Süre                : 1 Saat 41 dakika
Çıkış Tarihi     : 23 Ekim 2015 Cuma, Yapım Yılı : 2015
Türü                : Drama
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Made In Film-Land , New Films International , Picture Entertainment
Yönetmen       : James Franco (IMDB)(ekşi)
Senarist          : William Faulkner (IMDB)(ekşi),Matt Rager (IMDB)
Oyuncular      : James Franco (IMDB)(ekşi), Tim Blake Nelson (IMDB)(ekşi), Scott Haze (IMDB)(ekşi), Loretta Devine (IMDB), Ahna O'Reilly (IMDB)(ekşi), Joey King (IMDB)(ekşi), Jacob Loeb (IMDB), Janet Jones (IMDB)(ekşi), Dwight Henry (IMDB), Logan Marshall-Green (IMDB), Jim Parrack (IMDB), Kylen Davis (IMDB), Brady Permenter (IMDB), Stella Allen (IMDB), Cody Farr (IMDB), Jacob Skirtech (IMDB), Shawntae Hughes (IMDB), Keegan Allen (IMDB), Seth Rogen (IMDB), Danny McBride (IMDB), Jessy Hughes (IMDB), Emma Frances Burge (IMDB), Cotton Yancey (IMDB), Darnekia Dowl (IMDB), Dunlap Peeples IV (IMDB), Val Lauren (IMDB), Alizabeth Hamer (IMDB), Brian Lally (IMDB), Peter Bonoff (IMDB), Brianne Siddall (IMDB), Brett Friedmann (IMDB), Laney Kate Hulbert (IMDB), Kira Legg (IMDB), Silawn Lewis (IMDB), Mike McCaul (IMDB), Rickye McGowan (IMDB), Rene Napoli (IMDB), Eric Newnham (IMDB), Tina Redmond (IMDB), Anna Ross (IMDB) >>devamı>>

The Sound and the Fury (~ L'urlo e il furore) ' Filminin Konusu :
The Sound and the Fury is a movie starring James Franco, Tim Blake Nelson, and Scott Haze. A look at the trials and tribulations of the Compson family, living in the deep south during the early part of the 20th century.


  • "rasih güran'ınkinden başka çevirisi olmayan kitaptır. orjinal dili ingilizce olan bir kitabın şimdiye dek tek bir kez çevrilmesi kitabın ne kadar zor anlaşıldığına delalettir."




Facebook Yorumları
  • comment image

    modern edebiyatın başyapıtlarındandır. ilk iki bölümde romanın kurgusunu anlamak mümkün değildir. hatta bu kitabı ele alan çoğu kişinin ilk iki bölümü bitirmeden kitabı okumaktan vazgeçmesi muhtemeldir. mamafih üç ve dördüncü bölümler okunup kitap bitirildiğinde etkisi uzun süre okuyucunun üzerinde kalacak dev bir eserin parçaları tamamlanmış olur.

    aynı olaylar farklı kişilerin bilinçlerinden anlatılır. burdaki amaç, gerçeğin insandan insana değişebileceği olgusunu işlemektir. tabi gerçek, kitaptaki karakterlere göre değişebileceği gibi okura göre de değişebilir. faulkner, 19. y.y. yazarları gibi bize kendi bakış açısını sunmaz, bizi 3 karakterin ve kendimizin bakış açısıyla baş başa bırakır.

    bir ailenin ve o ailedeki bireylerin bir çorap gibi sökülen, bir cam gibi parçalanan, dağılan yaşamları anlatılır. romanda sık sık okurun karşısına çıkan zihinsel özürlü kardeş benjamin'in ağlamaları, haykırmaları, çığlıkları yaşanan bütün trajediye, acının ağırlığına karşı bir tepki gibidir.

    bu romandan yola çıkarak yaşam hakkında genel bir yargıya varmak ya da yorum yapmak doğru değildir kanaatimce. insan vardır bu kitapta, insanlar, aptal insanlar, düşünen insanlar, günahkar insanlar, mantıklı insanlar, fedakar ve sıradan insanlar. ama hiçbiri, yıkılan bir düzenin, derinlere kök salmış bir trajedinin parçası olmaktan kurtulamazlar.

    bir yandan dile getirilmeyen, insan yüreğinde sıkışıp kalan duygular, bir yandan benjy'le beraber yüksek "ses"le haykırılan acılar, bir yandan jason'un "öfke"siyle ifade bulan tüm yaşananlar...


    (nehirlerden - 1 Mart 2008 16:50)

  • comment image

    anlaşılmaması faulkner'ın ruhunu, anlaşılması ise okurun canını acıtan kült eser, compson ailesini kuşatan lanetin kalbine yolculuk. bilinçakışı salt bir yöntem değil, okurun yaşadığı bir halettir. bu halet de benjy, quentin, jason ve son olarak zenci hizmetkâr dilsey'in gözünden, onların işittiği halleriyle anlatılır; okurun beyni mikserle çırpılır. faulkner'ın dilsey'i 3. tekil şahısla konuşturması ise, "bir zencinin bir kişiden önce bir davranış olduğu"nun resmidir. türkçe'de ilk olarak 1965'te remzi kitabevi'nden çıkmıştır; rasih güran'dan sonra bu işe kalkışan oldu mu bilmem; ama kendininkine olduğu kadar, bizim canımıza da okumuştur. her babayiğidin harcı değil; rahmetle anıyor, hürmetle susuyorum.


    (mayadeniz - 15 Mayıs 2010 17:58)

  • comment image

    daha 1960larda dilimize çevrilmiş ( yapı kredi aynı çeviriyi yayımladı) william faulkner'ın ve bilinçakışı tekniğiyle yazılmış romanların önde gelenlerinden biri.

    elimdeki 1965 çevirisindeki uzun önsözde çevirmen, türk okuyucusunun kültür seviyesini (!!!) iyi bildiğinden oldukça detaylı bilgi veriyor.

    bakın diyor siz şu kısmı anlamazsınız peşinen anlatayım diyor ve romanı kısım kısım zamansal sıraya göre yani romanın akışının tam aksine anlatıyor. iyi de yapıyor, o dönemde türk okuyucusu pembe dizi, kerime nadir, cronin vb romanlar okumakla meşgul..sen kalk dünya romanının kilometre taşlarından birini çevir..

    faulkner yeni yeni turk okuyucusunun alışmaya başladığı bir yazar. tüm yapıtlarını yapı kredi yayınlamaya devam ediyor.seri tamamlanacak gibi. yayınevinin çok satma diye bir beklentisi yok elbette..hele ki söz konusu faulkner gibi uç bir yazarsa


    (kafkaesque - 5 Şubat 2011 14:26)

  • comment image

    beni epey burkmuş bir kitap. okuduğum romanlar içinde en iyi düşünülmüş ve yazılmış olanlardan biri. kitabı okumak her ne kadar güçse de -burada teknik özelliklerinin yanında çeviriden okumak ve amerikan tarihini ne ölçüde bildiğimiz de belirleyici- ısınılması faulkner'in diğer yapıtlarından daha kolaydır ve bir kenara bırakılsa da günü geldiğinde mutlaka okunup bitirilir.


    (misirkalyonigne - 13 Haziran 2011 18:30)

  • comment image

    --- spoiler ---

    ses ve öfke..

    bence romani klasik haline getiren benjy tarafindan anlatilan ilk bolum ve quentin'in anlattigi ikinci bolumdur.. ilk bolum, sanki satir aralarina gizlenmis bir sifreyi cozmeye calisiyormus hissi verir.. bilinc akisi yonteminin getirdigi zorluk, zihinsel atlamalar, zihinsel ozurlu birinden olunca daha da guclesiyor.. bir de romanda iki quentin olmasi cabasi..

    benjy'nin bolumunde cocukluk anilari inanilmaz guzel anlatilir.. cunku benjy olaylara yorum yapamaz, yargilayamaz, gordugu gibi anlatir.. bu bolumde kardesler arasindaki, kiskancliklari, sevgileri, koruyuculuklari, digerlerine ustun gorunme/ustunluk saglama cabalarini, dış dünyadaki olaylara bakis acilarini ve aralarindaki degerlendirmeleri goruruz..

    benjy, empathynin lazslo'su gibidir sanki ama elijah gibi kendisi yasar digerlerinin acisini, vicdan azabini.. belike bu yuzden surekli agliyordur kimbilir.. olaylari, kisileri kokularina gore algilar/degerlendirir.. zihni ne kadar gelismemisse koku alma/bunu degerlendirme duyusu o derece gelismistir.. caddy ilk baslarda agac gibi kokar ona.. agac gucludur, koruyucudur, canlilik vericidir, seker portakalindaki gibi sirdas-arkadastir, besleyicidir.. benjy de caddy'de bunlari buluyordur belkide.. onun yaninda kendini guvende hisseder, sevildigini hisseder..

    herseyi hisseder benjy, kokusunu alir.. caddy'nin yedigi naneler entarisine sinmistir ve her nanesinden sonra entarisini cikarmaya calisir.. benjy o kadar temiz, o kadar iyi kalpli anlatir ki caddy'yi, kitaba huznu katan da bence bu anlatimdir.. bu kadar hayat dolu, sevecen, icten birinin; hem kendinin hem quentin'in yasamini mahvetmesi okuyucuyu da mahveder..

    quentin.. benjy'nin bolumunde quentinden pek bahsedilmez, daha dogrusu sanki biraz geride duran, daha mantikli, herseyin farkinda bir cocuk hissi verilir.. sanki hep gozlem yapiyormus gibidir.. bence ses ve ofke, alfred adler'in (bkz: alfred adler/#24323103) bireysel psikanaliz kuramini olusturdugu ilk yillarda yayinlanmis olsaydi, kuramina destek icin quentini de ornek gosterirdi, raskolnikov'u gosterdigi gibi (bkz: · prestupleniye i nakazaniye/#24474021)..

    quentin'in anlatiminin oldugu bolum kitabin felsefi dusuncelerin daha belirgin oldugu bolumdur.. ozellikle, babasiyla yapmis olduklari konusmalari aktardigi bolumler.. zaman ve saat hakkinda yazilanlar cok etkileyici gelmisti bana.. faulkner, hem dostoyevskiden (krilov, ecinniler) hem jack london'dan (martin eden), hem camus'dan daha iyi anlatir intihar oncesi ruh halini.. nasil ki guclu bir alev, bozuk-depresif ruhlarda cosku uyandirir, gucluluk verir; su da icine ceker bu ruhlari.. quentin mumkun olsa golgesini bogacaktir suda.. ailenin ona vermis oldugu onemin, degerin altindan kalkamamanin acisini ceker.. caddy ile olan iliskisi zaten ruhunu boguyordur, bedeni bogulmus ne yazar..

    romanda sesten cok kokulari duyarsiniz... ses ve ofke, duygularin kokusunu aldiginiz bir romandir ve yagmur kokar..

    öle.


    (a priori - 7 Eylül 2011 05:03)

  • comment image

    okurken baya zorlandığım bi kitap. ama ya bi de bu kitabı samuel beckett yazsaydı nolurdu dedim, okumaya devam ettim. kitabı okurken insanın kafasında hep aynı şey dönüyor; bir insanın kendi hayatı dışındaki bi hayatı içseslerle anlatması nasıl bi şey nasıl yapmış bu adam bunu, üstelik farklı farklı kişilerin içinden seslenmiş.

    bazı yerlerde öyle cümleler var ki çok yerinde gözlemler çok iyi şekilde ifade edilmiş bunlarda. belki biz de görüyoruz ama sadece bilmekle yetiniyoruz ama biri kelimelere dökmüş bunları, kitaplar en çok bu yüzden güzel sanırım. şunlara bi bakın derim:

    --- spoiler ---

    "hep birden konuşuyorlardı, sesleri direnmeli, çelişmeli ve sabırsız gerçeksizliği bir olurluluk yapıyor, sonra bir olanak şekline sokuyor, sonra yadsınamaz bir gerçek yapıyor, her zaman böyle olur zaten insanların istekleri sözcükler haline gelince."

    "...bir ses çıkarmadan üstünlük gösterme hevesi, herhangi bir şeyin kanısına varmış görünme, büyüklere özgü bir özellik. sanıyorum ki insanlar, kendi kendilerini ve birbirlerini kelimelerle harcayarak hiç olmazsa hareketsiz bir dile bir felsefe getirmiş oluyorlar..."

    ---
    spoiler ---

    bunların dışında ikinci bölümde, quentin in anımsadığı talihle ilgili babanın lafları da güzeldi, hatta bunlardan anımsayamadığım biri bana tanpınar ın saatleri ayarlama enstitüsündeki "herkes hayatının bir devrinde şu veya bu şekilde talihinin şuuruna erer" cümlesini hatırlattı, baktım tanpınar önce yazmış. bu bölümün girişindeki paragraf en vurucu kısmıydı, orda ne anlatacağının ipucunu vermiş aslında yazar, zamanla bi derdi var, hepimiz gibi. bi de yine ikinci bölümde babanın kadınlar ve kötülüğe eğilimleri hakkındaki fikirlerini de isabetli buldum; bence de içgüdüsel bi meyil bu bizde. en çok ikinci bölümün sonunda zorlandım, bi kaç kere okudum ama iyice gözünü çıkartmış iç ses mefhumunun.
    kitabın adındaki öfkeye en çok yakışan karakterse jason; haksızlığa uğramışlığın öfkesi var onda bol miktarda. böyleyken böyle, bi de "öle".

    a priori için olsun bu:)


    (loe - 31 Ocak 2012 21:08)

  • comment image

    muhtemelen onca edebiyat eseri içerisinde ilk 5'e girecek olan faulkner mucizesi. edebiyatın gelişim sürecinde kronolojik bir etkileşim söz konusu olmasına rağmen karşı olduğum bir şey var; ancak o ne bu başlığın meselesi ne de binlerce kitap okumamış olan benim haddime! bir kaç yıl sonra değinirim belki..

    neyse gelelim velhasıl.

    --- spoiler ---

    ses ve öfke belki de okunması en zor olan romanlardan biri. dört bölüm dört güne ayrılıyor. compson ailesine ve onlarla yaşayıp ayak işlerini gören zenci dilsey ve diğer çocukların yaşamına bulanıyoruz. kitaptaki bölümlerden üçü compson ailesinin üç ayrı üyesinin zihninde geçiyor son bölüm ise yazar devreye giriyor o anlatıyor olayın geçtiği coğrafyayı, hislerini, görülerini ve zamanın akıp gidişini. buna ironiyle ilk bölüm zihinsel özürlü benjy ile açılıyor. benjy'de zaman kavramı felaket değişken ve ilk bölümü kavramak epey zorlayıcı oluyor okur adına. ilk bölüm 7 nisan 1928'de geçiyor geçmesine ancak benjy'nin anılarına gittiğimizde hiç bir uyarı olmaksızın gelgitler yaşanıyor sayfaların incelikle işlenmiş hamurunda; benjy'nin değişken düşünceleri aslında anılarıyla çatallanmakta, zira benjy için an, zamansız bir nitelikte. 7 nisan 1928 günü tiyatroya gitmek için ayırdığı çeyrekliği arar luster, ayrıca benjy'e de o bakmaktadır. gün bütünüyle benjy'nin günü değildir anılarında ise güne günler katar benjy; kardeşleri quentin ve caddy'de önemli bir yer teşkil etmektedirler o geçmiş günlerin yitimlerinde.

    zihinsel özürlü olması nedeniyle zencilerden roskus tarafından uğursuz denir benjy'e, fakat çok sever onu dilsey. çok sever onu caddy'si ve caddy ağaçlar gibi kokar. annesi de tanrı tarafından günahlarının bir cezası olarak görür benjamin'i. ve 5 yaşında caddy ile birlikteyken de caddy çoktan yitip gitmişken de bunun farkında değildir benjamin; o caddy hala ağaçlar gibi kokmaktadır.

    ikinci bölüm ise bizi götürür 18 yıl kadar önceye. 2 haziran 1910 yılındayızdır bu kez. ve quentin'in bilinci işlenir bu kez. pişmanlığıyla büyük bir ızdırap çekerken quentin, faulkner bize ne olduğunu inatla dolaylı olarak iletir. ve 2 haziran 1910 da gölgesine basarak, gölgesine yetişerek ve gölgesinden kurtularak kaldırım taşlarında yürür. quentin'in hali hiç iyi değildir zira ensest kelimesi bir gölge gibi geçer. anlarsınız az çok ve son bölümlere doğru quentin için yaşam, içinden çıkılabilir bir kabuktur artık sadece doğru iradeye sahip olmalıdır insan ve az hanımeli kokmalıdır çevrede. quentin aile yadigari saatle oyalanır, zamanla sürünür ve geçmişin sesleri arasında babasının desteğini hisseder ancak pişmanlıklar da geçmişten amansızca gelmektedir. bu bölümde zaman o kadar vurgulanıyor ki yazar tarafından zamanın gerçekten acıtıcı etkisini yaşatıyor size..

    compson ailesi tel süzgeçten geçip dururken caddy'nin gayri meşrukızı quentin ilk bölümde kardeşi quentin ile karıştırılır, faulkner'in amacıda okura bu bilmeceyi verip geriden keyifle izlemektir zaten. bu gayrimeşru kız kimdir; tabi kaşları kalkık bir okurun işaretidir.

    ilk iki bölümü geçebilen okur geri kalan iki bölümü rahatlıkla geçecektir kuşkusuz. ses ve öfke dönemin amerikan tutuculuğuna götürüyor okuru, ırksal küçümsemenin taşıp durmasına, batıl inançların karmaşasına gidiyoruz. ve daha da önemlisi bir ailenin dağılışına o kadar sahici götürüyor ki bizi faulkner sahiden üzüyor insanı...

    sonuçta benjamin ve caddy'nin ilişkisi okura samimiyetle eşlik eder, okuduğum en etkileyici beş roman arasına giriyor hem de 'ses ve öfke'yle' bu kitap...

    netice biter haticeye gelirsek ise (bkz: james franco) filme uyarlamış. bilmiyorum. faulkner'in karakterlerinin o inandırıcılığı sikik beyazperdeye nasıl aktarılır hakikaten endişe verici. quentin'in o psiklojik vaziyeti ve benjy'nin zamanın metafiziği olarak bahsedilen git gelleri.

    "bizden önce gölgelerimiz yetişti ağaçlara. benimki önce vardı. sonra biz vardık oraya, ve sonra gölgelerimiz yok oldu"

    "ah ne olurdu gölgemi suya daldıracak bir şeyim olsaydı, boğuluncaya kadar tutardım suda,"

    "bizim zamanımızda insanın efendiliği okuduğu kitaplardan anlaşılırdı, oysa şuan vermediği kitaplardan anlaşılıyor." (bu laf birilerine gitsin görürler falan burada :p)

    ve yüreğime işleyen o kelimeler;

    "dilsey:
    katlandılar"

    "aşağıdakiler compson ailesinden değiller. zenci bunlar."

    "ama ölümü hepsinin üzerinde sevmiş ve sadece ölümü sevmiş, bilinçli ve hemen hemen sapık bir ölüm sezgisini sevmiş, ve bu sezginin içinde yaşamış"

    "üç şeyi sevmiş. candace'ın düğün masraflarını ödemek ve quentin'i harvard'a göndermek için satılan çayırı, kız kardeşi candace'i ve alevi. ama bunlardan hiç birini kaybetmemiş, çünkü kız kardeşini hatırlamıyor sadece onu kaybedişini biliyor, ve aleve her zaman uykuya dalarken gördüğü parlak şeklin aynı,çayır ise satılmadan önceki halinden daha iyi..... .... 1913'te hadım ediliyor, 1933'te devlet akıl hastahanesine konuluyor. böylelikle bir şey kaybetmiyor, çünkü kız kardeşi olayında olduğu gibi, çayırı değil sadece çayırın kaybını hatırlıyor ve alev de hala o parlak biçiminde."
    ---
    spoiler ---


    (superbi - 3 Eylül 2014 03:47)

  • comment image

    ilk bölümdeki zaman geçişlerini faulkner öyle ustaca birbirine bağlar ki, zaman geçişi ilk okuyuşta fark edilemez bile, fark edilince de insanın hemen bir kamera alıp romanı filme çekesi gelir. müthiş bir roman.


    (geven - 21 Kasım 2014 10:01)

  • comment image

    bana erseler, sorsalar, «hiç "bir kitap okudum, hayatım değişti" demene vesile olan bir kitap okudun mu?» deseler, derim ki, «bittabi!»

    aslında, hayatımı değiştiren, daha doğrusu, "the sound and the fury"yi "hayat değiştiren bir kitap" yapan sürecin temelini kitabı okumam değil, bir başka kitabı okumamış olmam atıyor. gerçi, şu akışına yandığımın zamanında her sonuç elbet bir başka nedene bağlanıyor amma insan bu; zamanı parçalayacak; parçalayacak ki kaybolmasın bu saatler ormanında.

    işte, değişmiş hayatımın bugününden geçmişe doğru, çakımla bir çentik atıp yaraladığım saatlerde, günlerde, senelerde geçmişe doğru gittiğimde bakıyor ve görüyorum ki, ilk çentik bundan handiyse tam beş sene evvel, bir kasım gününde atılmış. bundan beş yaş küçük bu ben, lise sıraları arasında, henüz babasından miras bir beyinle düşünmekten fazlasını yapmayı öğrenememiş bir haldeyken, yanına varan, «ismet özel'in "erbain"i hakkında sunum yapacaktın. hani, nerede?» diye soran edebiyat hocasını evvela kesin bir «yapmayacağım!» ile karşılıyor, bu reddiyenin nedenini soran soruyu ise (yıllar sonra anımsadığında utanacağı biçimde) «o adamın görüşleri hoşuma gitmiyor.» diyerek yanıtlıyordu.

    edebiyat hocası ise, ki yolu daima aydınlık olsun onun, «o halde» diyordu, «o halde sana ceza: önümüzdeki iki hafta içinde, edebiyat tarihinin en zor okunan kitaplarından biri sayılan ve william faulkner tarafılan yazılan "ses ve öfke"yi okuyacak ve bir sunum hazırlayıp arkadaşlarına tanıtacaksın.»

    çok geçmeden başlıyorum romanı okumaya. değil bilinç akışı tekniği hakkında, bilinç hakkında dahi basit kelime-anlam bilgisi ötesinde hiçbir irfana sahip değilken başlıyorum buna. benjamin'le tanışıyorum ama pek tanışmak denemez buna; daha ziyade bir tanışma denemesi. faulkner'in romanı dört kez sil baştan yazdığını söylemesi gibi, ben de dört kez sil baştan başlıyorum romanı okumaya. ve bir türlü giremiyorum benjy'nin 33 doğumgünü kutlamış 3 yaşındaki kafasına. ama bir yerden sonra, ya roman beni yutuverdiğinden, ya da ben kendimi romanın dalgaları arasına salıverdiğimden, 7 nisan 1928 günü müthiş bir hızla sona eriyor ve 2 haziran 1910 başlıyor. ve quentin'in zihninde dolaştığımız bu bölümün henüz ilk paragraflarında kendi hayatımın kasıldığını, gevşediğini, titrediğini, sarsıldığını ve köklü bir değişimin eşiğine geldiğini ve dahi o eşiği aştığını hissediyorum. ama tabii, quentin'in saati ile arasındaki ilişkinin ve faulkner'in bu ilişkiyi anlatış biçiminin, günün birinde kendi edebiyat anlayışımın da mihenk taşı olacağından bütünüyle habersizim henüz. derken, tarihler 6 nisan 1928'i gösteriyor. sonra bir de bakmışız ki tarihlerden 8 nisan 1928 ve "ses ve öfke" bitivermiş.

    sonra sunumu hazırlamaya koyuluyorum. sunumda kullandığım birçok bilgiyi burada, ekşi sözlük'te, özellikle pan ile blue nymph nickli yazarların entry'lerinde buluyorum. ve bir aralık gününün sabahında, türk edebiyatı dersinin ikinci saatinde, 20 kadar kişinin ve o günlerde hiç haz etmediğim ama son birkaç senedir "beni bu ben yapan öğretmen" diyerek andığım hocanın önünde sunuma başlıyorum. sınıf arkadaşlarımın ilgili, hocamın takdirli bakışları altında kitabı tanıtırken, bu romanı, beş yıl sonra batı dilleri ve edebiyatları bölümünden iyi bir ortalamayla mezun olmaya hazırlanırken bu süreci başlatan roman olarak anacağımdan da büsbütün habersiz bulunuyorum.

    o gününün ardından kendimi bütünüyle bilinç akışı tekniği üzerine okumaya veriyorum. virginia woolf'un "mrs. dalloway"ini de yine aynı hocanın tavsiyesiyle ve yine sunum yapmak üzere o günlerde okumaya başlıyorum ama sunumu gerçekleştirmek için fırsatım olmuyor. faulkner'den okuduğum bir sonraki kitap olan ve 2010 ramazanı'nın bir iftarı ile sahuru arasında okuduğum "as i lay dying"i ise, bugün bile hala "en sevdiğim roman" olarak anmayı sürdürüyorum.

    "ses ve öfke"m ise, tıpkı aşka ve sevgiye dair sahip olduğum tüm hislerim gibi, mavi gözlü bir eski sevgilide kaldı. ne sevgimi, ne "the sound and the fury"mi, ne "as i lay dying"imi, ne de "mrs. dalloway"imi geri almayı düşünmüyorum.

    bu arada, entry'yi yazdığım sırada, bilgisayarımın tozlu klasörlerinin altını üstüne getirip "ses ve öfke" ile ilgili hazırladığım sunumu buldum ve bir hayli duygulu anlar yaşadım. kim derdi ki bu ben, lisede türkçe-matematik okuyan ve üniversitede reklamcılık okumayı planlayan beş sene evvelki bu ben, henüz dahi anlamındaki "-de"yi, "-da"yı ayrı, william shakespeare'in adını doğru yazmayı dahi bilmeyen ama "macbeth"ten kendince replikler («yaşam bir masal, bir kaçığın anlattığı; / ses ve öfkeyle dolu olup hiçbir şeyin anlatılmadığı») çevirmeye çalışan 16 yaşındaki bu ben, beş sene sonra tam bir "grammar nazi" kesilecek, shakespeare hakkında ders çapında bir çalışma yürütecek ve karşılaştırmalı edebiyat alanında yüksek lisansa hazırlanacak diye... kimse demezdi şüphesiz ama, görüyorsunuz; zamanın ne yönde akacağı, insanı nereye sürükleyeceği hiç belli olmuyor işte.

    (not: hiç arzu etmediğim denli öznel bir entry haline gelen bu entry'yi, 16 yaşındaki bir lise öğrencisinin fikirleri ile olsa da bir nebze olsun nesnelleştirmek adına söz konusu sunumu buraya iliştiriyorum. sunumu, son sayfadaki ismimi silip yerine nick'imi eklemek dışında tek bir virgülüne dahi dokunmadan paylaşıyorum.

    ve hayır, ağlamıyorum.)


    (siyah giysili adam - 29 Aralık 2014 04:02)

  • comment image

    rasih güran'ınkinden başka çevirisi olmayan kitaptır. orjinal dili ingilizce olan bir kitabın şimdiye dek tek bir kez çevrilmesi kitabın ne kadar zor anlaşıldığına delalettir.


    (golgeliyol - 19 Mayıs 2015 14:20)

Yorum Kaynak Link : the sound and the fury