Süre                : 1 Saat 30 dakika
Çıkış Tarihi     : 01 Mart 2012 Perşembe, Yapım Yılı : 2012
Türü                : Aksiyon,Cinayet,Drama,Heyecanlı
Ülke                : Türkiye
Yapımcı          :  TIMS Productions
Yönetmen       : Çagatay Tosun (IMDB), Çagri Vila Lostuvali (IMDB), Umur Turagay (IMDB)
Senarist          : Pinar Bulut (IMDB)
Oyuncular      : Murat Yildirim (IMDB), Asli Enver (IMDB), Sarp Akkaya (IMDB)(ekşi), Güven Murat Akpinar (IMDB), Berk Hakman (IMDB), Mehmet Ozgur (IMDB), Reha Özcan (IMDB), Pelin Akil (IMDB)(ekşi), Emir Faruk Ugurcan (IMDB), Yusuf Ias (IMDB), Tugay Mercan (IMDB), Goktug Yasar (IMDB), Furkan Didim (IMDB), Yagmur Esmer (IMDB), Emirhan Akbaba (IMDB), Berkcan Çakar (IMDB), Ulascan Kutlu (IMDB), Efe Akercan (IMDB), Baris Oner (IMDB), Mert Çolak (IMDB), Murat Garibagaoglu (IMDB), Pelin Dogru (IMDB), Mert Asutay (IMDB), Firat Albayram (IMDB), Jale Aylanç (IMDB), Alican Yücesoy (IMDB), Fatih Pasali (IMDB), Can Bulut Can (IMDB), Elif Atakan (IMDB), Özge Sezince (IMDB), Gülçin Hatihan (IMDB), Hakan Gerçek (IMDB), Can Bolat (IMDB), Reha Ozcan (IMDB)

Suskunlar (~ Game of Silence) ' Dizisinin Konusu :
2012'de ekranlara gelen Tims Productions imzalı Suskunlar'ın uyarlaması olacak yapım; masum bir hata sonucu çocukluk yıllarında hapishaneye giren dört arkadaşın hayatlarının alt üst olması ve yıllar sonra intikam almaya karar vermelerini konu edinecek.


  • "ezel ilk başladığında 6 ay monte kristo kontu da monte kristo kontu diye götünü yırtan tayfayı tekrar harekete geçiren dizidir. he amına koyim sleepers he."
  • "ihsan oktay anar'ın güzelim kitabının başlığına sıçan dizidir."
  • "hoca: adalet... saray adıydı değil mi?gurur komiser: haa anladım ben sizi... siz mahallecek anarşistsiniz."
  • "3. bölümde öyle bi soru soruldu ki, yıllarca arafta kalmama sebebiyet verecek cinstendi. kime koşarsın canın yandığında? en sevdiğine mi?seni en çok sevene mi?"




Facebook Yorumları
  • comment image

    kitap mevlana'dan bir alıntı ile başlıyor:
    " kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür"
    bu sözü görünce aklıma, farklı dönemlerde farklı duyuların nasıl öncelik aldığı ile ilgili olarak lucien febvre'in 16. yüzyılı "kulak çağı" olarak tanımlaması geldi.
    misal 16. ya da 17. yüzyıl insanının bir ney'i dinlemesiyle günümüz insanının dinlemesi arasında fark vardır. ortaçağ insanın ayasofya'yı görüp,izleyip algılamasıyla günümüz insanının algılaması arasındaki farka benzer bu.
    alımlama estetiği değişince duyumsama da değişir. sesin, müziğin, görmenin buralarda algılanmasının tarihini yazmanın sırası geldi galiba, duyguların ve duyularında bir tarihi vardır zira...


    (in nuce - 23 Ekim 2007 20:53)

  • comment image

    bu entry romanla ne yazık ki (!) ilişkisizdir.

    ***

    ihsan oktay anar’ın son yıllarda bu coğrafyada yazının unutulan yanlarından ikisine eşsiz katkılar yaptığını savunanlara katılıyorum. buralarda yazının ironi ve zanaat yanı hep göz ardı edilir. ama yazının, özellikle de romanın unutulmuş daha birçok yönü var bu diyarda. milan kundera, roman sanatı adlı yapıtında bu yönleri alenen listelemişti. listelemekle de kalmamış, romanın omurgasını oluşturan mühim quartetin en önemli icracılarının adlarını, yolunu kaybetmiş her okur ve yazar için teker teker saymıştı.

    kundera’ya göre romanın yüzlerce yıllık birikiminin iskeletini oluşturan bu dört unsur şunlardı:

    a] zaman
    b] oyun
    c] ironi
    d] akıl

    a] zamanın, özellikle kaybolan zamanın peşine düşerek roman sanatının zirvelerinden birini oluşturan proust, romana zamanı bir daha hiç çıkmayacak biçimde soktu. joyce ise, proust’un tam aksi yönünde bir hedef doğrultusunda yapıtlarını oluşturdu. joyce, şimdiki zamanın durdurulamaz, hiçbir yerde biriktirilemez yönüyle başa çıkmaya çalıştı. hatta şöyle de diye biliriz: joyce, proust’un takıntısının sebebini ortadan kaldırmaya çalışıyordu. zira zaman şimdide oluşup, kişisel tarihi oluşturuyor, şimdiki zamanda elimizden kayıp gidiyor ve bir yerde birikiyor. işte joyce, finnegans wake ile akıl almaz bir set oluşturmaya çalışmıştı (unutulmaz geometri dersi bölümü hakkında bilmiyorum ne denebilir?). zamanın önüne çekeceği bu seti kurmak, onun her kelimesinin saplandığı yegane hedeftir.

    b] oyun. romanın, yazmanın –belki de yazma deliliğinin- yegane sebebi. romanın kurgusuna akışkanlık özelliğini veren, yazarın bir jonglör gibi içeriğini sağ elinden sol eline portakalmışçasına atmasını sağlayan eşsiz şey…denis diderot "jacques the fatalist and his master" adlı romanında, bugün entelektüel masalarda adlandırılamayan, masanın etrafındakilere hakkında “kanaatler” serpiştirilemeyen her şeyin “postmodern” olarak adlandırılmasından çok önce, bugünün romanının temellerini, tüm oyunbaz numaralara başvurarak atmıştı. oyun bu romanın karakteriydi. tıpkı laurance sterne’ün tristram shandy’sinde de olduğu gibi. fakat bu romanlar, günümüz postiş – parodi romanlarından oyunbaz olmak için çok daha fazla nedene sahiplerdi. bir şeylere karşıydılar. tıpkı cortazar ve borges’in yapıtlarının çok derininde saklanmış olan karşıtlıkta olduğu gibi… şimdi tüm parodilerin altları da, üstleri de boş.-cervates’e dair bir şey demeye sanırım gerek yok oyunbazlık konusunda. yalnızca adını söylemek yeterli.

    c] kafka ironiyi öyle bir karışımı yumuşatmak için kullandı ki, elde ettiği kıvam onu dahi şaşırttı. kafka gündelik hayatın metafiziğiyle uğraşırken fantastikten ve ironiden düzenin baş edemeyeceği biçimde yararlandı. pek çok ardılı olmasına rağmen kendisine yaklaşılamamasının sebebi acaba yine nedensizlik, ya da aynada kendisine bakan yaratıcının aksini görememesi olabilir mi?

    d] robert musil ve hermann broch (kendisi hakkında yalnızca 3 adet entry bulunan deha yazar), romana aklı sokup, onu hem eleştirip, hem de ondan yararlanarak eşsiz bir roman ortaya koymuşlardı. bugün hala musil’in tamamlanamayan (ki, calvino bu yapıtın hiçbir şekilde bitemeyeceğini her daim vurgulamıştı- yazımı 23 yıl sürüp tamamlanamaması bu yüzden biyolojik ya da kaderci bir açıklama ile anlamlandırılamaz…) niteliksiz adamı’nın ikinci cildinin tercüme edilememiş olmasını, broch’un ise eserlerinin derli toplu yayın evlerimizce basılmamasını, romanımızın, daha doğrusu da yazın dünyamızın akıldan çok gönüllere hitap etmesinden kaynaklandığını söyleyebilir miyiz?

    bu kendi halinde girizgahın ardından, yeni nesil roman yazarlarımızın kundera’nın verdiği listede nerede yer aldıklarına bakalım:

    son yıllarda hasan ali toptaş romanımızın zanaati ve oyunu unutan yönünün tekrardan güçlenmesini sağlayan en önemli isimlerden biri. özellikle sonsuzluğa nokta’daki nahif hasan ali toptaş kalemi ve gölgesizler ile daha da demlenen romancılığı sanırım daha sonra hiçbir şey yazmasa bile başlı başına bir zirvedir. roman, hasan ali toptaş sözlüğünde dönme dolap sözcüğüne denk düşer. ama her romanında işlevi sadece biçimle sınırlı kalmıştır. kuşkusuz sonsuzluğa nokta’dan uykuların doğusuna gelene dek bu tercih bilinçli olarak yapılmıştır.

    daha sonra bence murat uyurkulak, kıvamı hep yerinde öfkesiyle tol’dan har’a oyunun hakkını tam anlamıyla verdi. murat uyurkulak har’ın yazarı olarak çok ama çok dertli bir jonklör olarak tanımlarsam pek hata yapmış sayılmam.

    hakan günday’da bu dertli ve öfkeli oyunbaz çizginin temsilcilerinden. azil ile geldiği nokta tam olarak henüz değerlendirilmemiş olsa da, bir sonraki romanı için bence çok ciddi sinyaller vermekte.

    hüseyin kıran’ın sessiz sedasız araya kaynayan, unutulan romanı resul’de günday ve uyurkulak’ın oluşturduğu kanonda yer alıyor. kıran ise, günday ve uyurkulak kadar bile değerlendirilemedi ne yazık ki.

    romanını oyun, akıl ve ironi gibi üç temel öğe ile harmanlaya bilmiş olan tek isim ise, oğuz atay’dır. onun romanı, pek çok çevrede yapılan ışın karaca janrına dahil edebileceğimiz arabesk “tutunamadııııım” çığırtkanlığının çok ötesindedir. geç değerlendirilip, çoğunlukla da yönsüz okumalara maruz bırakılması birazda bu çok yönlülük, kapsamlılıkla açıklanabilir.

    gelelim dil işçiliği, zanaatkarlık kısmına. bilge karasu, bir gün yusuf atılgan ile sohbet ederken yusuf atılgan’a “sen ve ben türkçeyi en iyi kullanan son iyi yazarlarız. ama senin aylak adam’ın ilk baskısında –varlık yayınlarından çıkan- bir hata var. basit bir yazım hatasını nasıl atladın,” deyince, atılgan, “o hatayı bilerek öyle bıraktım. öyle daha iyi duruyor,” diye yanıtlamış. orhan pamuk’un yer yer aksayan diline saldıranların sanırım romanın “ali gel, ali git”in çok ötesinde semantik deryalara açılan bir yelkenli olduğunu unutmamaları gerekiyor. zanaatkarlık hep sanatlarlıkla desteklenmelidir, elbette temel kurallar unutulmadan. fakat dil kimi zaman yetmez. ilk kez duyduğumuz şey bazen bize bu yüzden de yanlış, aksak gelebilir. şimdi çıkıp pamuk’un dilbilgisi hatalarını pek çok kişi sayıp ortaya dökebilir. peki bu neyi değiştirir? roman sadece bu mudur? roman anlayışında kundera’nın saydığı tarihsel birikimin hiçbir parçası olmayan bir yazar iyi bir dille yazsa ne olur, yazmasa ne olur?

    ihsan oktay anar, aklın, ironinin, zamanın ve oyunun kendi bulunmaz tarzıyla hakkını vermek gerekir. fakat birinin çıkıp "bencileyin o tektir, en büyüktür," demesi, ya o kişinin sadece zevkler ve renkler tartışılmaz estetik kuramına bağlı olmasıyla, ya da az okumasıyla açıklanabilir.

    ihsan oktay anar’ın en güzel yanı ise, hiç kimseyi umursamadan yazmasından geliyor. zira o da suskunlar’dan. bense biraz dertli yazarların bayrağı dalgalansın istiyorum. ama onların bayrağı hiçbir zaman sağa sola asılmıyor.

    vüs’at bener’den niye söz etmedin, denebilir. ama bu metin ne bir kitap tanıtım matbuatı metni, ne de susmak öyle alelade bir iş. hele bir de şu var: o tek harbi suskundu, bu yüzden…


    (mutereddit tedirgin - 5 Kasım 2007 16:50)

  • comment image

    --- spoiler ---

    kitabın 175. sayfasında farsça bir mısra yer almakta efendim. muhteşem neyzen bâtın efendi’nin oğlu zâhir’in, hüseyin efendi camii önüne geldiğinde dilinden dökülen nağmenin de sözlerinden bir kısmıdır aynı zamanda. işbu mısra şu şekilde:

    güyâ ki der in kubbe-i firûze kesinîst

    bu farsça mısra:

    güya bu firuze kubbede hiç kimse yoktur

    anlamına geliyor.

    bana, biraz da mevlânâ celâleddin rûmî’in:

    incâ kesîst pinhân, hodet megîr tenhâ

    dizesine naziredir *, böyle bilinmeli.

    “burada gizli biri var, kendini tek başına zannetme”

    anlamına gelen bu mevlana celaleddin dizesi, var olanların özü üzerine harika bir dize ve tasavvuf terminolojisinde tanrı’nın varlığının her yerde olduğu, o’nun varlığının her şeyi kapladığı ve kapsadığı bildirilmiş. yani mevlânâ “allah her yerdedir” diyor kısacası.

    aslında, muhteşem neyzen bâtın efendi’yi, hıristiyan ilahiyatına göre tanrı şekline konumlandıran ve oğlu zâhir’i de aynı ilahiyat kurallarına göre isa mesih makâmına yerleştiren ihsan oktay anar, isa’nın “eli eli lema şevaktani” sözüne de atıfta bulunuyor olmalı. aramca’da “tanrım, tanrım, beni niçin terk ettin?” anlamına geliyor bu cümle. bu şu demek: hüseyin efendi camii önüne geldiğinde dilinden “güya bu firuze kubbede hiç kimse yoktur” sözlerini söyleyen isa motifindeki zâhir, aynı zamanda isa’nın da kendisi olduğu için, “tanrı bizimledir” adını da doğal olarak taşır çünkü incil’in yeşaya 7:14’ünde isa’nın adının “immanuel” olduğu bildirilmiştir. bu isim de aramca’da “tanrı bizimledir” anlamına gelir. yani, tanrı daima bizimledir. buradan islam tasavvufuna geçen ihsan oktay anar, tanrı’yı muhteşem bir neyzen olarak konumlandırmış ve dahi, o muhteşem neyzen’in adının bâtın olduğunu bildirmiştir. iç, dâhilî, gizli, içyüz, sır, esrar gibi anlamlara gelen bâtın kelimesi, hem allah’ın sıfatlarından birisidir hem de kelime anlamı itibariyle, her şeyi çekip çeviren gizli bir ele işaret eder ve hem de, gizli olduğu halde her yerde vardır o. yani ki, adı aynı zamanda tanrı bizimledir olan zâhir efendi, ilk önceleri isa peygamber gibi, tanrı’nın varlığından asla şüphe etmemiş, taşıdığı “immanuel” adında bile tanrı’nın kendisiyle olduğunu daima vurgulamıştır.

    işte bu zamanlarında “güyâ ki der in kubbe-i firûze kesinîst” neşideleri dilinden eksik olmayan zâhir, suskunlar’ın 235’inci sayfasında yer alan “âh beybaba ! â be babalık ! neden çamura yattın” satırlarıyla, “eli eli lema şevaktani” sözünü de, yani “tanrım, tanrım, beni niçin terk ettin?” sözünü de dillendirmiş oluyor.

    islam tasavvufundan hıristiyan ilahiyatına ve oradan da 17. yüzyıl osmanlı hayatına varan bu eser, gerçekten de kurgusuyla başarılı bir eser.

    ---
    spoiler ---


    (gozupek - 7 Kasım 2007 10:30)

  • comment image

    öncelikle kitabı okumayanlara not: bu entry had safhada spoiler içerir. öyle böyle değil.

    *
    hakkında çok farklı şeyler yazmak isteğine sahip olmama karşın, hakkında olumsuz eleştiri yapmadan önce, imgelerin ne anlama geldiğini düşünmeyi veya araştırıp öğrenmeyi uygun bulmayan hazırlopçular için birkaç satır yazmadan edemedim.

    (bkz: #13013636)

    “muhteşem neyzen batın efendi kimdir. ne işi vardı öyküde, kesin son dakka buraya kondu, o da davut’u kurtarmak için.” diyenlere şöyle cevap vermek icabediyor:

    "muhteşem neyzen batın efendi" allah'ın kendisidir. bu sebeple, ancak kendi gerçekliğimizde olduğu kadar ete kemiğe büründürülmüştür. islam'a göre, allah'ı ve muhammed'i resmetmek ve tasvir etmek kesinkes yasak olduğundan, bunca tasavvufi bir bakış açısının konu edildiği romanda da böyle bir işe girişilmemiş olması isabetlidir kanımca. yoksa bir tutarsızlıktan söz ediyor olurduk.

    “oğlu kimdir, neden katledilmiştir ve biz bunu neden okuduk şimdi” sorusuna ise şöyle diyesim var:

    oğlunun öyküsünü ve katlini okumamızın sebebi, kehanetin gerçekleştiğini görmektir. hatta öykü süresince, lazarus’un dirilişi, son akşam yemeği, yahuda’nın ihaneti bölümlerini de bir güzel okur ve tekrar yaşamış oluruz (burada bahsedilen oğul’un isa peygamber olduğunu herhalde anlamışsınızdır). davud'un ölmemesinin de sebebi ise, "yedi müzisyen" içinde sayılmamasıdır. tüm kitapta, müzisyenlerin dışında tek ölenler, kabil'in eşlikçileri, yani ölümün efendileridir (tavuğu saymıyorum). (bu kehaneti ilahi anlamlarıyla yorumlayabileceklerden rica edelim hatta, çok daha güzel olur) (bu “yedi müzisyen” sembolü de başka bir hayatın konusudur)

    “eflatun, kitabın renginden başka nedir ki bu kadar velveleye verilmiştir ortalık” diyenlere de laflar hazırladım:

    eflatun'un renginden başka olayının olmamasının sebebi, aslında biraz felsefede ve konunun özetinde gizli. eflatun, şeyhlik mertebesine yükseltilmiş olmasına karşın şeyhlik yapmamış, "neyse o" olarak kalmayı tercih etmiştir. ilahi olanı gördüğünden, duyduğundan, daha başka bir şey olmasına gerek yoktur. bu açıdan bakılırsa, aslında çok mantıklı eflatun'un sessizliği ve etkisizliği. (bunu daha iyi anlatmak için bir zahmet okuyucuyu budha’nın aydınlanma öyküsüne alalım.)

    “hadi rengi anladım da, eflatun’un bitmeyen gezilerini ne demeye okuduk” diye veryansın edenlere açıklamamız şöyle:

    eflatun'un malum sesin kaynağını arama sürecinde bir insansı ve ilahı taraf bulunur. kitapta da yazar bu. eflatun, bu süre boyunca 7 kişiyle karşılaşmıştır ve bunların her biri yedi ölümcül günahı temsil eder: ofke, açgözlülük, kıskanclık, oburluk, sehvet, gurur, tembellik.
    yedisi tarafından da kovulmuş, yani nefsini yenmiş ve aydınlanmaya giden yolda muvaffak olmuştur. benzer bir yolcukuk, dante'nin ilahi komedya'sında da görülür aslında. hatta, yegâh, dügâh ve segâh’i bir yerde cennet, cehennem ve araf olarak okuyabiliriz biraz uğraşırsak. bunun mantıklı bir açıklama olduğunu düşünüyorum kendimce. en azından çok açık olması sebebiyle, bunun mantıklı bir açıklamadan daha fazlası olduğunda ısrarcıyım.

    gelelim “bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevî vüsafâsı olan ehl-i vukuf füsûnkârlarının bezediği o vâsî füseyfisâda raks ve vüsûb eden vüsemâ gibi birer üfkûhe idiler" şeklindeki “zorlama” cümlenin zorluğu altında kalan atlaslara:

    ismini sukunetten, satırlarını müzikten alan bir besteye benzer bu eserin satırlarında "zorlama cümle" tanımının neye dayanarak yapıldığını merak ediyorum. müziğin ahengine eş bir sesin okunduğu bu satırlar ve niceleri, divan şiirinin ahengini bir damlacık olsun yaşatabildiği için bile çok değerli olmalı. tüm kitap ne güzel ki bunlarla bezenmiş. bu sebeple, bu sesler birliğini yermeden önce bi zahmet biraz divan edebiyatı bilgilerinizi hatırlayın. en azından seslerin müziğine kulak verin ki, bir şansınız olsun anlamak için.

    kitabın ve öykünün, bu zorlama cümleyeharcanan vakit kadarının harcanmadığının neye dayanarak söylendiğini merak ediyorum. sevgili ihsan oktay anar, bilgiye sahip olmanın yanı sıra, bu bilgiyi kullanma ve kurgu konusunda da ne denli yetkin olduğunu bize her defasında yeniden göstermektedir. onun kitabına hayat verirken kurguladığı olayları anlamak için (daha iyi anlamak, ikinci ve üçüncü anlamlarını algılamak ve sembolleri okuyabilmek için diyelim) biraz din bilgisi, edebiyat bilgisi, felsefe bilgisi, biraz da tarih bilgisi gerekir. sevgili anar, öykülerini bu dünyalar içinde, çoğu zaman matematikle de harmanlayıp okuyucuya sunar. yazılanların adresini bulması için biraz okuyucu çabası şarttır. öyle hazırlop bir okur, uzun ihsan efendi’nin dediklerinin yüzde birini anlıyorsa kendini şanslı saysın derim.

    sevgili dagny taggart, yaşadığı hayal kırıklığının biraz kendisinden kaynaklandığını bu sayede öğrenmiştir sanıyorum. bunun da, hayal kırıklığının bir kısmını(en azından uzun ihsan efendi’nin payına düşen tarafını) tamir edebileceği beklentisi içindeyim.yok hayır diyerek diretiyorsa, bundan sonraki anar eserlerinin arka kapağıyla yetinebilir gördüğüm kadarıyla. “ona ne gerek var, bu niye yazılmış”larla hareket ederse, ilerice çok iyi bir prospektüs yazarı olabilir. fakat kendisini suçlamıyorum. özetin özetini çıkarmak üstüne kurulu eğitim sistemimizin suçu hepsi. bu kadar da olmaz ki ama.

    bu entry, hazırlopçu okur dagny taggart’a adanmıştır.


    (kaamos - 9 Nisan 2008 22:05)

  • comment image

    bu memlekette çocuklara tecavüz edilir.. bu memlekette çocuk istismarı vardır.. bu memlekette böyle orospu çocuğu çoktur.. ama bunların olması görmediğimiz sürece bizi rahatsız etmez.. etmez ama bunu dizi olarak bize gösterirsen sinirden köpürür bir fena oluruz biz.. lan bu bokun içinde yaşıyoruz.. al sırf kokusunu duyman yetmez.. gözünle de gör.. nasıl bir memlekette nasıl bir cennet vatanda yaşadığını bil.. mis gibi bir dizi olmuş.. olduğu gibi..


    (dunya mali ucan hali - 1 Mart 2012 21:22)

  • comment image

    daha geçen hafta cuma günü ilk cezaevi görüşmemi gerçekleştirdim. üstelik müvekkil bir çocuktu.

    suçu ağırdı, yanımda avukat arkadaşım, hayretle dinledik onu, sarsıldık, üzüldük kahrolduk, bir haftadır 'abla burası bildiğiniz gibi değil, neler oluyor içeride' sözleri kulağımda sürekli yankılanıyordu zaten.

    konusunu da bildiğim için özellikle erken geldim eve bu akşam ve izledim bu diziyi.

    bin katı daha fazla sarsıldım, geçen cuma, ben o çocuğun yanından çıkıp, onu koğuşuna geri yollarken, bir de üstüne bak daha çok gençsin çıkacaksın güzel bir hayat seni bekliyor gibi gereksiz laflar ederken, o geri döndü o dünyaya... o geri döndü dünyasına koğuşuna ben de kendi hayatıma.

    izlerken o çocuğun detaylı anlatmadığı ama sürekli vurguladığı burası bildiğiniz gibi değil abla lafları çınladı durdu kulağımda, çok etkiledi beni.

    kurguyu, çekimi, kullanılan müzikleri de beğendim. umarım uzun süreli olur. umarım allah kimseyi çocuk veya büyük yaşta düşürmez cezaevine. allah kimseye suç işlemesine yol açacak bir hayat sunmaz.


    (pell in - 1 Mart 2012 22:01)

  • comment image

    3. bölümde öyle bi soru soruldu ki, yıllarca arafta kalmama sebebiyet verecek cinstendi.

    --- spoiler ---

    kime koşarsın canın yandığında?
    en sevdiğine mi?
    seni en çok sevene mi?

    ---
    spoiler ---


    (yoktan adam - 17 Mart 2012 02:03)

Yorum Kaynak Link : suskunlar