Bugday (~ Grain) ' Filminin Konusu : Yakın bir gelecekte dünyada beklenmedik bir iklim değişikliği yaşanınca büyük bir kıtlık baş göstermiştir. Manyetik kalkanlarla korunan şehirlerde ayrıcalıklı zenginler yaşarken, zor durumdaki göçmen halk, buralara kabul edilmek için Ölü Topraklar adı verilen kurak bölgelerde, kamplarda açlık ve salgın hastalıklarla mücadele etmeye başlamıştır. Böyle bir ortamda şehirdeki rahat hayatını terkeden Cemil'le (Ermin Bravo), tohum genetiği uzmanı Profesör Erol Erin (Jean-Marc Barr) Ölü Topraklar'da karşılaşırlar.
Bal(2010)(7,2-6977)
Süt(2009)(6,7-2559)
Yumurta(2007)(6,6-4336)
Kaygi(2017)(6,5-599)
Herkes Kendi Evinde(2001)(6,3-239)
Melegin Düsüsü(2005)(6,0-835)
garip bir tahildir. un olsun, bulgur olsun, irmik olsun elli degisik formda cikar insanin karsisina, bi o kadar da urunun temel maddesidir (ekmek, borek-corek, makarna, vs.) ama kendisi olarak, bugday olarak cok nadir sahneye cikar (bkz: asure).
(aluminyum - 7 Kasım 2006 06:38)
tarih boyunca bereket,dogurganlık, ve mutluluk sembolü olarak kullanılan tahıl. (bkz: bugday dusu)
(vic - 16 Ekim 2002 17:50)
şöyle dönüp tarihe baktığımızda tarım devrimi sonrasında bu tahılın insanı evcilleştirdiğini görürüz. evet, insanlar nasıl hayvanları evcilleştirdiyse, buğday da insanları evcilleştirmiştir. peki böyle bir şey nasıl oldu?önceleri avcı-toplayıcı olan insanoğlu bilişsel devrim ile birlikte hayvanları evcilleştirmeyi ve bazı bitkileri yetiştirmeyi öğrendiler. bu bitkilerin ürünlerinden olan tahıl grubu içindeki buğday da, ekildiği yerde suyu, besin maddesini ve gün ışığıni başka bitki ile paylaşmak istemez. bu sebeple insanoğlu eline kazmasını, çapasını alıp toprağı ona göre işlemeye başlar. daha sonra buğdaya çevrede bulunan su yetersiz gelir. insanoğlu kovasını, kabını eline alır; en yakın dereye ya da göle doğru yola çıkar, sırf buğdayı sulamak için. üzerine, su ve toprağın kendi besini de yetmez, hayvan gübresine ihtiyaç duyar. insanoğlu yine gider, hayvanların gübrelerini toplar ve bunları toprağa atar. ek olarak, bitkiler kendilerini koruyamadığından insanoğlu bunları, böceklerden ve diğer hayvanlardan korumak için çit örer; kuşları, tavşanları, sincapları öldürür; bunu da daha iyi yapabilmek için bu bölgelerin yakınlarına yerleşmeye başlar.işte hareket etmekten aciz bir bitki kendini dünyanın efendisi ilan eden türü böyle evcilleştirmiş.
(wild draw four - 8 Eylül 2013 18:55)
fitoterapi uzmanı dr. ümit aktaş'a göre genetiği değiştirilmiş ve tüketilmemesi gereken, sakıncalı bir ürün. düşündürücü. ama bol yeşil biberli ve domatesli olsa yenmez mi? zor.buyrun
(minnoklokumcuk - 20 Haziran 2015 20:09)
siyez hariç; genetiği değiştirilmiş, çağımızın biyolojik silahı. 1943'te başağın verimini arttırmak ve sapını kalınlaştırmak için yapılan müdahalelerle bugün dünyaya yayılan buğday tohumu ortaya çıktı. bu tohumla ilgili gdo patenti falan aramayın, çünkü tüm bu işler 1940'lı yıllarda yapıldı, o yıllarda dünyada gdo diye bir kavram yoktu, ilk patentin alınmasına daha 40 yıl vardı. sapı kalınlaştırıp kısaltmayı başaran manyak dr. norman borlaugtur.
(uykufelci - 21 Haziran 2015 04:10)
braudel'e göre avrupa uygarlığı'nın temel geçimliği ve bunun neticesinde bu uygarlığın temel dayanağı olan besin maddesi. onca hububat arasında avrupa uygarlığı'nın dayanağı olmayı başaran buğdayın (hatta braudel -avrupa emperyalizmine de gönderme yaparak- bir 'buğday emperyalizmi'nden bahseder) onca olumsuz niteliğine karşın -kendi kendine yetişmez, toprakta kendisinden başka bir bitkinin yaşamasına müsaade etmez, üst üste iki sene ekilirse üçüncü sene nazlanır vs.- bu denli önemli olmasının üç sebebi vardır. ilkin, bakımı çok kolaydır; toprağa, iklimsel koşullara uygunluk sağlamakta çok ustadır. ikinci olarak etinden, sütünden, gücünden vs. faydalanılan çiftlik hayvanlarının mükemmel bir tamamlayıcısıdır (complement). son olarak, ama en önemlisi çok besleyicidir. fakat çok besleyici olması en önemli handikapının müsebbidir; toprağı neredeyse sömürür ki bir ikinci sene dahi artık o topraktan çok da hayır beklememek gerekir. ziraati üretimin en önemli buluşlarının birisi bununla ilintilidir. ortaçağ'da, avrupa'nın kuzeyinde yaşayan insanlar iki tarla sisteminden üç tarla sistemine geçmeyi akıl etmiştir: tarla üçe bölünür, birinci tarlaya herhangi bir mahsul, diyelim arpa, ikinci tarlaya buğday ekilir, üçüncü tarla nadasa bırakılır. ertesi sene buğday ekilen tarlaya arpa ekilir, arpa ekilen tarla nadasa bırakılır, nadasa bırakılana ise buğday ekilir. inanmayacaksınız ama bu uygulamanın neticesi olağanüstü olmuştur. bu gelişmenin başka hiçbir yerde değil ama avrupa'nın kuzeyinde yaşanmış olmasının sebebi oraların, insanların en yoğun olarak yerleştiği yerler olmasıdır ki braudel buna 'kıtlık etkisi' (scarcity effect) adını verir. eh, insanlar ya açlarından ölecek ya göç edecektir (ki braudel'in de dediği gibi insanlar yaşadıkları yerlere kök salar, oralardan ayrılmayı pek de istemezler; ilginç bir gerçeği burada hatırlamakta fayda var: dünyanın mesken edilmeye uygun topraklarının ancak yüzde onunda, üst üste-alt alta yaşıyoruz geri kalan yüzde doksanlık kısım ise boş!) ya da yeni birşeyler denemeye çalışacaktır. ayrıca bu bağlamda braudel, buğdayın tarihinde polonya örneğine özel bir konum atfetmiştir (belki de witold kula'nın çığır açan kitabının da bunda payı vardır). hemen buna da kısaca değinelim. polonya, avrupa'nın buğday talebini karşılayan en önemli tedarikçi ülkelerden biridir. buğday fiyatları arttıysa, polonyalı buğday üreticilerinin gelirlerinde ve yaşam koşullarında, refahlarında bir artışın beklenmesi oldukça makuldur. halbuki, tarihsel araştırmalar göstermiştir ki, on yedinci yüzyılda hububat fiyatları ile bu adamların ücretleri arasında olumsuz bağlılaşım (negative correlation) vardı. üstelik, yaşam koşulları da kötüleşmişti. çünkü mahsulün tüketimini kısmışlar, buğdayı sadece ihraç etmeye başlamışlardı. bu da, braudel için önemli kavramlardan olan birisi 'nüfus baskısı' (population pressure) ile izah edilir. epey ironik ve paradoksal ama avrupalı yığınların en müreffeh zamanı 'kara veba'nın (black death) hemen akabine tesadüf eder. o kadar çok insan ölmüştü ki, sağ kalmayı başaranlar çok yüksek ücretler alıyor, dünya nimetlerinden gönüllerince istifade edebiliyorlardı. on yedinci yüzyıl buhranının, on altıncı yüzyıldaki gelişimin ardına dek düşmesi bu bağlamda çok da şaşırtıcı değildir. evet, üretim artmıştır fakat nüfus da artmıştır ve malumunuz efendim, gelir dağılımı ise öyle pek de adil değildir (bkz: nüfus/@zifir). bu arada, değirmencilerin, bu çağın en çok kazananlarından olduğunu söylemeyi unutmayalım. hatta bir ara o kadar çok kazanmaya başlamışlar ve milleti öyle kazıklıyorlarmış ki bu adamlar, değirmencilerin şeytanla işbirliği yaptığına inanılırmış. sanırım bu genel kanı hala daha mevcuttur avrupa'da. burada çok güzel bir kitap tavsiye etmekten kendimi alıkoyamayacağım-- (bkz: peynir ve kurtlar) ayrıca(bkz: carlo ginzburg/@zifir). ilginç bir bilgi daha vermek gerekirse, avrupa'da 1400-1800 yılları arasında fırıncılar haricinde insanların ekmek yapmalarının uzun süre yasaklanmış olduklarını söylemek isterim. bunda, evde "ekmek yapacağım" diye işe girişen insanların sık sık yangın çıkartmış olmalarının payı büyük. ikinci bir neden ise, evde ekmek yapanların, "komşu bak sana da yaptım üç kuruş versen yeter, artık allah ne verdiyse" diye sağa sola ekmek satıyor olmalarıyla ilgilidir (çünkü bu ekmekler çok sağlıksız koşullarda yapılıyor idi). bu da en çok fırıncıların işine gelmiştir herhalde. hmm. en son son birşey daha ekleyeyim: bizim bu hergün yediğimiz 'beyaz ekmek' var ya.. bu o kadar az bulunurmuş ki o zamanlar, napoleon'un "herkes benim dönemimde beyaz ekmek yiyecek" demesi halkı epey galeyana getirmiş ve amcamın popularitesinin tavana vurmasına yetmiş de artmış bile efendim. yani bu fransız milletinin napolyon'u bu kadar çok sevmelerinin en önemli sebeplerinden biriymiş bu. ayrica(bkz: pirinç/@zifir)(bkz: mısır/@zifir)(bkz: patates/@zifir)konuyla ilgili daha fazla ayrinti için (bkz: fernand braudel)(bkz: civilization and capitalism 15th 18th century)
(zifir - 19 Ekim 2004 02:21)
burada da bahsi geçmiş, gerçekten de bu "aslen buğdayın bizi evcilleştirmiş olması, yayılmak ve bakım için bizi kullanmış olması" fikri, insana paradigma kayması yaşatabilecek kadar ilginç bir fikir.bir benzerini kediler için de söyleyebiliriz. kediler zaten, kendilerinden beklenecek şekilde, kendi kendilerini evcilleştirmişler, bizim tarlalarımızda takılıp ödül bekleyerek. sonra da sağa sola yayılmışlar insanla. hem insanın evi içinde, hem ev dışında bu kadar rahat edebilen başka bir büyük hayvan olmasa gerek. tabii diğer aklıma gelen örnekler daha klasik: biz aslında "biz" değiliz, mikrobiyomumuz. vücuttaki dna'ların %90'ı bize ait değilse, biz bu trilyonlarca canlı için "host" görevi görüyoruz, onlar tarafından evcilleştirildi bağırsaklarımız.buğday, kedi ve bakteri örneklerinin altını çizdiği asıl paradigma kayması şu:"evrim piyasasında değerli olan şey zeka değil, çevreni değiştirmek değil. tek geçer akçe, dna kopyalarının sayısı. bakteriler başarılıdır, karıncalar, buğday ve beslediğimiz milyarlarca tavuk başarılıdır. biz onlardan çok daha başarılı değiliz, sistine chapel'i yapabiliyoruz diye."selfish gene kitabı da, evrimin odak noktasını türlerden ziyade genlere aktarıyordu: "genler kopyalanır, vücut sadece onların taşıyıcısıdır, zeka ise çoğu zaman gereksiz veya aşırı pahalı (enerji tüketimi bakımından) bir yan etkidir".ha, bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak? insanoğlunu fazla ciddiye almamaya yarayacak. mesela, yakın gelecekte bir evrimsel sıçrama yaşarken (makinelerle ve softwarele birleşerek mesela) "peki ya homo sapiens özümüze ne olacak" diyenlere, "iki üç tanemizi kurayla seçelim, hayvanat bahçelerinde yaşarlar, kalanlar evrilip gitsinler" dememize yarayacak.
(immanuel tolstoyevski - 18 Eylül 2017 07:38)
ülkemiz sinemasının auteurleri olarak anılan nuri bilge ceylan, zeki demirkubuz ve semih kaplanoğlu üçlemesinin (derviş zaim de dahil edilebilir) senaryo yazma konusunda ne kadar beceriksiz olduklarını bir kez daha gösteren film. izlediğimiz film biçim, teknik yönünden, mekan kullanımı ve görüntü yönetimi açısından üst düzey seviyede iken anlatım konusunda yetersiz kalıyor. auteur yönetmenler kendi sinema dillerini yaratırlar. bizim yönetmenler ise sadece görsel dille anlatım yapmaya çalışıyorlar, senaryoyu ikinci plana atıyorlar, bu durumla çok alakalı olmasa da minimalist olarak nitelendiriliyor filmleri. evet bu da bir özelliktir ama ben bu ülkenin kültürüyle, siyasetiyle, coğrafi konumuyla bu sinemayı hak etmediğini düşünüyorum. kuzey avrupa'dan minimalist filmler çıkabilir; kültür ve sosyal konum buna uygun. bizim ise gerek gündelik yaşayış gerek coğrafya açısından heterojen bir toplum olmamız sebebiyle iran sinemasında çok örneği bulunan kaotik sinema yapmamız daha makul olur.**ekonomik anlamda film yapmanın zor olduğu zamanlarda mecburen filmin senaryo, prodüksiyon, kurgu gibi aşamalarının hepsiyle kendi uğraşan bu yönetmenler artık kültür bakanlığından yeterli desteği alabiliyorlar. dolayısıyla bu aşamaları kişilere, şirketlere dağıtıp, senaryo ve diğer konularda işin ehli danışmanlarla çalışarak tamamen reji kısmına yoğunlaşabilirler. --- spoiler ---bir kere film yanlış bir çatışma üzerinden kuruluyor. bilim-inanç çatışması, dünya'da bilim hiçbir dönem iktidar olamadığı için kurulması doğru bir çatışma değil. emin olun, dünya'da bilim iktidarda olsa ne kuraklık, ne küresel ısınma sıkıntısı yaşardık.bilim, mükemmel tohumu üretmek için uğraşmaz. bilimin ne ile uğraştığını bilmeden bilimi karşınıza alıp eleştirirseniz komik duruma düşersiniz. film, sorunu da çözümüne de vererek seyirciye hiçbir alan bırakmıyor. dünya'daki bütün sorunların inanç ile çözülebileceği gibi çiğ bir fikir sunuyor. burada tarkovski'nin özellikle stalker filminde inanç konusuna nasıl yaklaştığına bakmak gerekiyor. tarkovski son filmi hariç inancı sürekli bir arayış hali olarak görürken, kaplanoğlu bu filmle inancı hemen ulaşılması gereken bir sonuç olarak gösteriyor.dünya'nın ve insanlığın selameti yani hayat temel meselesi olan bir filmin iki üç diyalogda yaşamı değil ölümü yücelterek kendisi ile çelişmesi ise filmin en vahim hatası belki de. --- spoiler ---
(rayana eu te amo - 25 Kasım 2017 19:13)
semih kaplanoğlu'nun çokça tartışılan son filmi. filmi; yönetmenin siyasi duruşundan, galanın sarayda yapılmasından ya da semih kaplanoğlu - meltem cumbul olayından bağımsız şekilde değerlendirdiğimizde, yani filmi film olarak değerlendirdiğimizde de eksikleri var filmin. teknik olarak elbette çok başarılı. hatta film bu anlamda göz doyurucu. ingilizce çekilmiş olması, bilinen yabancı oyuncularla çalışılmış olması (jean-marc barr'ı lars von trier'in filmlerinden, cristina flutur'u cristian mungiu'nun filminden tanıyoruz örneğin) ya da filmin distopik/fütürist atmosferi filmin bilhassa uluslarası değerini arttırıyor. ama filmin duygusu yok. ki sinemada duygusuzluk da bir tercih olabilir aslında ama buğday'daki ruhsuzluk/duygusuzluk bilinçli bir tercihten ziyade filmin altından kalkamadığı bir durum olarak tezahür ediyor. bu açıdan senaryo da vasatın çok çok altında. her şeyden bağımsız değerlendirdiğimde bu filmi sevebilirdim. sonuçta türkiye sinemasında bu tarz filmlere her gün rastlamıyoruz. fakat senaryo yeteri kadar samimiyete ve sıcaklığa sahip olmadığı için maalesef sevemedim. teknik, konu, yabancı oyuncular ya da filmin ingilizce çekilmiş olması tek başına maalesef yetmiyor.
(feministim ben - 25 Kasım 2017 20:37)
unun mamul edildigi bitki, tahil. ana besinimizdir turk milleti olarak, cok tuketilmesi de iktisadi olarak geri kalmi$ toplumlarin saptanmasi icin kullanilir.
(delikan76 - 22 Ekim 2001 17:23)
Yorum Kaynak Link : buğday