This Is England '90 ' Dizisinin Konusu : This Is England '90 is a TV mini-series starring Lyra Mae Thomas, Billy Braithwait, and Chanel Cresswell. The year is 1990, the rave scene has just entered England. The sound of the Stone roses lurks toward Shaun and the gang. This...
Ödüller :
This Is England '86(2010)(8,3-9638)
This Is England '88(2011)(8,3-7740)
This Is England(2007)(7,7-109540)
Dead Man's Shoes(2004)(7,6-50551)
A Room for Romeo Brass(2000)(7,6-5029)
TwentyFourSeven(1998)(7,1-2294)
Somers Town(2008)(6,9-5727)
BAFTA TV Award-Best Mini-Series in 2016
BAFTA TV Award-Best Supporting Actress
bir peter weir filmi. weir, çekimlerden önce gelibolu gelibolu'ya gelmiş, çok da etkilenmiş. hatta savaştan kalan bir çok nesne toplamış ve bunların bazılarını filmde de kullanmış. ayrıca denize girmiş, zamanında askerlerin yaptığı gibi ve senaryoya bir su altı çekimi de eklemiş bu deneyiminden sonra.filme gelince, adının aksine, büyük bölümü gelibolu'da değil, avustralya'da geçiyor. ilk yarısı diyelim. ikinci yarının yarısı mısır'da, geri kalan dar bir bölüm de, yani filmin sonu ancak gelibolu'da geçiyor. weir, çok daha etkileyici işleyebileceği bir konuyu biraz es geçmiş gibi. yine de iyi bir film ama. savaş çekimlerinin zorluğunu aşabilseyermiş, ki yönetmen dar bütçe içinde bu kadar hareket edebilmiş, baya bi başyapıt olabilirmiş, ama olamamış. xfilmde gelibolu olarak görülen coğrafya ise, avustralya'nın kıyılarından biri. ancak haklarınhı vermek lazım, kesinlikle çok benzer bir coğrafya yakalamışlar. ki yönetmen gelibolu gezisi sırasında bir çok fotoğraf çekmiş ve bunlarla karşılaştırıp karar vermiş çekim mekanına.
(dikakana bey - 16 Mayıs 2003 02:19)
peter weir'ın 1981 yılında çektiği film, sık sık savaşın anlamsızlığı ve "eğer biz gelibolu'ya gidip onları durdurmazsak, onlar buraya geleceklermiş" minvalindeki dezenformasyonu vurgularken; antimilitarist öğeler, bununla da sınırlı kalmıyor ve ingilizler'in anzak askerlerini yardıma çağırıp, sonra da göz göre göre ölüme göndermelerini işliyor son bölümde.--- spoiler ---şahsım adına söyleyebilirim ki, en doğru ve en erdemli tepkiyi, frank dunne rolündeki mel gibson koyuyor ve askere gitmeyi, kahramanlıkla özdeşleştiren arkadaşlarına "bu bizim savaşımız değil ki, ingilizlerin savaşı!" diye çıkışıyor. işte olayın özeti aslında bu kadar basit. ne işin var senin türk topraklarında? tüm toplumun böyle adamlardan oluşabileceği ve toprakları işgal altında olmadıkça parmağını kımıldatmayan bir halkın var olabileceği ihtimali o kadar güzel ki! ne işin var lan elalemin evinde... ancak filmde yaşlısından gencine, kadınından çocuğuna kadar, askerlerle gurur duyulduğu, onların birer kahraman olduğu vurgusu var ki, gerçek hayat da tam olarak bu maalesef. savaşa gitmek istemeyenin hainlikle suçlanacağı yerde, savaşmak isteyenin suratına tükürecek kadınların yer aldığı bir dünya olaydı iyi olmaz mıydı hacı? olurdu bittabi... "savaşacak kimse olmazsa savaş da olmaz" diyoruz ama nafile! savaşacak angutlar sürüsü mutlaka olacak. her zaman olacak...neyse efendim, zaten frank de filmin ortasında, "itilip kakılmaktan bıktım, savaşa gideyim de subay olup geri döneyim" diyerek, askerliği bir sosyal statü ve refah aracı olarak kullanma gayesiyle unutuyor bu savaşla işi olmadığını. değerlerini, üniformanın kadınlar üzerindeki etkisi uğruna bir kenara atarak, dedesini kendi kementiyle asan ingilizlerin emrine giriyor. genç archy'de ise, frank'in ilk zamanlarındaki olgunluğun bile esamesi okunmuyor. ne için yapıldığı hakkında bile herhangi fikrinin olmadığı bir savaş uğruna harcıyor yaşamını ve amcasının tabiriyle çelikten yapılmış bacaklarını. salak herifler...--- spoiler ---filmin bir başyapıt ya da şahaser olduğunu düşünmüyorum, ancak detaylar çok iyi yakalanmış. örneğin türk askerleri, cephede bayağı sıkı türkçe konuşuyorlar. artık, gerçekten türk mü oynatıldı, yoksa üzerine dublaj mı konuldu bilmiyorum ama, bu tarz filmlerde türk diye arap oynatmak ve hangi dili konuştuğunu umursamamak, dönem filmlerinde sık sık rastladığımız bir hata.beni şaşırtan bir diğer unsur da, bize bugüne kadar hep "şöyle fakirdik, böyle mühimmatımız yoktu" diye anlatılmasına rağmen, filmdeki türklerin makineli tüfek ve mühimmat açısından gayet zengin oldukları görülüyor ki, bu konudaki tarihi gerçeklere hakim değilim. ya "mermi harcamamak için süngü takıp savaştı atalarımız" diyen resmi tarih bizi yedi bunca yıldır, ki yapmayacağı şey değil; ya da türkler bilinçli olarak, filmi dramatize etmek ve anzak askerlerini biçare göstermek için mermileri ağaçtan topluyolarmış gibi yansıtıldı.hasılı, müthiş etkileyici olmasa da izlenmeye değer bir film, ama daha fazlası değil. özellikle de, müziklerin yerli yersiz kullanımı, yönetmenin daha iyi bi film çekme şansı varken elindeki fırsatı yeterince iyi kullanamadığını düşündürdü bana. bonkörce albinoni sol minor adagio dağıtmış her yere peter weir. elindekinin kıymetini bilememiş. o da gençmiş tabii o zamanlar, üzerine gitmemek lazım adamın. sonradan daha iyi filmler de çekti kerata...edit: parliament night blu ray sağolsun, tarihsel perspektiften bakarak çok kıymetli bilgiler vermiş mesaj yoluyla. buradan da paylaşayım da, konuyla ilgilenen herkes faydalansın istedim:ilgili sahnede gösterilen muharebe 7 ağustos 1915'e ait. türklerin mühimmat yetersizliği ise kara savaşının başlangıcı olan nisan ayında görülüyor. fakat temmuz ortasına kadar almanların istanbul'a gönderdiği mühimmat nihayet gelibolu'ya ulaşıyor. bu sebepten 7 ağustos'ta cesarettepe'de mühimmat ve silah sıkıntısı çekilmedi. hatta maxim makineli tüfeği gibi döneminin en iyilerinden birine sahiptik. süngü savaşına çok girdik, doğru. ama bu mühimmat yetersizliğinden değil harbin gidişatından kaynaklanan bir taktik unsurdu. filmde de dikkat ettiyseniz 10. hafif süvari birliğine tüfekler boş olacak talimatı veriliyor. onlar da süngü hücumunda bulunuyor. bu sayede taarruz esnasında ateş etmeye konsantre olup düşman siperlerince av olmaları engelleneceği tahmin ediliyor. ama başka sebeplerden dolayı bu taktiğin bir önemi kalmadan türkler cesarettepe'de tereyağından kıl çeker gibi kolayca başarı elde ediyor.
(kivikocan - 5 Ekim 2013 01:22)
türkiyede oynadığı dönemde gittiğimde (1982 falandı galiba), filmin sonunda anzaklar sapır sapır vurulurken sinemadaki seyircilerin alkışladığı film*
(chapar - 3 Mayıs 2004 16:29)
gecen son bolumler de yayinlandi bitti. konusan turk karakterleri genelde turkler oynamis bir iki yerde yabancilara oynatmislar konusmalari siritiyor o vakit ama az iste. zaten turk tarafi pek islenmiyor.ataturk kacirmadiysam iki kere gozukuyor bir "ben sizlere olmeyi emrediyorum" derken bir de ingilizler basarisiz hucum uzerine hucum yapip askerleri turklere yem ederken boyle "bu mal degnekleri ne yapiyor" dercesine basini saga sola sallarken.biterken de "artik onlar bizim de evlatlarimiz" yazisini da koymuslar.
(nuitari - 14 Mart 2015 15:43)
türk yapımcıların aşk, meşk, reyting uğruna bok ettikleri mükemmel bir konuyu, avustralyalıların kendi bakış açılarıyla süper bir şekilde anlattıkları 7 bölümlük yabancı dizi.
(habil - 23 Mart 2015 02:53)
türk yapımcısının ve kafasında "türk esirlerin diri diri yakıldığı, evliyaların savaştığı, buluta binip uçan askerlerin olduğu bir çanakkale" olan herkesin tekrar tekrar izleyerek ders çıkarması gereken, düşük bütçeli ama son derece başarılı mini-dizi. bugüne kadar ülkemizde bu konuda ortaya konmuş yapımların tamamı, şu ufacık dizinin fersah fersah gerisinde.dizide izlediklerimiz, çok büyük oranda günlüklere, hatıratlara, güvenilir kaynaklara yansımış hadiselere dayanıyor ancak üzerlerinde biraz oynanmış. tabii bu oynamalar "o kadar da olsun canım"la geçiştirebileceğimiz düzeyde.*belki de çoğu kişinin ilk kez bir çanakkale savaşı projesinde gördüğü bu olayların tarihsel doğruluklarının irdelenmeye çalışıldığı, biraz da olayların geçtiği kaynaklardan bahseden bir entry olacak.bölüm bölüm gidiyorum, buyurunuz:[1. bölüm]-25 nisan sabahı karaya çıkan ana karakterlerin yer aldığı birlik, kılıçbayırına* ve düztepeye* ilerlemeye çalışıyor. bu elemanlar 3. avustralya tugayının 11. tabur askerleri. bu noktada yüzbaşı taylor'a dikkat çekmek istiyorum. bu karakteri diziye koyarken esinlenilen isim, aslında o ilk gün büyük bir golü kaçıran ancak hikayesi pek bilinmeyen* yüzbaşı eric william tulloch. 25 nisan günü tulloch ve beraberindeki 50-60 adam, stratejik önemi büyük olan düztepe'ye ulaşmayı başaran ilk düşman birliğiydi. sonuçta dizide görüldüğü gibi geri çekilmek zorunda kaldılar ve o günden sonra bir daha hiçbir anzak veya ingiliz askeri bu noktaya ayak basamadı. -yukarıda bahsettiğim o pek bilinmeyen hadisenin anlatıldığı sahne. bu sahne, taylor karakterinin aslında e.w tulloch'u temsil ettiğini net olarak anlamamızı sağlıyor. taylor 300 m. uzaklıkta, ayakta dikilen bir komutan görüyor ve yanındaki erlere 'kim vurabilir?' diye soruyor. baş rolümüz tolly oğlan ateş ediyor ve ıskalıyor.gel gelelim olayın aslı biraz farklı. öncelikle orada dikilen komutan gerçekten dizide gösterildiği gibi yarbay mustafa kemal miydi, yoksa başka biri miydi, bilinmiyor. atış mesafesi de kaynaklarda* 300 değil, yaklaşık 800 m. olarak geçmekte. ateş eden kişi de tulloch'un bizzat kendisi. buradan(yani düztepenin güneydoğu tarafı) 800 m. ilerisi conkbayırı civarı. m.kemal'in de o saatlerde conkbayırı'nda olduğu biliniyor. bu durumda ayakta dikilen komutanın m. kemal olması tabii ki yüksek bir ihtimal fakat net bir şey yok. belki de atatürk'ün çanakkale'de atlattığı ilk ölüm tehlikesi buydu, bilmiyoruz.ayrıca taylor'ın(yani tulloch'un) ilerleyen dakikalarda öldüğünü görüyoruz fakat aslında karakterin temsil ettiği kişi yani eric w. tulloch, yaralı olarak savaştan sağ çıkmıştı.-yarbay mustafa kemal'i "benimle beraber burada savaşan askerler.." şeklinde başlayan o meşhur sözlerinden birini ('ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum' sözünü kastetmiyorum) söylerken görüyoruz. fakat bu sözleri 25 nisanda değil, 3 mayıs'ta birliklere yazılı olarak iletmişti.[2. bölüm]-bölümde ilk dikkat çeken şeylerden biri, william bridges'ın* sedyeyle götürüldüğü sahne. bridges, 15 mayıs'ta türk keskin nişancılar tarafından sadece sağ bacağından vurulmasına rağmen merminin femoral arter'e denk gelmesi sebebiyle hayatını kaybetmişti. bu, avustralyalıların dünya harbinde bu kadar yüksek rütbede verdiği ilk kayıptı. bugün çanakkale'den bahseden bazı kimselerin william bridges'tan bir takım sözler naklettiğini görebilirsiniz, kanmayınız. adamın öldüğü tarih bellidir. türkler hakkında bilinen herhangi bir sözü yok.-bölümün ortalarına doğru meşhur 19 mayıs taarruzu işleniyor. dizinin bu kısmında bariz hatalı olan şey, saldırının bodoslama bandoyla, marşlarla ve tüfek ateşiyle başlıyor olması. bunlar gizlilikle icra edilmesi gereken bir gece baskınının doğasına tamamen aykırı şeyler. (bildiğiniz gibi 19 mayıs taarruzu bir gece baskını olarak planlanmıştı) gerçekte türk tarafının başlattığı yoğun tüfek ateşi 3 saat önce kesilmiş, marşlar çalınmaya başladığında taarruz çoktan ilerlemiş, ilk zayiatlar çoktan verilmişti. kısacası taarruz, dizide yansıtılanın aksine, bu kadar gürültülü biçimde başlamamıştı. bu arada dizide duyduğumuz marş bayağı alakasız bir marş aslında. (bkz: elçi peşrevi)-avustralyalıların gündüz gözüyle açıktan türk makineli tüfek mevzisine daldıkları sahne, bayağı eleştirilmesi gereken bir sahne. zira bir gece baskını, sürünerek ilerleme veya kalabalık bir taarruz haricinde bu işi o şekilde yapmak pek mümkün değil. ayrıca gelibolu'da her iki tarafın da mevzilerini birbirlerini koruyacak şekilde inşa etmeye çalıştığı biliniyor. yani bir siperin, bir makineli tüfeğin bu denli korumasız bir konumda olması düşünülemez. biraz daha mantıklı bir sahneyle istenilen aksiyon yine sağlanabilirdi.-avustralyalıların yeni gelen askerlerle siperde kavga ettiği bir sahne var. yeni gelen askerler 10. light horse alayının askerleri. bu askerler isimlerinden ve atlı olmalarından dolayı süvarilerle karıştırılırlar ancak pek alakaları yoktur. light horse'lar atları sadece hızlı hareket edebilmek için kullanıp, savaşa yaya olarak girerler. gelibolu'da tamamen yaya olarak savaşmışlardır. çanakkale haricinde sina/filistin cephesinde yenilgimizde büyük pay sahibiydiler. (bkz: #59453000)bu elemanlarla ilgili güzel bir film için (bkz: the lighthorsemen)-yine avustralyalıların açıktaki bir yaralıyı almak için kızılhaç bayrağı kaldırdığı ancak ateşe maruz kaldığı, sonrasında bir türk subayının çıkıp özür dilediği bir sahneye geliyoruz. olay charles bean'in "the story of anzac" kitabından alınmış. bean, bu subaydan "haberci" diye bahsediyor ve türk tarafının da bir kızılay bayrağı kaldırmasıyla, "resmi olmayan bir ateşkesin başladığını" söylüyor. tabii bunlar 24 mayıstaki resmi ateşkese giden süreçte yaşanıyor.-bir türk subayının gözleri bağlı halde william birdwood'un karargahına götürüldüğünü sahneye geliyoruz. bu türk subayı, fransızca ve almancayı* çok iyi konuşan 3. kolordu harekât şube müdürü ohrili kemal. rütbesi aslında "binbaşı" idi fakat dizide kendisine "colonel" denmiş. 21 mayıs günü beyaz bayrakla kabatepe sahiline gönderilen ohrili kemal, burada gözleri bağlandıktan sonra ateşkes görüşmesini icra etmek için düşman karargâhına götürülmüştü ancak görüştüğü kişi dizideki gibi braithwaite değil, birdwood'un kurmay başkanı andrew skeen idi.-24 mayıs ateşkesinin yer aldığı kısım, savaşın korkunçluğunu yansıtırken, anzakların kafasındaki türk imajının nasıl değiştiğini ve dizinin ne denli başarılı olduğunu gösteriyor. türk askerinin düşmanına "güle güle git, güle güle gel" dediği sahnenin "uydurma olduğunu" düşünen bayağı kişi vardır diye tahmin ediyorum ama aubrey herbert'ın "mons, anzac and kut" kitabında yazdıklarından anlıyoruz ki, böyle bir diyalog gerçekten de yaşanmış. hatta sözlerin muhatabı herbert'ın ta kendisi. [3. bölüm]-3. bölüm, barakaların, terasların olduğu bir sahneyle başlıyor. bu teraslar bugünkü bombasırtı(quinn's post) mezarlığının hemen altındaki yamaçlarda yer alıyordu ve yeni zelandalı yarbay william malone'un girişimleriyle 1915 haziranında inşa edilmişti. buna rağmen sol alt köşede "mayıs" yazması dikkat çekici.-dizi ellis ashmead bartlett üzerinden sansür meselesine değinmeyi de ihmal etmiyor. gelibolu'da özellikle itilaf kuvvetleri tarafında sıkı bir sansür uygulaması söz konusuydu. seferin aleyhinde konuşmak kesinlikle yasaktı ve savaş muhabirlerinden tutun da cephedeki askerin yazdığı mektuba kadar dışarıya gidecek her şey, sıkı bir denetime tabi tutuluyordu. bunun yanı sıra dönemin gazeteleri, pembe tablolar çizmekle ve en ufak başarıyı bile abartarak duyurmakla meşguldü. aslında bu durum neredeyse tüm ülkeler için geçerliydi. cihan harbinin bir başka safhasında gerçekleşen sarıkamış fiyaskosuna enver paşa tarafından uygulanan sansür, bu konuda iyi bir örnektir.[4. bölüm]-bölümün başlarında ashmead bartlett'ın kutudan bir sinematograf çıkardığı görüyoruz. gerçekte bartlett, herkesin bildiği meşhur çanakkale savaşı görüntülerini çeken kişiydi. ayrıca çanakkale savaşında bir muharebe esnasında hareketli görüntü aldığı bilinen tek kişiydi. mesela kendisi, yusufçuk tepe* muharebeleri sırasında kayıttaydı ve şu videodaki muazzam görüntüleri elde etti.(7:10-7:20 ve 15:47-16:02 arası)-hoş bir ayrıntı var, bahsetmeden geçmek istemiyorum. william malone'un yer aldığı sahnede, arkada, siper duvarına kazınmış bir surat görülüyor. bu neyin nesidir diyenler için hemen kısaca açıklayayım; bu bir maori tikisi. ilginizi çektiyse konuya ilişkin ayrıntıların ve süper fotoğrafların yer aldığı şu yazıya bir göz atabilirsiniz.-sonlara doğru meşhur nişancı billy sing'e yer verilmiş. öncelikle; bu james stewart. bu da billy sing. james stewart=muazzam seçim. illa ki duymuşsunuzdur, gerçekten de 200 türk vurduğu söylenir. hatta sayının 300 olduğu iddia edilir ancak kabul gören ve askeri kayıtlara geçen sayı 150'dir. -dizinin kesinlikle bu konuda ortaya konmuş en iyi yapım olduğunu düşünüyorum fakat en son kısımda tolly'nin türk subayları teker teker indirdiği sahne inanılmaz düzeyde gerçekçilikten uzak ve saçmaydı. [5, 6 ve 7. bölümler]-5. bölümde ağustos taarruzları** işleniyor. önce kanlısırt* muharebesi ele alınıyor. kanlısırt muharebesi hakkında en ayrıntılı bilgiyi yukarıda birkaç kez bahsi geçen charles bean'den(bkz: charles edwin woodrow bean/#53977136) alıyoruz. bean, the story of anzac'in 2. kitabında kanlısırt'ta yaşananları çok ayrıntılı biçimde anlatıyor. şuradan ulaşabilirsiniz.*-kanlısırt'tan sonra "the nek" saldırısı ekrana geliyor. türk tarafında kılıçbayır muharebesi diye bilinen bu saldırı, özellikle de arazinin çok dar olması nedeniyle ufak bir harekattı ancak savaşın en trajik olaylarından biriydi. dizide gayet başarılı biçimde yansıtılmış. olay özetle şöyle; donanmanın hazırlık ateşini yöneten komutanla karadaki saldırıyı yöneten komutanın saatleri arasında 7 dakika fark var. bu yüzden donanma ateşi 7 dakika erken başlıyor. bu da demek oluyor ki ateş, sonlanması gereken asıl zamandan 7 dakika önce sonlanacak. taarruzu yönetecek komutan top ateşinin kesileceği saat gelmeden önce askeri ileri gönderemeyeceğinden, saldırı için kararlaştırılan saat bekleniyor. bombardıman nedeniyle geri hatlara alınan türkler, bu 7 dakikada çoktan mevzilere yerleşiyor ve hücum avustralyalılar için felaketle sonuçlanıyor. bugün the nek mezarlığının bulunduğu arazi, tam olarak bu hadisenin yaşandığı yerdir ve tamamen orijinal bir mezarlıktır. mezarlığın yaklaşık 100 m. karşısında da mehmet çavuş anıtı yer almakta. avustralyalıların saldırdığı türk siperleri, bu anıtın bulunduğu noktadaydı. bu, savaş alanının 1923 tarihli görüntüsü. bu da avustralyalıların o gün içinden çıkıp saldırdığı siperlerin günümüzdeki görüntüsü.* -5. bölümün sonunda meşhur conkbayırı muharebesine yer verilmiş. dizide daha önce gördüğümüz william malone'u burada boğuşurken görüyoruz fakat malone'un böyle bir aksiyona girdiğine dair bir bilgi yok. malone, savaş devam ederken, conkbayırının 200-300 m. güneyinde,* denize bakan yamaçlardaki karargahındaydı ve top ateşi sonucu hayatını kaybetmişti.*(ingiliz donanmasının ateşiyle öldüğü de söylenir) -6. bölüm, hamilton'ın* stopford'u* fırçaladığı sahneyle başlıyor. stopford dizide genel olarak oldukça vurdumduymaz, gevşek bir tip olarak resmedilmiş. adamın yaptıklarına ve akıbetine baktığımızda, gerçekten de dizide yansıtıldığı gibi biri olduğunu anlıyoruz. mesela 9. ingiliz kolordusundan 2 tümenin suvla'da karaya çıktığı saatlerde, stopford'un jonquil'de* mışıl mışıl uyuduğu söylenir. stopford'un yediği haltı kısaca özetlemek gerekirse; karaya çıktıktan sonra yeterli topçu desteği olmadığını öne sürerek daha fazla ilerlemeye yanaşmadı. bu vakit kaybı da bolayır'dan hareket eden 7. ve 12. türk tümenlerinin asıl stratejik noktalara* ingilizlerden önce ulaşmasına neden oldu. sonuç olarak ingilizler burada kaybettikleri zamanı bir daha asla telafi edemediler. 6 ağustostaki suvla çıkarmasından 9 gün sonra da frederick stopford uçuruldu. -6. bölümde sir keith murdoch'a da -belki de hamilton'ın sonunu getiren adama- yer verilmiş. sözlükte kendisiyle alakalı yeterli bilgilerin mevcut olduğu bir başlık bulunduğundan, detaylara girmiyorum. (bkz: sir keith murdoch) (bkz: sir keith murdoch/#56619197)-7. ve son bölümde cepheye gelen alman toplarından söz ediliyor. bu toplar aslında ağırlıklı olarak avusturya toplarıydı ve şöyle bir görünüme sahip canavarlardı. liman paşa, "türkiye'de 5 yıl"* kitabında "cepheye ilk olarak 15 kasımda 9.5 inçlik(24 cm) harika bir avusturya bataryasının geldiğini ve bunların anafartalar cephesine konuşlandırıldığını" söyler.(dizide de 'howitzer'lar yüzünden suvla'dan gelen haberler gittikçe kötüleşiyor' şeklinde bir cümle geçiyor) liman paşa ayrıca "aralık ayında 15 cm'lik başka bir batarya daha geldiğini, bunun da güney grubuna* gönderildiğini" yazar.-final bölümü için değineceğim son ayrıntı, meşhur "drip rifle" sistemi. dizide buna da yer vermeleri gayet hoş olmuş. düzeneği icat eden kişi, kıdemsiz onbaşı* william charles scurry. scurry, bu icadı nedeniyle madalyayla ödüllendirilmiş. sistem şöyle: bir tüfeğin altına ve üstüne 2 tane kap yerleştirilir. üstteki kabın içi suyla doldurulur ve suyun alttaki kaba damlaması sağlanır. alttaki kap dolduğunda, bir ucu bu kaba, bir ucu da tetiğe bağlanmış olan ip, tetiği çeker ve tüfek patlar.aslında daha çok ayrıntıdan söz edilebilir fakat bu da bir hayli uzun oldu. dizinin yayınlandığı sitelerde ister istemez şahit olduğum içler acısı yorumlar, beni böyle bir şey yazmaya iten başlıca sebepti açıkçası. entry içerisinde zaman zaman kaynak verdim fakat ayrıca talepte bulunulması halinde kaynak belirtmem mümkündür. umarım ilerleyen zamanlarda aynı ayarda daha büyük bütçeli projeler görme şansımız olur.
(octopushasnofriends - 7 Aralık 2015 23:55)
sıradan, sığ bir belgesel. hatta öncesinde koparılan yaygarayı hesaba katarsak yani beklentimiz yüksekken tam bir hayal kırıklığı... filmin başındaki hamasi müzik eşliğinde sponsor firmalarının eşşek kadar logolarının resmi geçidi, hiçbir derinliği olmayan çok az sayıdaki uzman görüşleri -ki bunların ikisi yazar-, son derece yapıştırma duran, lüzumsuz canlandırma sahneleri (anlaşılan sponsorların paraları bu sahnelere gitmiş), yanlış ("personeller" gibi) ve bozuk ("türk ölüler" gibi) türkçesi, türkçe ingilizce karmaşası, belgesel görüntülerin azlığı (hafızam beni yanıltmıyorsa bbc'nin bir belgeselinde bouvet zırhlısının batışının görüntülerini seyretmiştim bu filmde yok), askeri harekatın incelikleri ile ilgili bilgilerin yok denecek kadar az olması (mustafa kemal'in bütün dünya tarafından askeri deha olarak kabul edilmesine neden olan anafartalar ve conkbayırı muharebelerinin öncesindeki harekat ve planlar yok) ve bunlar gibi bir yığın falsosuyla yemece bir belgesel -hıncal'ın övgü dolu yazısından da anlamalıydık aslında ya-. böyle bir projeyi destekleyen sponsorlar acaba parayı bu projenin muhteşemliğine olan inançları nedeniyle mi verdiler yoksa tolga örnek'in babasının deniz kuvvetleri komutanı olması nedeniyle mi diye düşündürdü...
(anzaar - 16 Mart 2005 13:38)
gelibolu'yu değil, gallipoli'yi anlatan belgesel.
(polgara - 27 Mart 2005 03:48)
çanakkale savaşı ile ilgili romanı bulunan yazar mehmed niyazinin yorumu:profesör bir dostumun, “gelibolu belgeseli’ni seyreden sekiz yaşındaki oğlumun ingilizlere acıdığını söylemesine çok üzüldüm.” yakınmasını duyunca belgeseli izlemek ihtiyacını duydum. gerçekten dostumun çocuğu haklı; öyle bir film yapılmış ki, seyreden “yazık oldu anzaklara!” der. işin garip tarafı, belgeselde de belirtildiği üzere pek çoğu çanakkale’ye gönüllü gelmişlerdi. birileri onları zorla getirseydi, belki belgeselde oluşturulmak istenen atmosfere hak verilebilirdi. ama belgeseli yapanlar savaşın acı, kaçınılmaz olsa da, insanlıkla bağdaşmayacağını vurgulayarak human bir çizgi sergilemek istemişler; fakat kantarın topuzunu epeyce kaçırmışlar. dünyanın en kanlı savaşlarından biri avuç içi kadar kara parçasında cereyan etti. sonuçları itibarıyla çanakkale hiçbir savaşla mukayese edilemez. bu savaşın baş sorumlusu churchill sonuçlarını şöyle özetliyor: “yenilmez armadamızın üçte biri sulara gömüldü, üçte biri kullanılmaz hale geldi. başarısızlığımız savaşı iki buçuk yıl uzattı; sekiz buçuk milyon avrupalının ölümüne sebep oldu. rusya’nın yönetimini komünistler ele geçirdi; bu olayda otuz milyon insan öldü. rusya, çin’i komünistleştirirken elli milyon çinli hayatını kaybetti. boğazı geçemeyince müslümanların, diğer asyalıların, afrikalıların, avrupa’nın ihtişamından şüpheleri başladı. biz hindistan, pakistan, bangladeş’ten, arap dünyasından, diğer avrupalılar da sömürgelerinden çekildi.” churchill yaşasaydı, herhalde sonuçlarına şunları da ilave ederdi: “komünizm rus milletinin ruhunu boşalttı; onda kurallara canlılık verecek hassa kalmayınca, sovyet rusya bir oranda dağıldı; dağılmanın da bu noktada kalmayacağını insanlık görecektir.” bir buçuk saatlik bir belgeselde, on dört ay altı gün süren bir savaşın tam hikayesini beklemek haksızlık olur. fakat o atmosferi yaşatacak daha isabetli olaylar ve isimler seçilebilirdi. belli ki çok emek sarf edilmiş. bizim gibi ülkelerde en ucuz şey bilgidir. birkaç gerçek uzmanla takviye edilseydi, daha güzel sonuç alınabilirdi. çanakkale son dönem tarihimizin laboratuvarıdır. milli mücadelede adlarını gururla andığımız bütün kumandanlar çanakkale’de görev yapmışlardır. mustafa kemal, fevzi çakmak, kazım karabekir, kazım inanç, ali fuad, cafer tayyar, deli halit ve daha pek çokları savaştılar. belgeselin uzunluğu düşünülürse, mustafa kemal atatürk yerli yerine oturtulmuştur. ama anzakların romantik mektupları uzun uzun okunurken, diğerlerinden tek kelime edilmemesine ne demeli? vehip, faik, mehmet ali, trommer, weber ve çanakkale’de göğüslerini siper etmiş daha nice paşaların adlarının telaffuz edilmemesinin izahı mümkün mü? savaşın kaderinde çok etkili olan 57. alay’ın kumandanı hüseyin avni bey göz ardı edilebilir mi? ki o, orada şehit oldu; komutayı ele yusuf ziya bey aldı; o da şehit oldu; komutayı ele hasan fehmi bey aldı; o da şehit oldu... oranın ruhunu sergileyen yüzbaşı woiters’le üsteğmen mustafa asım’ın kapışmalarını dile getirmemeyi anlamak mümkün mü? hele üsteğmen nazif’in (çakmak) şehadeti nasıl ihmal edilebilir? yanlışlara gelince sayılamayacak kadar çok; birkaç örnek vermek icap ederse, ilk önce, 1915 yılının 19 şubat’ında ilk mermi çanakkale’ye düşmedi. ilk mermi 3 kasım 1914’te, saat üçü on geçe seddülbahir tabyalarına düştü. iki farklı resim gösteriliyor, ikisine de selahaddin adil bey deniyor, aynı adammış gibi ele alınıyor. halbuki çanakkale’de iki farklı selahaddin adil bey var; birisi boğaz’daki müstahkem mevkilerde, diğeri arıburnu’nda. belgeselde fransızların ingilizlerle beraber seddülbahir bölgesine, sığındere taraflarına çıktığı söylendi. oysa ilk gün fransız, senegal, tunus birlikleri anadolu’daki kumkale’ye çıktılar. çıplakköy’den gelen şevki bey komutasındaki birliklerimiz tarafından denize döküldüler. şevki bey’in kahramanlığını yeni nesillerin bilmesi kime, ne zarar verir? anzaklı conilerle dost olduğumuz doğrudur. ne çare ki onlar dostluğumuzu kötüye kullanıp lağım kazarak askerimize büyük zarar verdiler. belki sergilenmek istenen çizgiden dolayı churchill’in çanakkale’de zehirli gaz kullanmak için avam kamarası’ndan yetki isterken, “evet savaşlarda zehirli gaz kullanmak yasaktır; türkler müslüman’dır, dolayısıyla insan sayılmazlar, zehirli gaz kullanmamızda bir sakınca yoktur.” sözü zikredilmek istenmemiş olabilir. fakat gelecek nesillere de, bu ülkenin nerelerden geldiğini göstermek bakımından, herhangi bir şekilde düşmanlığa vesile olmaksızın, hatırlatılamaz mıydı?
(ali gel - 29 Mart 2005 10:39)
izlenip bitirildiğinde, boş yere ölen yüzleri traşlı aslan gibi gencecik anzak’lara üzüldüğümüz yanlışlıkla türk belgeseli olarak sunulduğunu düşündüğüm tolga örnek belgeseli. neyse entry legal olsun diye bir tanım yapmak zorundaydım tanımı yaptım rahatladım. aslında anlatmak istediğim özellikle son üç yıldır çanakkale zaferini anma gününün gazete ve televizyonlarca artık bir anzak anma törenine dönüştürülmeye başlanmış olması. bugün 6-7 yaşında herhangi bir çocuğa çanakkale de ne olmuş diye sorsak neredeyse bize “anzaklar öldürülmüş” diyecek. sanki ab kapısında ümitsizce bekleyen türkiye’nin ne kadar tarafsız,ne kadar demokrat, ve ne kadar modern bir ülke olduğunu göstermenin sırnaşık yöntemine kurban ediliyor yüzbinlerce şehit anadolu çocuğu ve kazandıkları parlak zafer. haklı olarak yok yere ölen gencecik dedelerini anmak için onca yoldan gelen avustralyalılar nihayet geçen sene can alıcı taleplerini ilettiler. “gelibolu; yeni zelanda, avustralya, ingiltere ve türkiye tarafından yönetilen bağımsız bir bölge olsun!?”.... çokta ses getirmedi, küçücük haberler olarak yer aldı çoğu gazetede. sırnaşık medya görevini yaptı önce avustralya’lı gençlerin çanakkale’deki hızlı parti görüntülerine yer verildi...... akabinde çıkarma koylarında gecelemeleri ve şafak vakti ayinleri hüzünlü müzikler eşliğinde dakikalarca haber programlarında gösterildi . aralarda bir yerlerde anafartalar, atatürk, şehitlerimiz falan denilip geçiştirildi. akıllarda zavallı anzak askerleri kaldı. gallipoli filmi aslında anlattığım bu durumla çok ilgili.... film için 7 ülkede 70 arşiv taranmış herhalde trt arşivi çok itibar görmemiş. avustralya’lıların savaşla ilgili düşünceleri cepheden yazdıkları mektuplarla verilirken eşitlik olsun ve hatta tarafsız olsun diye türk askerinin düşünceleri de mektuplarla verilmiş. ege’de çanakkale’de yoldan geçen herhangi bir yaşlı çevrilse babasının anlattıklarını anlatırdı bize hatta biraz daha gayret edilse bizzat savaşı çocuk yaşta gözleriyle görmüş olanlar da bulunurdu. nihayetinde 90 yıllık hikaye.... onlar hititli değilki.. dedemiz.... veya dedemizin babası... çocukken başımızı okşayan adamlar. savaş sahnelerinde, mitralyözlerin önüne süngüleriyle kahramanca atlayan zavallı avustralya askerleri bol bol gösterilirken o anda denizdeki savaş gemilerinden yüzlerce mermi atan, bir kaç saat içinde binlerce türk askerini öldüren toplar unutulmuş . aşağı yukarı herkesin bildiği siperden sipere armağan verme olayı bir ingiliz gibi anlaşılıp anlatılmış. türk askerlerine konserve et atıldığı fakat türk askerinin tadına bakıp beğenmeyip geri attığı söyleniyor belgeselde.... eti geri atmalarının sebebi beğenmemeleri değil domuz eti olması kaygısıdır. üstüne üstlük türk askerinin bir kaç çeşit yiyeceği olduğu fakat bunların gelene kadar soğuduğu söyleniyor. işgal ordusuna denizden gelen lojistik destek hiç anlatılmıyor. ya dedelerimiz bize yanlış anlattılar at pisliklerinden toplanan yem artıkları, süpürge tohumları gibi hikayeleri ya da filme değer bulunmamış anzak'ların kurtlu konservelerini dakikalarca göstermek daha ilginç gelmiş. filmin başında türlü efektlerle grafik oyunlarla 5 sponsor logosu teker teker uzun uzun verilmiş, yetmemiş birde sonuna 15 logo ile birlikte tekrar uzun uzun verilmiş.hatta banvit yüzsüzlük edip” iyilik, sağlık” sloganıyla beraber internet adresini de ekletmiş. yani sponsor terbiyeside yok filmde... keşke onların yerine türk şehitliğinden binlerce şehit mezarından bir kare verilseydi de filmin sonunda sadece anzak mezarlarını görüp sadece onlara üzülerek bitirmeseydik filmi.yaşadıkları toprakları savunarak ölen gencecik anadolu çocuklarını şükranla anmak yerine, istanbul’u yağmalamak, işgal ettikleri yerde yeni bir hayat kurmak, hatta avrupada yaşamak vaadleriyle kandırılmış.... boş yere can vermiş gerçekten zavallı anzaklara üzülerek izlediğimiz film için son söz. bu tür belgeseller tarafsız değil taraflı olur.....barışa taraf olur... yalakalığa varan tarafsızlığa değil.
(lightbolditalik - 26 Mayıs 2006 00:24)
Yorum Kaynak Link : gallipoli