Süre                : 1 Saat 29 dakika
Çıkış Tarihi     : 07 Nisan 1989 Cuma, Yapım Yılı : 1989
Türü                : Fantazi,Korku,Heyecanlı
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Trans World Entertainment (TWE) , Sarliu/Diamant
Yönetmen       : Tibor Takács (IMDB)(ekşi)
Senarist          : David Chaskin (IMDB)
Oyuncular      : Jenny Wright (IMDB)(ekşi), Clayton Rohner (IMDB), Randall William Cook (IMDB), Stephanie Hodge (IMDB), Michelle Jordan (IMDB), Vance Valencia (IMDB)(ekşi), Mary Baldwin (IMDB), Raf Nazario (IMDB), Bob Frank (IMDB), Bruce Wagner (IMDB), Kevin Best (IMDB), Steven Memel (IMDB), Vincent Lucchesi (IMDB), Murray Rubin (IMDB), Tom Badal (IMDB), Roger La Page (IMDB), Nelson Welch (IMDB), James Quincey Hendrick (IMDB), Jeff Yesko (IMDB), Mary Pat Gleason (IMDB), David P. Lewis (IMDB), Christopher Kriesa (IMDB), Marty Levy (IMDB), Stan Roth (IMDB), John Gundy (IMDB), John Paul Young (IMDB)

I, Madman (~ A Capa do Terror) ' Filminin Konusu :
1960'ların New York'unda geçen Mad Men, sizi herkesin bir şeyler sattığı ve hiçbir şeyin beklentiniz doğrultusunda gerçekleşmediği sürprizlerle dolu bir dünyaya, reklamcılığın güçlü ve görkemli 'Altın Çağı'na götürüyor. Egonun hüküm sürdüğü bu dünyada esas oyuncular satış sanatındaki ustalıklarını sergilerken, bazen satışa çıkan kendi özel yaşantıları olacak.


  • "uzun metrajlı sigara reklamı."
  • "-- --eğer bir türk dizisi olsaydı, sezon finalini peggy'nin don'u kutlamak amaciyla sarildigi sirada megan'in iceri girmesi ve saskin bakislari altinda biterdi diye düşündüğüm güzel dizi. -- --"
  • "entryleri okudukça diziyi mal gibi izlediğimi anlıyorum."




Facebook Yorumları
  • comment image

    e2'de yayınlanan belgeselinden izlediğim kadarıyla (dizi kadrosundaki tüm isimler diziyi anlatıyor) new york'un en cafcaflı, en dumanaltı döneminde geçen bir "zeki reklamcılar" dizisi. dizinin yazarı ve yapımcısı matthew weiner'ın dediğine göre 1960'ların başı bilinçli olarak seçilmiş. belgeseldeki isimlerden biri, (sanırım başrol oyuncusuydu) o yılları; "beatnik kuşağından sonra, hippi kuşağından önce. yani tam bir geçiş dönemi" diye açıklıyor. dönemin mottosunu "sigara iç, içki iç, yatabildiğin kadar kadınla yat! ve ne olursa olsun iyi görün" olarak açıklamak mümkünmüş.
    dizinin ilk pilot bölümünde 70 küsur sigara içilmiş, tabii tüketilen viskiler de cabası... sigara, içki, seks, ayrımcılık gibi döneme özgü detaylar çekinmeden ekranlara yansıtılacak sanırım.
    çekim belgeselinden bir spoiler verirsem, yine ekipten birinin sözleriyle;

    "diziyi izleyince o zamanlar ne kadar ırkçı, ne kadar ayrımcı, ne kadar yahudi düşmanıymışız diye düşünüyorsunuz. evet öyleydik. aslında hala öyleyiz, sadece daha kibarız!..."

    ailecek beğenerek izlemeyi planlıyoruz...


    (koyukirmizi - 3 Eylül 2007 23:12)

  • comment image

    sigaranin zararlari konusu daha netlesmemis, bekar kadinlarin dogum kontrol hapi kullanmasi orospulukla esdegerken... erkekler deodorant kullanmaya baslamamis, ter kokularinin kadinlarin basini dondurdugunu dusunurlerken... kadinlara en yakisan is sekreterlik, psikologa gitmek gecici bir moda olarak gorunurken hayatin nasil oldugunu anlatan dizi.

    yani 60'larin amerika'si son on yilin turkiye'si anlatilmaktadir. basroldeki abimizin (jon hamm) metres tutmus kadir inanir macoluklari da ayrica son derece bizden, son derece "cocuklarimin anasiyla nasil yatarim!" tavridir; takdire sayandir.


    (tengri - 24 Eylül 2007 23:15)

  • comment image

    -- spoiler --
    eğer bir türk dizisi olsaydı, sezon finalini peggy'nin don'u kutlamak amaciyla sarildigi sirada megan'in iceri girmesi ve saskin bakislari altinda biterdi diye düşündüğüm güzel dizi.
    --
    spoiler --


    (what the hell - 18 Ekim 2010 21:38)

  • comment image

    --- spoiler ---

    lane için bir kaç satır;

    lane ile vedalaşmak epey yorucuydu. adamın babası geçen sezonlarda gördüğümüz kadarıyla despotun önde gideni. ingiltereye dön, aileni toparla, adam ol demiş bastonu lane'in kafasına geçirmişti. baba, amerika olayını bariz desteklemiyodu zaten hali hazırda karısı kaçmış vaziyetteydi. yeni şirketin kurulma aşamasında da kendisi ingiliz firma tarafından hindistana yollanıyordu hatırlarsanız. kovulamalar felan derken, yeni şirkette yerini aldı. ama kimse tarafından umursanmadı. uğraştı didindi bir ton. bu mad menlere özendi bir müşteriyle yemeğe çıktı beceremedi. pete, bizi kovduğun andan itibaren zaten sana ihtiyacımız kalmamıştı dedi, yedi sopayı oturtu. joana başarısız yazılma girişimleri oldu. öncesinde babasından sopa yeme mevzularının gerçekleştiği dönemde garson bi kızla takılıyodu olmadı. don, yeni boşanmıştı o dönem bir gece beraber zamparalık yaptılar ilk kez rahat bıraktı bu adam kendini. bir daha da suratında öyle bir gülümseme görmedim. gel zaman git zaman karısı döndü lonradan biraz dersimi aldım, kocamın yanındayım bu adamı anlamaya çalışcağım triplerindeydi ki, uzun yıllar süren evlilik boyunca oluşan duvarları aşamadılar normal olarak. birbirlerine olan yabancılıkları ingiliz çay fincanlarına dönüşüp evlerine dekor olmuştu hali hazırda, kadının ruhu duymadı ya adamın aklından geçenleri, sıkışmışlık ve darlanmışlığını. neyse çok uzatmayalım; kısaca lane londrayı değil, amerikayı sevdi burda yaşamak istedi.

    bütünü değerlendirince ben senaristlerin bir salaklık sonucu lane karakterini intihara yönlerdiklerini hiç sanmıyorum. lane nin hayatında şirketten daha başka gerçek ne vardı ki? hiç görmediğimiz bir oğul, kafasını yaran bir baba, amerikada londrayı arayan bir kadın. böylesi bir insandan, hayatına son vermesini engelleyen arabayı tamir etmeye çalışmasını beklerim, olmayınca ofise yollanmasını da. sessiz sedasız yani. çek olayında da öyle. usulcacık kendi yönetemleriyle yaşamaya çalışan bu adamın hayatla inatlaşmasıydı ısrarlı intiharı. ah lane, kafka nın karakterleri gibiydin adeta. tuhaf bir iç sıkıntın oldu hep, hep bekledin, neyi beklediğini bilmedin, arada bir rest çektin, değiştirmeyi, kendin gibi olabilmenin bir yolunu bulmayı umdun, olamadı. umudunu belki de ilk defa hayata kafa tutarak intiharada buldun.

    ---
    spoiler ---


    (kayadaziplayan - 8 Haziran 2012 02:07)

  • comment image

    cv'me 'mad men izliyorum' diye yazmak istediğim dizi.

    nasıl anlatmalı, yedi yıldır devam eden bir bir romanı izliyoruz biz. bu öyle bir şey ki -tek bir sezonu geçtim-, tek bir bölümde bile 'bitse de gitsek' kafasına girmeden aynı pür dikkatle geçiyorsun karşısına. illaki don draper gerçeği var dizide, fakat diğer rollerde olan hiçbir kişi de yan karakter rolünde değil. yani demek istediğim, dizi 'dur bakalım, bugün don neler yapacak?' beklentisiyle izlemiyorsun. o az görünen karakterleri 'yancı' olarak saymıyorsun. onlardan ekstra bir beklenti içinde değilsin. hatta diziyi bir beklentiyle izlemiyorsun bile. demek istediğim şey şu; breaking bad izlerken ya da ne bileyim bir shameless izlerken 'sonraki bölümde ne olacak; walter'la gus nasıl karşı karşıya gelecek; lip, x karıya çakacak mı?' tarzı bir şeyler bekliyorsun mesela. mad men böyle değil. mad men'i izliyorsun. o bir kesit. her şeyin adeta bir dostoyevski örgüsünde, bir hemingway çizgisinde bilhassa ya da bir borges işçiliğiyle örüldüğü bir kesit işte. arkası yarın değil. beklenti olmadan izlediğiniz kaç dizi sayabilirsiniz? ben mad men haricinde ancak siz feet under ve the sopranos'u sayabiliyorum.

    her bölümünü bitirdiğimde hissettim his, klasik bir romanı bitirdiğimde hissettiğim hisle aynı.

    umarım, bu hissettiğim size de olabiliyordur bir şekilde; bu ya da herhangi bir dizide...


    (mermize - 21 Mayıs 2014 19:56)

  • comment image

    daha ne kadar güzelleşecek bilmiyorum.

    --- spoiler ---

    öncelikle bölüme adını veren lost horizon 1933'te yazılmış, 37'de filmi çekilmiş bir roman. uçak kazasından kurtulmuş bir grup insanın yeryüzündeki cennet olarak adlandırılabilecek ütopik bir yer olan shangri-la'daki budist manastırına ulaştırılmaları ve dünyadan izole olmuş cennette yaşamı yeniden keşfetmelerini anlatmakta. s07e01'de don california'da meganı ziyarette iken bu filmi izlerler, ancak megan uyur ve don'u filmi yalnız izlerken görürüz.

    kaç sezondur draper ha atladı ha atlayacak diye beklerken, roger'ın kalp sorununu hatırlatıp acaba hangisini öldürecek diye iyice aklımızı karıştırdılar. ancak matthew weiner sağ gösterip solu da vurmamayı tercih ettiği için betty; "ben hep senden genç kalacağım."dedikten sonra acaba betty mi ölür sorusu zihnime yerleşti. çünkü bu ancak ve ancak don ve betty'nin sonsuza dek sağ kalması ya da betty'nin don'dan önce ölmesi ile gerçekleşebilir. don'un cevabı ise ''knock'em dead, birdie.'' hmmmm.

    diana'nın kocası o'nu 'arkasında bıraktığı her şeyi yıkıp perişan eden bir tornado olarak tarif etti. bu aslında don için de oldukça yerinde bir tasvir; öyle ki daha doğumunda annesinin, kore savaşı'nda ise gerçek draper'ın ölmesine sebep olması, hiçbir kadınla mutlu olmaması, çocuklarına sadece para kazanan baba olması gibi başka hayatları yıkarak hızla ilerleyen bir tornado don. mccan binasındaki ofis camını kontrol ederken duyduğu rüzgar uğultusu ise onu yeniden aksiyona davet eden küçük bir çağrıydı belki de, buradan atlanır mı bakışı değildi o.

    diana'nın aslında var olmayan, don'un zihninde yarattığı geçmiş korkuları ve gelecek kaygılarından oluşan bir karakter olduğunu düşünmeye başladım. adam ustaca kurgulanmış full hd imajinasyon yaratabilen biri çünkü. adı üstünde creative director. yeni bir yaratık için her şeyi yok eden, erkeğini öldüren hindu tanrıça kali ve dante'nin cehennemden çıkarken virgil'e eşlik eden beatrice'i gibi bir metafor belki de. don'un kurtuluşu için kendine benzeyen ve eşlik eden, amaç edindiği yaratısı. diana ve don üzerine düşünmeyi seviyorum sanırım. don da aslında dick whitman'ın yarattığı bir karakter, bir rol model. şu an diana kayıp yani don da kayıp; hikayeler birbiriyle paralel gibi ancak yol çetrefilli, örtüştürürken epey zorlanıyorum. her şeyin çıkış noktası dick whitman ve hatta çocukken hobo'yla arasında geçen diyalog diye düşünüyorum. bir şekilde oraya dönülmeye başlandı bile.

    don batı'ya doğru seyrederken feci halde taxi driver'ın şu yalnızlık tanımını anımsadım. der ki; 'loneliness has followed me my whole life. everywhere. in bars, in cars, sidewalks, stores, everywhere. there's no escape. i'm god's lonely man.' travis bickle da vietnam'da savaşmış mental problemleri olan eski bir asker ve kendisiyle hiç alakası olmayan ve amaç edindiği bir fahişeyi kurtarma çabası içinde, sürekli düşünen kendisiyle konuşan don draper'la oldukça benzeşen biriydi.

    diyet bira toplantısında uçak izi ve kulenin haç oluşturması ve diana'nın kocasının jesus vurgusu tesadüf olmamalı. don kapana kısıldığı yerden bedenini kurtardı, sırada ruhunu kurtarmak var. o uçak da belki rachel'ın kaçırdığını söylediği uçaktır. evin giti, karın gitti, sevgilin gitti, çocukların seni istemiyor, işini kaybettin. yani kimsen yok, yani evin yok, yani hobosun, düzgün giyimli zengin bir hobosun sadece. belki de kayıp ufkunu bulmanın tam zamanıdır don.
    bölümdeki öne çıkan noktalardan diğeri ise japon kültürüne ait öğelerdi. ed'in telefonda japonca konuşması, lou avery'nin japonya'ya taşınması, bert cooper'ın octopus eroticası orijinal adıyla the dream of the fisherman's wife adlı tablosu. elbette bunların daha öncesi var, roger'ın japonlara karşı pasifik cephesinde bulunması, bert'in amerikandan ziyade japon yaşam kültürünü benimsemesi, honda motor'la çalışmış olmaları gibi örneklerle bu düşünce desteklenebilir.

    joan, yine kendini sattı ya da satmak zorunda kaldı diyelim. çocuğunun babası da olsa roger joan için bahsedilen 'the guy' değil, ama roger makul olanı teklif etti yoksa akıllı geçinen joan elindekileri bile kaybedebilirdi. yine de 'i want to burn this place down' sözünden ötürü hanımefendinin sonu böyle olmayacaktır diye tahmin ediyorum.

    gelelim creativelerin kraliçesine, sen honda motor'a binip stüdyoda turlarken de çok şirindin be kadın. şu sahne de daha görür görmez en sevdiklerim arasına girdi. dönerek turlayıp özgürlüğe tek hamlede uçusun ne de güzeldi. sterling cooper'ın ruhu seninle yaşacak, sen ki roger sterling'in bahçesinde don draper'ın gölgesinde yetiştin, muhtaç olduğun kudret kolunun altındaki seksli tabloda mevcuttur. yolun açık olsun, peggy olson. 60'lar donald draper'ın altın devriydi, 70'ler senin olsun.
    ---
    spoiler ---

    bana kalsa daha yazacak çok şeyim var ama artık beyin kıvrımlarım acıdığı için sonlandırıyorum. yaktım sigaramı giydim siyahımı yas moduna geçiyorum.


    (ucuran memeli - 8 Mayıs 2015 12:33)

  • comment image

    bana yeniden zevkle entry yazdıran, çok ama çok sert bir bölümle sona yaklaşan dizi.

    --- spoiler ---

    öncelikle #51156072 nolu entry ikinci paragrafta yazdıklarım yüzünden şom ağzımı kırabilirsiniz, izin veriyorum, hak ettim.

    bölüme adını veren kitapla başlayalım. 1920'lerde nels anderson tarafından yazılmış bir kitap. kitapta der ki; “any railroad running through a valley of plenty may be called a milk and honey line. but this is a transient term; what may be a milk and honey route to one hobo may not be so to another.”

    öne çıkan en baskın duygu korku idi bence bu bölümde. sally annesini, henry eşini, peter ailesini, betty hayatını ve güzelliğin kaybetmekten korktu, trudy ve peter ise gelecekleri ile ilgili ucu açık işlerden korktular. don ise geçmişinden gelenlerden korkmaya devam etti. bunların bir çoğu ile yüzleşti, hızlı bir şekilde kendisini siliyor. evliliği, evi, işi, parası derken şimdi de arabasını terk etti. oteldeki eski askerlerin, araba için 'probably stolen' demesinden ötürü diye düşünüyorum. geçmişine kendisini bağlayan başka bir şeydi o araba, icabına bakıldı.

    roger ve peggy'yi görmedik, hikayeleri tamamlanmış gibi dursa da ben onları yeniden görmek istiyorum. bu kadar italyan öğelerinin vurgulandığı bölüme paralel olarak don ve betty henüz evliyken roma'da bulundukları bölümde de roger ve peggy'yi görmemiştik.

    ufak ama önemli detaylara gelirsek,
    dead ve birdie, on yıl önceki pete, bölümdeki kitaplar; the godfather, andromeda strain, hawaii, the woman of rome vs.
    the godfather- nam-ı diğer don-, romalı kadın-betty-, bonus olarak da vito andolini ellis adas'ında kazara vito corleone olması, dick whitman da kore'de don draper. kitabı okumadım ama meşhur filmi elbette izlemiştim. bu kadar italyan öğesi the sopranos'a bir selam duruşu da olabilir, giderayak.

    şezlonga uzanmış güneşlenen kadına gelirsek çıplaklık, kırmızı mayo, kırmızı ojeler... kırmızı bana direkt olarak şehvet ve coca cola'yı çağrıştırdı. sadece bakıp yoluna devam eden don, o noktada tüm cinsel açlığı ve materyalist dünyasından arınmış olarak havuza atladı.

    gelelim en büyük dönüşüme, pete don'un sterling cooper'ın parlayan yıldızı don draper'a dönüştü. her şeyi don'un zamanında yaptığı gibi yapıyor, küçük pete büyüdü. taze bir başlangıç yapıyor, ailesini geri kazanıyor, işindeki ününü artırıyor. trudy'ye hayatlarının yarısını geçirdiklerini söylediği yaş don'un bizlere tanıtıldığı yaşlara tekabül ediyor. don hiçbir şeyi olmadan diziyi bitirirken, pete s01e01'deki don gibi, güçlü, iktidar sahibi birine dönüştü, yükselişte bir kariyer ve kendisini seven bir aile ile daha kendinden emin, geçmiş hatalarından ders alarak. on yıl önce söyledim derken, don'un betty'ye sevdiğini söylemesini düşündüm ben. çünkü peter don'un on yıl önceki hali. zaten ilk sezonda don'a onun gibi olmak istediğini söylemişti. entrynin başındaki kitap alıntısına göre; izlenen yolda nimet çok olabilir, ama bu çokluk geçici ve görece bir terim. don'un terk ettiği artık ona göre olmayan, pete'in devam ettiği bu yol artık pete için süt ve bal cenneti, ona bahşedilmiş bir lütuf. ancak bahsedilen lear jet ve onun başına geçen kişi için 1971'e ait şöyle bir arşiv dosyası var. yoksa pete de mi?

    otel'de geçen sahnelerle s01e08'de çiftliğe gelen hobo sahnesi arasında çok yoğun paralellik var.
    the hobo code'da dick ve hobo arasında şöyle bir diyalog geçer;

    dick whitman: "so you don't got no home. that's sad."
    hobo: "what's it "home"? i had a family once, a wife. a job, a mortgage. i couldn't sleep at night tied to all those things. then death came to find me.
    dick whitman: "did you see him?"
    hobo: "only every night. so one morning i freed myself with the clothes on my back. "goodbye". now i sleep like a stone. sometimes under the stars, the rain, the roof of a barn, but i sleep like a stone."

    çiftliğe gelen hobo new yorkluydu, don da öyle. the hobo kalacak yer ve yemek için çiftlikte çalıştı. don kola makinesi ve daktiloyu düzelterek. sharon ise dick'in üvey annesini karşılayan karanterdi. hobo kendi deneyimleri ve doğru bildiği şeyi dick ile paylaştı, don da andy ile. kendisini sadece üstündeki kıyafetleri ile serbest bıraktığını söylemişti. don'un tam olarak yaptığı gibi. andy'ye söylediği;- insanların parasını çalmak büyük suçtur, eğer o parayı saklarsan başka biri olursun. deneyim konuşuyordu. ' düşündüğün gibi değil.' çocukta kendini gördü.

    hobo kendi dilini dick'e öğretirken dört simge gösterir;
    1- that's a pie; it means the food here is good- turta, yemein iyi olduğunu gösterir-pete o akşam trudy'nin evinde pie yiyordu, trudy iki tane olduğunu ve diğerini ne olduğunu söylemeyeceğini belirtti. aynı gece don otelde yiyecek bir şey bulamadı.

    2- that means watch out for the nasty dog - kötü huylu köpeğe dikkat et- andy'nin çaldığı paralar yüzünden don'un başı belaya girdi.

    3- that means a dishonest man lives here - burada dürüst olmayan bir adam yaşıyor- otel sahibinin parayı don'un çaldığını iddia etmesi ve arabasının anahtarlarını alıkoyması.

    4- that means tell a sad story- üzücü bir hikaye anlat - henüz burayla ilgili bir şey yakalamadım, ama andy'nin başına o araçla bir şey geleceğini düşünüyorum.

    eğlencede askerlik anılarını paylaşırlarken, şahıslardan biri hayatta kalabilmek için insan eti yediklerini ''there were four of them and three of us, and the snow was coming" sözleriyle itiraf etti. yuvarlak masa itiraflar için çok başarılı bir konseptti. don'un itirafı -yarım da olsa- burada geldi. eve dönüş için gerekenin yapıldığı konusunda hemfikirdiler. her şeyden kurtulan adam gülümsemesi buydu. iş yok, ev yok, eş yok, bağlılık yok, geçmiş yok, diana yok, korkular yok... bu gülümseme biz seyircilerin mad men izlerken yaşadığı aydınlanmanın gülümsemesine benzediğini de itiraf etmek lazım.

    betty, ah betty...bencilliğinden bir şey kaybetmesen de ilk kez bu kadar olgun görüyorum seni. yaşlanmadan ölmek istiyordun, güzelliğini kaybetmemek için tedaviyi reddederek sevenlerine haksızlık ediyorsun. “i’ve learned to believe people when they say it’s over. they don’t want to say it, so it’s usually the truth.” insan doğasına ait bu yerinde çıkarımdan sonra yetenekli bir psikoloji öğrencisi olacağını hepimize gösterdin betty francis. ölüme karşı duruşun çok asildi.

    betty'nin sally'ye verdiği mektup 3 ekim'e ait ve der ki ;
    "sally, i always worried about you because you march to the beat of your own drum. but now i know that's good. i know your life will be an adventure. i love you. mom.” dizinin yayınlandığı gün anneler günüydü sevgili weiner, çok acımasızsın. her bölümde yaklaşık bir ay geçmiş oluyor, yılbaşına kalmadan bitecek sanırım hikayemiz.

    izlemesi en zor sahne ise annesinin durumunu öğrenen sally'nin eve gelip durumla yüzleşmesi, masada gene kucağındayken durumu idare etmesi ve döndüğünde mektubu okuması oldu. sekiz ay önce tedaviyi reddeden babasını akciğer hastalığından kaybetmiş genç bir kadın, bir abla olarak o masada oturan sally değil bendim. gerçekçi değil, o an gerçekti. o korkuyu, ölümü tanıyorum.

    ve mad men'in sonunu belirleyen bu kitabın son paragrafı der ki;

    the road the real hobo follows is never ending. it is always heading into the sunset of promise but it never fully keeps its promise. thus the road the hobo roams always beckons him on, much as does the undealt card in a game of stud. every new bend of the road is disillusioning but never disappointing, so that once you get the spirit of the hobo you never reach the stone wall of utter disillusionment. you follow on hopefully from one bend of the road to another, until in the end you step off the cliff.

    gerçek bir hobo'nun yürüdüğü yol asla bitmez. söz vermenin günbatımına doğru yola çıkar, ancak hiçbir zaman sözünü tutmaz. bu nedenle hobo'nun gittiği yol hep onu çağırır, tıpkı stud pokerdeki dağıtılmamış kart gibi. yoldaki her yeni viraj gerçekleri daha fazla gösterir ama asla hayal kırıklığına yol açmaz, böylece hobo'nun ruhuna bir kere sahip olunca, hayalkırıklığının o son taş duvarlarına hiçbir zaman ulaşmazsın. yoldaki bir virajdan diğerine umut dolu bir şekilde gidersin ta ki sondaki uçurumdan aşağıya adımını atana kadar.
    ---
    spoiler ---

    son paragrafı bir mühendis olarak dilim döndüğünce çevirdim, daha edebi daha yerinde bir çeviri yapan olursa seve seve değiştiririm. sürç-i lisan ettiysek affola, iyi seyirler herkese.

    edit: süslü çevirisi için larker'a teşekkür ederim.


    (ucuran memeli - 13 Mayıs 2015 19:31)

  • comment image

    bu kadar beklentiden sonra yaptığı final ile beni tatmin etmiştir.

    --- spoiler ---

    bilirsiniz, jenerik çok konuşuldu, sonra matt weiner'in açıklamaları bunu yalanladı, 13. bölümdeki pencereyi dürtmesi falan insanları hafiften beklentiye sokmuştu. fakat 7. sezonun ilk yarısında draper'a yapılan ipnelikler yüzünden ve "eaaah, bi kere de bi dram dizisi güzel bitsin amk" düşüncelerimden dolayı hep iyi bir son bekledim. beklediğim gibi oldu ama bir bölüm daha olaydı da donald reyiz'den efsanevi bi coca-cola pitch izleseydik. sen haftalarca kaybol, bir anda takım elbisesiyle koridordan aşağı odana geleydin. sonra yaşadıklarını anlatıp, sonra 1-2 cümle ile orada bulunan 2 düzine adamın aklını alaydın. ama göstermemeyi tercih ettiler. olaydı çok orgazmik olurdu yalnız.

    mad men ne? başkasına göre 60'lardaki bir reklam ajansında yaşananlardı. en azından takip etmeyenler için böyle birşey. bu dizi öncelikle bir tarih kitabı. mart 1960'ta başlayıp, kasım 1970'te biten bir kitap. dizi ekibi 60-70 geçişini o kadar güzel yapıyor ki hayran kalmamak elde değil. konuşmalar, alışkanlıklar, stiller, mobilyalar, insanlar. müthiş bir titizlikle üzerinden geçilmiş onlarca detay. kurulan arkaplan üzerinde ise amerika tarihine yakın bir bakış yapılmış. hatırlananlar arasında kennedy, martin luther king suikastleri, marilyn monroe'nun ölümü, ay'a ayak basılması. kennedy vs nixon başkanlık yarışı vs. hani olay değil ama o sırada insanların yaşadıkları müthişti.

    karakter bakımından da zengindi. belki çok karakter vardı ama hepsinin ayrı bir yeri var. tek anlamadığım nokta peggy'nin 8-9 yaşlarındaki çocuğunun ihmal edilmiş olması. insan bir kere gösterirdi en azından. karakterler demişken, tarih ilerledikçe onlar da değişti. 60'ların başında erkek ve beyaz dominasyonu varken, zaman ilerledikçe artık üst pozisyonlarda yer alan daha çok kadın karakter önümüze çıkmaya başladı. don draper bile bu değişim karşısında çaresiz kaldığı anlar olmuştu. megan, yüzüne tokat gibi çarpmıştı bunları zamanında. evladım gibiydiniz lan! ama şimdi gittiniz :(

    şimdi övgü ve sövme kısmına geldim, en sevdiğim kısım.

    sally draper: daha küçüktü dizi başladığında ama büyümeye başladıkça böyle bir asabileşti. ama yaşına göre çok mantıklı konuşmaların vardı. atara atar, gidere gider halini sevdik. gerektiğinde hakkını aramak için lafı yerleştirdin annene. yanlış hatırlamıyorsam 5. ve 6. sezonlarda senden umudu kesmiştim. neredeyse her türlü pisliğe bulaşır oldun ama sonradan toparladın. ama bunun sebepleri sen değil, senin etrafındakilerdi. aynı sezon içerisinde hem babanı iş üstünte yakala, hem de roger'ı elelemin ağzına verirken izle. ağır yani. ama son haberlerden sonraki sorumluluk alma isteğin gözlerimi yaşarttı. kimse ufaklıkları merak etmesin. kapı gibi bir ablaları var artık.

    bobby & eugene draper: eugene, yaşı itibariyle fazla olaya karışamadı ama ortalıkta şirinlik abidesi olarak dolaştı. bobby, bu 3 kardeşten salan olanı. bundan adam olmaz. 2 tane şekere için koca sandviçi takaslayan bu işte. sonra betty aç kaldı, hem buna söndü, sonra bi de karnım ağrıyor diye zırlamaya başlamıştı. sally bunun yaşındayken daha akıllıydı. seni hiç sevemedim bobby. draper soyunun çürük elması adeta.

    glen bishop: dizide kıl kaptığım karakterlerden birisi. öncelikle babasının torpili ile rolü kapmış olan bu eleman en olmadık zamanlarda, en olmadık hareketlere imza atmıştır. küçüklüğünden belliydi zaten senin ne mal olacağın. saç kesmeler, zamansız zamansız ortaya çıkıp milleti korkutmalar falan. sonra liseye(yada koleje) gidince bir olgunlaşma eğilimine girmişti. zaten çirkindin, büyüyünce daha bi saçma tipe sahip oldun evlat. neyse, sally buna bulaşmadı fazla. sonra bff oldular gerçi. okul hayatında mantıklı hareketlere imza atsa da, son sezon ccc stayla askere gidiyorum ayağına betty'e yürüdü. vietnam'da çükün düşmüştür inşallah.

    henry francis: bu adam biraz eski kafalı olsa da iyi insandı. büyük bi yanlışı olmadı ama şu senatör, vali yalakalığı yaptığı vakit etrafının kalbini kırdı biraz. onun dışında iyi bir aile babası. gerçi evli kadına zarf atması ayrı bir olaydı.

    lou avery: orospu çocuğu.

    faye miller: bu kadın kalifiye bir insandı ama don'un çocuklarla başı dertte olduğu vakitler kendisini fazla strese soktu. don, bunda annelik kumaşı yok diye bıraktı bi bakıma. diğer taraftan ise dizinin o vakitlerinde fazla güçlü kimliğe sahip kadın yoktu. don ise ilişkide patron olmuştur vaktiyle. gelemezdi böyle kadınlara. ama bu kadın biraz da kendi kendisini bitirdi. belki de yanlış zamanda, yanlış yerdeydi.

    greg harris: işte başka bir orospu çocuğu daha. tevüzcü, doktor, asker. joan'ın en mutlu vakitlerinde, sen o kadını o hale getirdin ya, senin allah belanı versin. "bın vıetnıma didicem" siktir git.

    midge daniels: dizinin ilk bölümlerinde çok değişik bi karakterdi. etrafta bu tiplerden fazla yoktu. tarzı vardı ama sonraki bölümlerde gördük ki götü başı dağıtmış kendisi. en azından don'a dürüst davranan insanlardı. kendisi muhtemelen malum akımlara kapılıp, bir apartman dairesinde aşırı dozdan gözlerini hayata yummuştur.

    gene hofstadt: bir bölüm boyunca 5 dolar için insanların kafasını sikmiştin sen. rahmetli.

    sylvia rosen: don ile en taktiksel ilişkiye sahip kadın buydu sanırım. don ile iletişime geçip, swat ekibi edası ile apartmanda sevişmek için dört dönüyordunuz. nasıl bir açlık varsa artık, sabah akşam posta ilerlediniz. ama klas kadındı. zaten o sezonun ilk bölümündeki twist aklımı uçurmuştu. bunun geleceğini beklemiyordum yani.

    arnold rosen: beleşçi doktor. o zamanlar fazla kazanmıyordu bunlar demek. sen de çok iyi niyetli bi insandın ama boynuzların empire state kadar oldu be doktor.

    abe drexler: dizideki idealist insanlardan birisiydi ve peggy'nin karşılaştığı en kalender insandı belki ama sen git herifin karnına bıçak sapla. olmadı.

    bob benson: ben bu karakter olaylara daha çok girer diye düşünmüştüm ama 11 bölüm oynamış sadece. salak görüntüsünün altında oldukça zeki bir kişilik vardı. başta pete olmak üzere birkaç kişiyi sağlam göt etmiştin. sonra senin de biletini kestiler.

    jim cutler: çıkarcı pezevenk. bu adam para için babasını bile satar. seni de çok pis göt etmişlerdi ama kimdi hatırlayamıyorum şimdi.

    jane sterling: roger reyizin en büyük hatası belki de bu hatunla 2 bölüm içinde evlenmesiydi. tabanca gibi kadındı ama o da dizideki her genç sekreter gibi zenginin peşinden koşmuş. oltayı sağlam yere atmıştır. her ne kadar başta ucundan don draper'a yürüse de kendisini roger'ın kucağında bulmuştur. bu kadın roger'ın ne kadar zengin olduğunun göstergesidir. ala ala bitiremediler adamı amk. son bölümde roger hala estate dağıtıyordu. çok fitneydi bu.

    fred rumsen: freddie her ne kadar çok baskın bir karakter olmasa da ben severdim. dizideki tecrübeli insan pozisyonunu dolduruyordu en azından. millete taşak konusu olsan da kimseye yanlış yapmadı. onurlu yaşadı o kadar pislik insanın arasında.

    rachel menken: muhtemelen dizinin en klas kadını. çok güçlüydün. don'u maymuna çeviren tek kadın buydu sanırım. son sezonda bi dönüş yapar gibi oldun ama olmadı. don'un zihnini açtın adeta. sonra öğrendik ki rahmetli olmuşsun. üzdün sevenlerini.

    ted chaough: ted, başlarda uyuz rakip kontenjanını doldurmak için gelmiş gibi dursa da tanımaya başladıkça sevmeye başladım. o da don gibi işini paradan çok zevk için yapan yaratıcı insanlardan birisiydi. peggy ile yaşadığı saçmalık ile don'un dengesini bir bozsa da çabuk düzeldi. sanırım hala ajansta aşık olduğu şey üzerine çalışmakta.

    lane pryce: temelinde çok iyi birisiydi lane. ama etrafındakiler üstüne çok gitti. eşi, çocuğu, vergi dairesi, ajans, diğer ingilizler derken adam deproya girdi. adam paraya sıkıştığı vakit bile yok bonus yok, maaş yok derken adam intihara sürüklendi. gerçi don, keşke benden isteseydin dedi ama adam o anlık davranışla gitti sahte imza olayına girişti. adam ağız tadıyla intihar bile edemedi la. joan'ı bugünlere getiren adamdır bu arada. mets flaman geri kalan sezonlarda don'un odasında seni bize hatırlattı her zaman.

    trudy campbell: ideal eş bu hacılar. pete buna çok götlük etmiş olsa da zamanında, ana yüreği dayanamadı, gitti ailesini tekrar kurdu. bu kadına yanlış yapılmasın bi zahmet <3

    salvatore romano: diziden gitmesine en çok üzüldüğüm karakter bu herhalde. dizinin ilk sezonlarında, ajanstaki ayılar arasında klas kalmıştı. her ne kadar eşcinsel bir insan olsa da düz olan iş arkadaşlarına yürümedi. güzel işler çıkarmıştı. bence hakkı yendi ama o vakitler bu adam 20 milyon $ etmiyordu demek. yazık. orospu çocuğu garner jr. yüzünden oldu bunlar. o.ç.

    paul kinsey: keşke kalaydı. ondan sonra yerini benzer karakterlerle doldurmaya çalışsalar da şu adamın yerini dolduramadı. gerçi sonra kafayı sıyırdı. noldu bilinmez.

    harry crane: işte bir orospu çocuğu daha. ne diyeyim sana yav? bencil, sapık, çıkarcı, paragöz. günümüzdeki sapıkların bir yansımasıydı. hani yolda göt görüp, akşama malzeme çıkaranlar var ya. işte bu o. evli barklı, çoluk çocuk sahibi adamsın, ulu orta evli kadınlar üzerinden fantezi kur. bu adamla iş yapılmaz arkadaş.

    bertram cooper: reyiz. kendi başlığına da yazmıştım ama fazla konuşmazdı. ama konuştuğu vakitler hep dizinin seyrini değiştirdi. bugün, finalde don'u buralara kadar geldiyse senin sayende. canım benim. etliye, sütlüye fazla karışmazdın ama işi en iyi sen bilirdin yine. cooper olmasaydı şirketin ömrü 3 yıl daha az olurdu.

    roger sterling: bu dizinin lokomotifidir kendisi. bir karakter bir aktöre bu kadar mı yakışır yav? müthiş replikler, mimikler. dizide en çok güldüren karakter kendisidir. kadın konusunda don ile beraber ölümcül bir ikili olmuştur. dışardan öyle kaypak gözükse de iyi insandı. sadece şirket içi değil, diğer ilişkilerinde de am peşinde koşmadığı vakitler çok takdirimi toplamıştır. zaten artık o da anladı ateş edemeyeceğini. kendisini sahip olduğu yere bıraktı yeni eşiyle beraber.

    ken cosgrove: kenny gerçekten iyi niyetli birisiydi ve ilk sezonlarda genelde saf kalandı ama buralara kadar geldi. dizi boyunca çok sayıda yanlış yapıldı bu adama ama yılmadı hiç. iş uğruna gözü patladı lan bu adamın. 2 sezon jack sparrow gibi dolaştı. gider ayak joan'a kıyağını çekmiştir.

    megan draper: başlarda çok hoşuma gitmişti bu kızımız ama sonra tam bir kaltak olduğu ortaya çıktı. çok şey yazardım da küfürden okunmaz. reyiz atınca 1 milyon doları önüne, siktir olup gittin tıpış tıpış. göt.

    joan harris: b-52. hükümet gibi kadın. başlarda pek vasfı olmasa da şirketi ayakta tutan insandır. kadın bi doğum iznine çıktı, ajans birbirine girmişti amk. geldi düzeltti hemen. sonra ortaklık dalgasına, o kıllı herifle yattın. çirkin olsa da ömründe yaptığın en mantıklı takastı sanırım. don, çok karşı çıkmıştı ama o unutulmaz sahnelerden sonra sen de ortak olmuştun. ondan sonra işler değişti. artık kimi çocuğu için falan dese de don'u satmayacaktın arkadaş. herkes yerini bilsin amk. ortak oldu diye dağdan inip bağdakini kovar hale geldi bi an. sonra mccann geldi 3 milyon dolar verecek lafı dönünce sesin değişmişti güzelim. ama mutluluğunu hakediyordu. özellikle son sezon, kendisinden bi bok olmayacağını ima eden bir sürü olaydan sonra parasını aldı çekti gitti derken, gizemli bir adamla tanışması, tam hayatının seyrini değiştirecek bir karara imza atacakken, ken'in ortaya çıkması ile olayların bambaşka bir yönde ilerlemesi... yalnız orada duruşunu bozmadı. istikrar gösterdi ve kendisini tekrar işin başına yerleştirdi. artık bundan sonra yapabilir mi yeni şirketiyle bilmiyoruz ama senin yüzün gülsün yeter. o tecavüzcü kocandan sonra sana da kızamıyorum kızıl. ayrıca kendisi dizinin en şık giyinen kadınıydı. ödülünü verelim.

    pete campbell: dizinin ilk sezonlarında çizmiş olduğu orospu çocuğu imajını geçersek diziyi güzel bir biçimde sonlandırmıştır. aklını başına toplayıp, o eski çocuklukları ardında bırakarak, ailesi ile kansas'ta yeni bir hayata kanat çırpmıştır. yalnız sendeki iş hırsını sikeyim arkadaş. ahlaksız teklifler, kapı dinlemeler, ispiyonculuklar. her bi sikimi yaptın şu dizide kariyer için amk. lane senin ağzını yüzünü dağıtırken ben bilgisayar başında sigaramı çekiyordum. ama bu kadar orospu çocukluğunun üzerinde don'un tekrar oyuna dahil olmasını sağlayan insan olduğun için teşekkürlerimi sunuyorum sana pete. umarım o kadını hakediyorsundur. ühü.

    peggy olson: dizinin 2 ana karakterinden birisi. evet beyler, 10 yılda bir adet canavar yarattık. nereden nereye... ilk bölümde resmen hiçbirşey bilmeyen bu insan, yazar oldu, reklam çeker oldu. en son işe atılacaktı da atlamadı. evet, zeki birisi, başarılıydı ama şanslıydı da. freddy'nin dikkatini çekmeseydin hala daktilo tuşlarına basıyor olcaktın. sonra don gibi bir insanın yanında deli gibi çalıştırıl falan. işkolikti ama. sırf iş muhabbetleri yüzünden şu kızın düzgün bi hayatı olmadı lan. en son aşkını ilan ederken bile iş konuşuyordu. ama bu kadın bu hale geldiyse, umudunuzu kırmayın gençler. don ile yazılan ilişkin çok özgündü bence. sevgili, anne, çocuk, çırak. herşey vardı lan.

    betty francis: dizinin en güzel kadını, birdie. sanırım en büyük yanlışı, zamanın ilerleyişine ayak uyduramaması ya da uydurmak istememesiydi. herkesin değişmesine rağmen saç modeli ve giyim tarzı değişmedi. o eski kafalılıktan kurtulamadı bi türlü. etrafındaki değişimi görüyordu ama bir parçası olmak istemiyordu. don ile beraber güzel bir ikili olsalar da ben henry'nin daha iyi bir koca olduğu kanısındayım. o yüzden iyi etmiştir. genelde kendi problemleri ile uğraşıp, kendi çapında yaşarken, senaristler beni hiç beklemediğim bir yerden vurarak, kanser illetine yakalanmıştır. o haline rağmen hala güzel kalma çabaların, tüm olumsuzluklara rağmen dik durma çaban gözlerimi yaşarttı. üstüne sally'e yazdığın mektup ve bu lanet bölümün anneler gününde yayınlanması. dat feelingz toprağın bol olsun betty.

    donald draper: ne yazsam lan senin hakkında? en başından beri hep bir arayış içinde oldun. kapitalist sistemin tam göbeğinde yaşamana rağmen aslında içten içe sisteme isyan modundaydın. ilk bölümde it's toasted demeden önce araştırma raporlarını kenara itmiştin. seni o noktaya getiren ise barda garsonla yaptığın muhabbetti. adam hissediyordu beyler. başından sonuna kadar böyleydi. adamın sektörde efsane olmasının nedeni buydu zaten. sonra gün geçti, kervan yürüdü, seni mccann'de bi kafesin içine attılar, önüne rapor falan koydular. sonra bütün amerika'da benliğini aradın. taa ki kaliforniya sahillerinde yoga yaparken aklında o fikrin canlanmasıyla. evet, rapora ihtiyacı yoktu çünkü hissediyor. direkt hayatın içinde yaşayıp birşeyler üretiyordu. ölmeni hiç istememiştim. yüzün gülsün istedik hep. çok kıskanıldın, üstüne çok oyunlar oynandı. ezildin, yerin dibine girdin ama yılmadın. saç sakal otururken, sırf sekreterin haber vermeye gelecek diye takım giyip karşısına dimdik çıktın çünkü sen draper'dın. belki de bugüne kadar izlediğim dizilerdeki en sağlam karakterdir.

    onun dışında klaslıktan ölecekti bu adam. beraber olduğu kadınları el ele tutuştursak new york'tan los angeles'a kardeşlik köprüsü kurulur. artık abazalıktan mı yoksa psikolojik sebeplerden mi bilmiyorum ama bu kadar kadını naptın be reyiz? neleri harcamadı ki? menken, megan, betty, hostesler, garsonlar, eskortlar. yalnız şimdi böyle toplamda düşününce bu adamın kimseye yanlış yaptığını hatırlamıyorum. ama iyi niyetini kötüye kullanan çok insan oldu.
    aslında buraya yazmak istediğim çok şey var senin hakkında ama tıkandım resmen. dilimden dökülmüyor kelimeler. senin gibisi bir daha bu ekranlara gelmez.

    şimdi ise gecenin bu saatinde aklıma geldiği kadarıyla, ev sevdiğim 10 sahneyi paylaşıyorum, sıralama yapmıyorum.

    - scdp jaguar sunumu - 5 dakika boyunca ağzım açık izlemiştim.

    - dizi finali - tamamı düşmemiş ama reklam işte. müthişti.

    - lane vs pete - burada en sevdiğim kısım, milletin perdeleri çabucak kapatması ile roger'ın yaktığı sigara. ahah.

    - çim biçme makinesi - adamın ayak parçalarının, milletin yüzüne saçılması ve ardından roger'dan gelen bonbalar.

    - the carousel - daha iyi versiyonu vardı ama kaldırılmış gibi.

    - lsd - dizi tavan yapmıştı adeta.

    - tomorrow never knows - geçiş dönemini yansıtan en sağlam sahne buydu sanırım.

    - pete'in aydınlanma yaşaması.

    - bertram cooper - son sezonun özeti.

    - heh

    elbette onlarca güzel sahne var ama hepsi aynı anda aklıma gelmiyor işte.

    ulan çok yazdım ama tam istediğim gibi dökemedim içimi. tatmin olmadım açıkçası. söylemek isteyipte söylemediğim çok şey var ama oturup konuşmaya kalksak, kalkar kitap yazarım durduk yere. zamanla artık. neyse :/ mesela şimdiden atladığım karakterleri görüyorum. belki zamanla tamamlarım.
    ---
    spoiler ---

    bu dizinin yapımında emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım. onun dışında başlık altında, 7 sezon boyunca fikirlerini paylaşan diğer yazarlara da selam olsun. iyi ki varsınız.


    (dodger - 19 Mayıs 2015 04:08)

Yorum Kaynak Link : mad men