Kazoku (~ A Wedding) ' Filminin Konusu : Kazoku is a movie starring Chieko Baishô, Hisashi Igawa, and Chishû Ryû. A poor family of miners from Kyushu uproot themselves and make the long journey to what they hope is a better life in Hokkaido. Their journey is beset with...
Haruka naru yama no yobigoe(1980)(7,8-373)
Tôkyô kazoku(2013)(7,5-1459)
Shiawase no kiiroi hankachi(1977)(7,4-665)
Musuko(1991)(7,4-204)
Jigokumon(1953)(7,2-2725)
71. cannes film festivalinde, altın palmiye almış hirokazu koreeda filmi.edit: filmi izledim. aşağıya yorum yapacağım.öncelikle filmekimi sağolsun, filmi avm sinemasında, en az 10 dk'lık reklamlar sonrasında izleyebildik. hani sözde bir sanat, ve sanattan beklediğin de eleştiri gücüdür değil mi? ı ıh! vakti zamanında bir münevverin de dediği gibi katı olan her şey buharlaşıyor! ve sen sevgili tüketici; o kapitalist ideolojinin yüzer geçer reklamlarına da, üç kat çıkarken tüm o meta bombardımanına da, en kazık fiyattan içeceğe de maruz kalmak zorundasın. ha sorarlarsa eleştiri gücü falan dersin kim bilecek?film hakkında uzun uzadıya yazmayacağım. filmi beğenmedim! elbette bunun sebeplerini açıklamadan önce filmin üzerine oturduğu bağlamı anlamamız lazım. film arakçılık yaparak geçinen lokal bir japon ailesini anlatmıyor. film, sayıları her geçen yıl kat be kat artan prekaryayı anlatıyor. bağlam bu. tabi mühim olan filmin prekaryayı nasıl vurguladığı.öncelikle şundan bahsetmem lazım. dev bir tüketim canavarı haline gelmiş orta sınıfın, birincisi yoksulların yaşamına dair, ikincisi de bu yoksulların sistemle kurduğu ilişkiye dair doğru, sağlıklı bir bilgi edinebilme şansı yok. bu bilgiyi kaçınılmaz olarak medya aracılığıyla, kültür endüstrisi aracılığıyla bir ideoloji kılıfı altında özümsüyorlar. sonuçta fakirler orada, ve tüketmek dışında bir gayesi olmayan bu orta sınıf mensublarının, bu insanlara dair bir fikir edinmesi lazım. heh işte, o fikir manipüle edilmiş, çamurdan, gerçeklikle ilişkisini kaybetmiş bir niteliğe tabi.koreeda, prekaryayı merceğine alıyor, fakat onları aşırı derecede sevimlileştiriyor, gerçek-dışılaştırıyor, yaşamlarına estetik bir değer atfediyor. halbuki gerçeğin sertliğinin öyle estetikle falan pek bir işi olamaz. buna demirkubuz ve yılmaz güney sinemalarından aşinayız. elbette bu ideoloji kumkuması yönetmen, her şeyi de gerçekdışılaştıramaz, öyle olsa film karikatürleşir. ne yapıyor? 7 tane yalan söylüyorsa, 3 tane de doğru söylüyor. mesela baba rolündeki adamın güvencesiz çalışmasına falan değiniyor, ama sadece değiniyor. iş bulamayan kadının seks show yapmasına, ve kapitalizmin yabancılaştırdığı erkeğin onun kollarında ağlamasına değiniyor, ama sadece değiniyor. bu meselelere asla derinlemesine eğilmiyor, yüzeyselce geçiyor ve filmi bir duygusal iklime hapsedip, sistemin çelişkilerini normalleştiriyor. çok ilginçtir, bir yandan ailenin marketleri soymasına değinirken, öte yandan bu soygunun nesneleri olan insanların dahil olduğu tüketim toplumu olgusunu hiç ele almıyor. prekaryayı, yani güvencesiz, sınıf dışı aileyi ise adeta yeşilçam filmlerindeki gibi "fakiriz ama mutluyuz" alt metni ile gösteriyor. herkes o kadar mutlu ki! işten atılan mutlu. iş kazası ile bacağını kıran mutlu. ulan kadın hapse giriyor, o zaman bile mutlu! bir de göz falan kırpıyor. hollywood'dan aşinayız böyle yaralı kahraman anlatılarına da, japon kardeşleri de geri kalmamışlar işte. denizde adeta bir orta sınıf gibi eğlenmeler, yağmur yağarken yapılan erotik tandanslı seks... bir de aile sürekli bir tıkınma halinde. bir sahne yok ki höpürdete höpürdete yemek yemiyor olsunlar. yoksulluğun dibinde değil de, "rahat rahat yaşıyor bunlar kardeşim" denilebilecek bir resim çizilmiş. orta sınıfa ait ne kadar değer varsa tamamı anakronik bir şuursuzlukla yoksul aileye atfedilmiş.ben size o insanların nasıl yaşadığını kısaca anlatayım. baba genelde geçici işlerde çalışır, iş güvencesi yoktur. 2 ay sonra işsiz kaldığında geleceği belirsizdir. anne zaten kolay kolay iş bulamaz. el işi ürünler yapıp onları satmaya çalışır yok pahasına, zaten kimse de almaz. beslenme ve yaşam şartları çok kötü olduğu için aile sürekli hastalıklarla boğuşur. fakat hastaneye, muayane olmaya gidecek paraları da yoktur. sigorta olmadığında, -prim dolmamışsa- devlet hastanesi de olsa para ister. koca karı metotlarıyla böyle ufak hastalıkları geçirmeye çalışırlar. hastaneler ancak ölme seviyesine geldiklerinde bakar. he onda da acilde bir sedyede sokak köpeğine yapılan bir muameleye maruz kalırlar. fakir oldukları için kimseden saygı göremezler. alışverişlerini halk pazarlarından yaparlar. öyle orta sınıfın bulunduğu mekanlara pek giremezler. girmek de istemezler zira kendilerini giyimlerinden, fakirliklerinden, konuşmayı bilmemelerinden ötürü aşağı hissederler. apartmanda yaşayan insanlar onlara göre zengindir, kaloriferli evde yaşayan adamın keyfi tıkırındadır. bundan öte zenginlik bilmezler. seks mi? hiç öyle yağmur altında sırttan pırasa emmeli, göbekten üzüm yemeli falan olmaz. genelde tek göz odaya ortasından bir battaniye ya da örtü geçirilir. o örtünün arkasında mecalleri varsa yaparlar bir şey garipler. fakat orta sınıf gibi cinselliğe vakit ayıracak bir keyif ve enerjiye sahip değildirler. yani bizim atfettiğimiz değeri atfetmezler. çok daha merkezcil dertleri vardır. komşuluk ilişkileri önemlidir. diğer fakir ailelerle stratejiler geliştirip mutualist bir yaşam idame ederler. ne nerde ucuz, nerede ne imkan var bilirler. yani filmde gördüğümüz üzere sırtı tok karnı pek değillerdir. öyle arakçılıkla falan hayatlarını idame ettiremezler. aralarında mecburiyetten hırsızlık yapanlar olsa da eninde sonunda yakalanıp yakayı ele verirler. filmdeki gibi sonsuz bir haz içinde yaşayamazlar. ilginç bir nokta, bu marketlerde kamera ne alemde koreeda efendi?yine bir diğer nokta, devlet, suça bulaşmış zavallı çocuğu şefkatli kollarıyla saran bir mekanizma olarak gösterilmiş. devlet, bu çocukları ıslahevinde terbiye etmeye çalışır, başka bir gayesi yoktur. fakat toplumun bu sınıf dışı kesimini ekonomik alana dahil edemeyeceğini bildiği için de, tekrar suça bulaşacaklarını bilmektedir! yani bu insanların kaydı devlette vardır. 354238 tane suçtan sabıkalı adam nasıl dışarıda dolaşıyor sanıyorsunuz siz? foucault'ya göre devlet, küçük yasadışılıklar için bir ekonomi oluşturur. böylece bir yandan muhbirleriyle alanı denetim altında tutarken öte yandan da büyük yasadışılıkları kontrol altına alır. bu yüzden kapitalist sistemde ne hapishaneler boşalır, ne de dışarıda gezen sabıkalı adamlar...kısaca film saçmalık. bunu izleyeceğinize bir doz babamın kanatları izleyin. ya da hiç olmazsa i daniel blake izleyin. böyle macera romanı gibi bir fakir tipolojisi olamaz. prekarya oluk oluk acı çekmektedir. peki filmin izleyicisi kimdi? cevap vereyim, şu eğitimli orta sınıf, küçük burjuva. bu adamlara yoksullar böyle anlatılıyor. büyük bir ideolog olan koreeda da, şampuan firmalarının fonladığı cannes tarafından ödülünü alıyor. sistem böyle işliyor. eğer masal dinlemek değil de gerçekleri öğrenmek isterseniz, aşağıda birkaç kitap önerisinde bulunacağım;michel foucault- hapishanenin doğuşunecmi erdoğan- yoksulluk halleriışık & pınarcıoğlu- nöbetleşe yoksulluközellikle son kitabı okursanız, yoksulluğun üstesinden gelinebilir bir şey değil, bir kader olduğunu öğrenmiş olacaksınız. kapitalizmin çelişkileri ilk günkü gibi canlıdır. emek-sermaye çelişkisi yoğunlaştıkça ve daha fazla insan güvencesiz hale geldikçe de daha da katılaşmaya devam edecektir. koreeda'nın sattığı ise bir film değil, kendi vicdanıdır.
(tarihsel bulgular isiginda sevisen adam - 19 Mayıs 2018 21:47)
başıma bir iş gelmeyecekse beğenmediğim film.cannes film festivalinde ödül aldığını haberlerde okuduğumda ve fragmanını seyrettiğimde büyük bir merakla gösterime çıkar çıkmaz sinemaya seyretmeye gittim. (hazır da japonya'da yaşıyorken)kırkbeş dakikada anlatılabilecek bir hikayeyi iki saate yaymışlar. fragmanı seyrettiğimde filmde daha akıcı bir hikaye bekliyordum. fotoğrafvari sahneler güzeldi ancak süreklilik yok. süpermarket sahnesi, otoparkta araba soygunu sahnesi, ya da kayıp çocuğun bulunduğu sahne. o kadar yavaş ilerliyor ki. ne anlatmak istediğini anlatamadığını düşünüyorum. sürekli bir belirsizlik var. yönetmen hirokazu koreeda'nın tarzını bilmiyorum. ilk kez seyrettiğim filmi manbiki kazoku oldu. ancak beni pek sarmadı. shinjuku incident, map of the sounds of tokyo veya enter the voidfilmleri (yabancı yönetmenler tarafından çekilmiş olmasına rağmen) mekan seçimleri, renkler ve kurgu açısından daha başarılı olduğunu düşünüyorum. japonya ise japonya. getto ise getto .suçsa suç. hepsi mevcut. en azından akan bir hikaye var. manbiki kazoku'yu izlerken içim daraldı.
(vecihi airlines - 8 Ekim 2018 16:14)
henuz izlemeye firsatim olmadi cunku bulundugum yerde vizyona girmedi; fakat yazilanlardan anladigim kadariyla yonetmenin tarziyla ortu$en film. ilk dikkatimi ceken kirin kiki oldu. yonetmenin diger 2 filminde de vardi. yine boyle diger filmlerinde olan oyuncular var. adam hep benzer kadroyla calisiyor, yani tarzindan pek vazgecmiyor.boyle odul alan yonetmenlerden ilk izlediginiz filmi odul aldigi film olursa genelde husran olur. eger ilk filmiyle odul almamissa, once yonetmenin tarzini ogrenmek icin baska filmlerinden baslamak en iyisi.
(make the world go away - 8 Ekim 2018 16:49)
sayesinde turkce'de manbiki'yi (ingilizce shoplifting) ifade eden bir kelime olmadigina sahit oldum. filmi de bir aile işi diye cevirmisler zaten.
(mouse sanitary pad - 9 Ekim 2018 04:18)
eser miktarda spoiler içerebiliryara bandı detayı ve görmedikleri halde havai fişek gösterisini gökyüzüne bakarak dinlemeleri çok güzeldi. film ahlaki değerlerimizi başından sonuna kadar sorgulatıyor. karakterlerin yanlış yaptıklarını bildiğimiz halde onlara ve olanlara karşı bi sempati duyuyoruz. tabi bunda oyunculukların etkisi yadsınamaz. film olması gerektiği gibiydi,çok aman aman değil ama izlenmesi gereken güzel bi japon işi
(furoyd - 12 Ekim 2018 08:07)
benim hollywood kapsamında yer almayan bağımsız dramalardan olan en mühim beklentim gerçekçiliktir. filmin hangi sorunu ele aldığından ya da hangi toplumsal seviyeye odaklandığından bağımsız şekilde, konuya gerçekçi yaklaşmasını isterim.anca bu filmde o gerçekçiliği göremedim. hikaye fena değil, oyunculuklar hiç fena değil, ama ben kafamda o hikayeye o insanları yerleştirdiğimde ortaya kesinlikle böyle bir tablo çıkmıyor. çok fazla sosyal soruna değinilmiş, ancak hiçbirisi ciddi anlamda işlenmemiş. her şeye rağmen mutlu olunabileceği yanılsaması bir yanılsama gibi değil, gerçekten mevcut bir durum gibi aksettirilmiş. bu yüzden filmin çok içine giremedim ve izlerken biraz sıkıldım açıkçası.anladığım kadarıyla yönetmen duygusallığı kullanarak biraz da gişeye çalışmak istemiş ki gişe istatistiklerinden bu konuda başarılı olduğunu görüyoruz. ancak fikrimce altın palmiye bu film için hak edilmiş bir ödül değil.
(johnluther - 13 Ekim 2018 15:54)
japon yonetmen hirokazu koreeda'nin altin palmiye kazanan ve cin'de gise rekoru kiran filmi.aralarinda kan bagi olmayan alt sinif bir ailenin bilumum yerlerden arakladiklari urunlerle hayatini surdurme cabasini ele aliyor. yaptiklari hirsizlik sadece urunleri degil cocuk kacirmayi da kapsiyor. sona yaklastikca da birbirleriyle nasil bir araya geldiklerini ogreniyoruz genel olarak ama cok da aciklayici bir sekilde degil. insanlar arasinda olusan baglarin onemine vurgu yapiyor. aile olmak icin arada illa ki kan bagi olmasi gerekli mi gereksiz mi onu sorgulatiyor. cok sade ve cok duz bir film. islenen konularin derinligi yok deginip gecilmis. alt sinif bir ailenin dramina dikkat cekilmek istenilmis ama japon toplum yapisiyla ilgili detaylar verilmemis. ozellikle otoparkta aracin camini kirip cantayi alip kactiklari sahne ve yaptiklari hirsizliklar oldukca amator ve cocuk ozellikle yakalanana kadar fark edilmemeleri de tuhaf. fakir ama mutlu aile tablosu ve yasam tarzlari hic gercekci degil. tam aksine dramatik degil fazla iyimser geldi bana.dram turunden hoslanan biri degilim ama acitasyona dusmeden vurucu bir sekilde islenen dram turundeki filmleri seven biriyim. ne yazik ki bu filmde sahile gittikleri kisim disinda beni etkileyen bir sahne olmadi. ustelik fakir ama mutlu klisesini de dedigim gibi fazla iyimser buldugum icin nezdimde basarili bir film oldugunu soyleyemeyecegim. daha etkili bir senaryo yaratilabilirdi diye dusunuyorum. insanlar arasindaki baglar temasi buna oldukca musait cunku.beoning* de cok iyi diyebilecegim bir film degildi ama buna kiyasla bir tik daha basarili bulanlardanim.
(aspetto - 22 Ocak 2019 23:35)
(önsöz: aşağıdaki entry'min daha derli toplu bir versiyonu için: bir yönüylë)~ ~ ~benim bir yeğenim var. geçenlerde bize geldi. tüm akşamı çizgi film açılı bir televizyon karşısında, ellerine henüz ağır dahi gelen bir tablette araba yarışı oynayarak geçirdi. bir ara yanına gittim. çocuklarla aram pek iyi sayılmaz ama belki bir sohbet başlatabilirdim. dedim, «ee dayıcım, okullar da tatil oluyor, neler yapıcaksın bakalım tatilde?» o ise dedi ki, «evet çok heycanlıyım, bol bol malofistanbula gidebilicem.»evet, mall of istanbul’a. devirler değiştikçe bu değişime sadece insanlar değil, diller de uyum sağlamaya başlıyor. kendilerini başka hiçbir türde görülmeyen, adeta “omurgasız” bir esneklikle belli ortam şartlarına uyduran insanlar, dilleri de peşleri sıra sürüklüyor. bir zamanlar, bir çocuğu dünyaya getirdikten sonra onu sokakta başı boş bırakmayı, dilendirmeyi ya da cami avlusuna bırakmayı ifade eden “çocuk yapıp sokağa atmak” ifadesi de artık anlam genişlemesine uğramış bulunuyor. artık çocuklar dünyaya getirildikten sonra öyle basitçe “sokağa” atılmıyor; daha güvenli, öğretici, sakinleştirici sayılan televizyonlara, telefonlara, tabletlere, tek kelimeyle “ekranlara” ve doğadan uzak oyun alanlarına atılıyor. park ve bahçelerin sayısı arttırılıyor dahi olsa nitelikleri hızla azalıyor ve doğal ortamda eğlence kültürü doğanın kendisinden koparılıp alışveriş merkezlerindeki doğa simulakrlarına hapsediliyor. yine dört bir yanı ekranlarla çevrili bu alanlarda bir görsellik hücumuna maruz kalan çocuklar, tüm hayalleri kendilerine adeta dayatılan bir çevrede, "çocuk yapıp ekranlara atmak" eyleminin birer nesnesi halini alıyor."manbiki kazoku", kendi içinde, uzak doğu’nun tüm iklimsel özelliklerini kusursuzca yansıtan ve böyleliği sayesinde zihne taşranın ortasındaki bir köy eviymiş gibi yansıyan ama aslında dört bir yanı japonya'nın betonarme yapılarıyla çevrili numunelik bir doğal alanı merkez alıyor. bu alanda yükselen hanenin sakinleri, her birinin kendi geliri olan ama asla yeterince geliri olmayan yetişkinler ile bu yetişkinlerin maddi yetersizliklerinden kaynaklanan temel ihtiyaç açığını kapatmak için bir şekilde işe koşulan çocuklar. işten kasıt, süpermarketlerden (ya da genel olarak hırsızlığa uğrasa da batmayacak olan perakendecilerden) gıda ve kişisel bakım ürünü “araklamak”. çocuklar dahi, hikâye geliştikçe öğreniyoruz ki, biyolojik ana-babalarının sorumsuzluğunda önce kendilerini sokağa atılmış, sonrasında ise koruyucu ana-babaları tarafından sokaktan araklanmış bulan birer “kayıp”tan fazlası değiller. hırsızlık eyleminin ya da, filme adını da veren tabiriyle, araklamak eyleminin eyleyicilerinin zihin dünyasındaki etiği şu cümleyle açıklanıyor: sahiplenilmemiş bir şey henüz kimsenin değildir. bu “şey”, bir paket cips, bir hazır çorba ya da bir şişe şampuan olabileceği gibi kendisini sokakta başıboş bulmuş bir çocuk da olabilir. “manbiki kazoku” dünyasında ne osamu shibata biyolojik bir baba, ne de nobuyo shibata biyolojik bir anne. arakladıkları çocukların kendilerini anne-baba görüp böyle anmalarını istiyorlarsa da etiketlerle çok fazla ilgilenmiyor, nasıl anıldıklarını umursamıyorlar. yaptıkları, orta doğu toplumlarında da ayıplanan bir şey olduğunu hem çevremden hem de bizzat kendi çocukluğumdan hatırladığım bir şey: çocukla çocuk olmak. çocuklara belirli bir yaşam biçimini, düşünceyi, etkinliği dayatmak yerine onları kendi yaşam biçimlerine, düşüncelerine, etkinliklerine dahil ediyor; "onlara ortak" değil, "onlarla ortak" oluyorlar. «ödevini yap!»çı resmi eğitim sistemini açıkça reddeden bu gayriresmî aile, okulu dahi yalnızca evde öğrenemeyenler için var olan bir kuruma indirgiyor. (bu düşünce, yanlışlığı hikâye nihayete yaklaştıkça anlaşılıyorsa da, karakterlerin erken sahnelerdeki düşünce biçimlerini resmetmek konusunda yadsınamaz bir öneme sahipti. özellikle tüm hayatını resmi öğrenimden uzak geçirdiğini anladığımız osamu shibata'nın hiçbir işe yaramayıp hiçbir şeyi gerçekten başaramadığını düşünmesi, hatta daha önce kendisine «bacakların ilk defa bir işe yaradı» diyen nobuyo'yla seviştikten sonra keyif sigarasını içerken tekrar tekrar «gerçekten yapabildim, değil mi?» diye sorması, başarı hissine aç bir insanın psikolojisini tüyler ürperten denli bir nesnellikle ortaya koyuyordu.)diğer taraftaysa öz oğlunu cami avlusuna bebek bırakır gibi bir arabanın içinde bir başına bırakan, anneliği yalnızca kıyafet satın almak, ebeveynliği ise azar ve dayak sanan birer anne ve baba var. başıboş bıraktığı kızı kaybolunca başlayan aramalara medya kampanyalarıyla dahil olup gözü yaşlı, derbeder anne pozları kesen ve kızı bulunur bulunmaz kendisi olmaya devam eden bir insan var. bir bilyenin içine bakınca okyanus görmeyi öğreten sosyal bir sahte babaya karşılık bu okyanusu göstermek isteyen kızını şiddetle tersleyen biyolojik bir anne var. biyolojik ebeveynliğin mi yoksa sosyal ebeveynliğin mi tercih edildiği ise kaçtığı evinin betonarme duvarına tırmanıp kaçırıldığı evin doğallığını arayan yuri'nin bakışlarında gizli (ki aynı bakış, aşağıda değineceğim "soshite chichi ni naru"da bir otel odasına benzettiği, doğaya tepeden bakan bir binanın penceresinden dünyayı izleyen ryusei'nin gözlerinde de mevcuttu.) “manbiki kazoku”nun burada yaptığı, ebeveynliğin doğasını, sorumluluklarını ve yollarını tartışmaya açmak. anneliğin bir çocuk dünyaya getirmekle, babalığın ise bu çocuğa maddi koruma sağlamakla ilgisi olmadığını göstermek. dahası, “anne” ve “baba” kelimelerinin dahi keyfî birer göstergeden fazla olmadığını kurmacanın görkemi dahilinde ispat etmek. burada, yönetmen hirokazu koreeda'nın 2013 tarihli olup yine annelik ve babalık meselelerine değindiği filmi "soshite chichi ni naru"ya dönmek yerinde olur. 6 sene boyunca öz oğlu sandığı keita'nın aslında kendisiyle aynı sırada doğum yapmış olan bir başka annenin çocuğu olduğunu öğrenen midori nonomiya şöyle diyordu: «nasıl oldu da bunu fark edemedim... oysa ben anneyim...» daha sonraki bir sahnede ise midori'nin kirin kiki tarafından canlandırılan annesi, ki kendisi "manbiki kazoku"da da büyükanne rolündeydi, damadı ryota'ya şöyle söylüyordu: «savaş sırasında birçok çocuk ailesinden ayrıldı veya onları kaybetti ve başkaları onları evlat edindi. asıl olan seni kimin büyüttüğüdür.» yine "manbiki kazoku"da da neredeyse aynı rolde izlediğimiz lily franky'nin karakteri yudai saiki ise işkolik ryota'ya şu öğüdü veriyordu: «çocukların gözünde onlara zaman ayırmaktan daha değerli bir şey yoktur.»"soshite chichi ni naru", ebeveynlik tartışması yönünden "manbiki kazoku"ya kıyasla çok daha odaklı ve kapsamlı bir filmdi ama "manbiki kazoku"yu benim gözümde öncülünden daha nitelikli bir film kılan etmen, bu filmin hem çok katmanlı yapısı, hem de karakterlerini sadece ana hikâyeye hizmet ettikleri sahnelerle değil, yan hikâyeler oluşturmak adına kendi yaşantıları üzerinden de perdeye taşımasıydı. bu sahnelerden birinde büyükanne hatsue'yi mayu ile bir kafede muhabbet ederken izliyorduk. hatsue emekli maaşından "tazminat" diye söz edince şaşıran mayu, «senin emekli maaşı aldığını sanıyordum,» diyordu. hatsue ise «evet evet, emekli maaşı işte,» diyerek bu sorguyu geçiştirmeye çalışıyordu. mayu'nun bunun üzerine söylediği ise, "manbiki kazoku"ya ebeveynlik sorununun yanı sıra bir de yoksulluk, emek ve devlet politikalarına dair bir katman daha ekliyordu: «senin için emekli maaşı da bir çeşit tazminat galiba.»"manbiki kazoku" ile yan yana düşünmeden edemediğim bir diğer yapıt ise yine 2018'den ama bu sefer orta doğu'dan, lübnan'dan. nadine labaki'nin "capharnaüm" filmi, annenin ve babanın toplumsal rollerini tartışmanın ötesine geçip anne-baba olma ehliyetini tartışmaya açmasıyla belki japon kuzeninden çok daha radikal bir film. iki filmi birlikte düşündüğümde içimden keşke "capharnaüm"ün zain ile yonas'ını lübnan'dan alıp "manbiki kazoku"daki japon shibata ailesinin yanına vererek shota ve yuri ile kardeş etmek mümkün olsaydı diye geçirmeden edemiyorum. belki alternatif ve kurgusal bir hayatta kendi yeğenimi dahi katmak isteyebilirdim bu aileye.yukarıda andığım üç filmi birlikte düşündüğümde ise geriye kendime çıkarılacak 3 ders kalıyor:1. baba olmadan önce bir kişi ol*. 2. bakamayacağın çocuğu yapma*.3. yaptığın çocuğa "patron" değil, "ortak" ol*.
(siyah giysili adam - 3 Şubat 2019 17:54)
filmin içerisinde çok beğendiğim bir sahne vardı. belki 10-15 saniyelik... havai fişek gösterisinin olduğu sahne... --- spoiler ---bu sahnede havai fişeklere bakan aile üyeleri tepe bir açıdan çekilmişti. onlar yukarıya yani izleyicilere, seyirciler de aşağıya yani onlara bakıyordu.tüm film boyunca verilmek istenenin bir özetiydi bu sahne aslında. onların hayatına tam olarak empati kuramayan onlara tepeden bakan sosyal tabular, yani biz... onların ise hayranlıkla bakıp sahip olamadığı "normal yaşam" ...--- spoiler ---
(xcapegoat - 12 Şubat 2019 11:31)
her zamanki arapsaçına dönmüş; kimin ne olduğu ne yaptığı belli olmayan ve zaman geçtikçe arka planın çözüldüğü bir başlangıca sahip olan, fakat ortalara yaklaşırken bir kiraz çiçeği gibi açılıp güzelleşen bir başka hirokazu koreeda aile dramı. tabiki bunda da anasız babasız yetişen çocuklar var. ve film baştan aşağı japonların konusu edilsin istemediği öğeler üzerine kurulu. film içerik olarak aidiyet ve aile kavramlarını çok güzel sorguluyor; ozu görse gurur duyar. her filmde olduğu gibi çocuksu karakteriyle lily franky ve türk ananelerinden japon şubesi kirin kiki bu filmde de karşımızdalar, iyi ki de varlar. sakura andô'nun performansı çok hoşuma gitti doğrusu. aniden gelip 2 kere ağlattı beni izlerken, helal olsun kadına. herşeye rağmen, koreeda'nın en iyi filmlerinden olmadığını belirtmem lazım. ama filmin kendine özgü bir güzelliği var ki izleyeni bir şekilde yakalıyor. şu koreeda'ya bir oscar versinler çok istiyorum ama adamın şansızlığı mıdır nedir; bu yılın en iyi yabancı listesi şampiyonlar ligi gibi. sağlık olsun.
(air anka - 17 Şubat 2019 21:11)
Yorum Kaynak Link : manbiki kazoku