlıyor ve "anı yaşamak" yerine "günü kurtarmak" için mücadele ediyordu. ege'de bir yerdi, ankaralı bürokratların sonsuz yazlıkları ve onların mutsuz çocuklarından arta kalan yerleri ingilizler parsellemişti. talan edilmişti her yer, beyaz mantarlar gibi gözüken dubleksler tüm düzlükleri kaplamıştı.

    birasını iki yudumda bitirip, programlanmış gibi musluğa doğru hareketlendi. yavaşça doldurduğu birasını alıp, cd çantasına ilerledi bu seferde. her şeyi o kadar yavaştı ki, öleli seneler olmasına rağmen öldüğünün farkında değilmiş gibi davranıyordu. barda müzikleri kendisi çalıyor, insanların isteklerinden ziyade içindeki kötü ruhun doymak bilmez tarafını seslerle besliyordu. her birini yüzlerce kez dinlediği cdlere baktı, nirvana'nın mtv unplugged konserinde coverladığı "the man who sold the world"u dinlemek istedi canı. ankaralı bir bürokratın sorunlu kızına duyduğu aşktan başka bir şey yoktu hayatında, ne okuluna dönmek ne de bardan dışarıdaki hayata karışmak istiyordu. bira nehirlerinin kurumadığı rock cennetinde, kurt cobain'in sesiyle sakinleşmek ve içmekten başka bir amacı yoktu. technics marka cd çalarına cd'yi yerleştirdi. parmağıyla itip, 4 numaralı şarkıyı seçti. şarkıların sırasını bile şaşırmıyordu, kendi hayatına dair hiçbir şey bilmezken, müptelası olduğu gruplar kutsal kitap gibiydi. sabahlara kadar ezber ediyordu. elektro gitar girdiğinde, bardağının çeyreğinde kalan birayı kafaya dikip, yeniden musluğa yöneldi. içmediği zamanlar sarhoş gibi dolaştığından ve ne yaptığını hatırlamayacak hale geldiğinden, içmemek opsiyonunu tuvalete attı. üzerine sifonu çekti.

    bardağa doldurmakla uğraşacağına, ağzını musluğa dayamayı düşündü. yaşamaya çalışacağına, ağzına silah dayamayı bir kez daha aklından geçirdi. daha 27 yaşına 7 sene vardı, beklemesini öğrenecekti. birasını hafiften koklayarak, yerine yürüdü. barın dışındaki mutlu insanlardan ve gülümseyerek konuşanlardan bir kez daha nefret etti, onlar gibi olmak kendisine seçenek olarak bile sunulmamıştı. ilk 18 senesi gayet normal geçerken, evden ayrıldığının ikinci senesinin sonunda darmadağın olmuştu. 2 sene öncesine kadar bira nedir bilmezken, şimdi içmeyen insanları başka bir gezegenden kabul ediyordu. sürekli ilaç kullanan sevgilisi kendisine zarar vermesin diye bilmediği bir tanrıya dua ediyor, peltekleşen dili nedeniyle dediklerini kendisi bile anlamıyordu.

    şarkı biter bitmez yeniden başlattı, ölene kadar dinleyebilir ve içebilirdi. kurt cobain'i düşündü, hüzünlendi ve bardakta kalanı, dünyada kalmayı tercih etmeyene adadı. her zaman yakışıklı kalacaktı, her zaman genç. insanlar, onun 30 ya da 40 yaşında nasıl olduğunu görmeyecekti. çektiği acıların faturası her gün kendisini katlarken, kontratı fesh etmek sürpriz olmuştu.

    bar yavaş yavaş dolmaya başladığında, kaçıncı birasını içtiğini merak etti. tanıdık simalar köşelerine kurulmuş, biralarını yudumlamaya başlamıştı. the man who sold the world dininin sessiz müritleri gibiydiler, ardı ardına çalan şarkıya kimsenin şikayet ettiği yoktu. barın arkasındaki siyah hayalet gibi sessizce bira musluğunun başına süzülüp, bir kere daha doldurdu bardağını. normale dönmeye ve tepki vermeye başlamıştı. dağılmış bir lego gibi duran beyni, ekstra bağlayıcı malzemeyle bir araya gelmeye başlamış ve hücreler arası bilgi akışı da hızlanmıştı. geceye yavaştan hazırlanırken, barın kapısından hayatında en çok sevdiği insan girdi. bordo converseleri ve farklı renkte bağcıklarıyla, dudağında ve kaşındaki piercingleriyle, renkli saçlarıyla yakın bir gezegenden numune olarak gönderilmiş gibiydi. gelip de onu bulmuştu, kendine aşık etmişti, dudaklarını kanatmıştı, tedavi etmişti, kanserli hücreler gibi beyninde yayılmıştı, kemoterapi olmuştu, hayat vermişti, canını almıştı. sevgilisi sakinleştiricilerin etkisinde hafif bir tebessüm edince, o da güldü. gülerken dişlerinin döküleceğini sandı, hiçbir şey yapamayan elleriyle midesine yumruklar atmak istedi. onu çekip çıkarmak istese bile kendisinin nerede olduğu muallaktı. doğduğu gün de dahil olmak üzere her şeyden son hız uzaklaşırken, kendisine bile bir hayrı dokunmazken, başkasına yardım etmeye çalışmak işleri daha da kötü yapmaktan başka bir işe yaramazdı.

    the man who sold the world biterken, "where did you sleep last night" çalmaya başladı bu sefer, uzun süredir uyumadığı belli olan sevgilisine bakıp gülümsedi. onunla sonuna kadar gidebileceğine inanırken, başlangıçlarının neresi olduğunu bilmemek canını sıktı. zamanın bir an önce geçmesini dileyip gözlerini kapattı.

    tekrar açtığında, 2009 senesinde bir ofisin köşesinde önünde bilgisayara bir şeyler yazıyordu. aradaki 7 senenin ne kadar hızlı geçtiğine inanamadı, cd çalar yerini mp3 listelerine bırakmıştı. bira bardağı görünürde yoktu, kahve fincanları vardı. barın loşluğu gitmiş, bilgisayar ekranlarından çıkan beyaz ışık ve hazırda bekleyen printerlar gelmişti. dudağında piercingi olan solgun bakışlı güzel kız yoktu, koltuklar boştu. barın köşesinde müzik dinleyip eşlik eden karartılar silinmişti, lake sehpalara gözü takıldı. aradaki senelerin bir göz kırpması kadar kısa olduğuna şaşırıp, geçen seneleri düşündü. 2002'nin üzerinden geçen senelere inanamadı, 27 yaşına girmeye sayılı günler kala ne yapacağını bilemedi. elini koyacak yer bulamadı bir süreliğine, zamanların izin almadan aktığı trafikte karşıdan karşıya geçerken büyükçe bir aracın altında kalmış da yıllarca baygın yatmış gibiydi. sevgilisini merak etti, yüzünü görmeyeli 6 sene geçmiş piercingli kızı. hala ilaç alıyor muydu, ailevi sorunları çözülmüş müydü? omzundaki melek dövmesinin üzerini kapattırmış mıydı? uyuşturucu kullanıyor muydu? aklına geliyor muydu onun da?

    masasının üzerine yığdığı soru işaretlerini bir kenara itip, klavyeyi önüne çekti. bunu yazması gerekiyordu ama nasıl yazacağı hakkında bir fikri yoktu. omzunda melek dövmesi olan her kıza "acaba o mu?" diyerek tedirgin bakan gözleri, boş bir ifadeyle bilgisayara yöneldi. the man who sold the world çalıyordu, yalnız bir akşam geçirdiği ofisinde sesi iyice açıp "oldukça genç bir adam" diyerek başladı...


    (mies - 8 Temmuz 2009 20:14)

  • comment image

    ilk nirvanadan dinlediğimde "ulan bu süper şarkı ama sanki bir şeyler eksik" diye düşündüğüm, cover olduğunu öğrenince de orjinalini bulup neyin eksik olduğunu anladığım şarkı...

    (ha bir de şarkıda neyin eksik olduğunu araştırdığım dönemlerde bu şarkıyı en iyi söyleyebilecek kişi olarak hep nick cave'i düşünmüşümdür. bilmiyorum hiç herhangi bir konserinde söylemiş midir ama bir sihirli lamba bulsam üç hakkımdan birisini bunun için kullanırdım heralde)


    (lord seithel - 14 Eylül 2003 12:29)

  • comment image

    we passed upon the stair, we spoke in was and when
    although i wasn't there, he said i was his friend
    which came as some surprise i spoke into his eyes
    i thought you died alone, a long long time ago

    oh no, not me
    we never lost control
    you're face to face
    with the man who sold the world

    i laughed and shook his hand, and made my way back home
    i searched for form and land, years and years i roamed
    i gazed a gazley stare, we walked a millions hills
    i must have died alone, a long long time ago

    who knows not me
    i never lost control
    you're face to face
    with the man who sold the world

    (bkz: lyric manyağı)


    (the rebel - 18 Kasım 2001 22:06)

Yorum Kaynak Link : the man who sold the world