This Must Be the Place (~ Olmak Istedigim Yer) ' Filminin Konusu : Cheyenne şimdi ellili yaşlarını süren, bezgin, eski bir rock yıldızıdır. Yaşına rağmen eski alışkanlıklarından, giyim tarzından vazgeçmek istemeyen Cheyenne, 30 senedir görüşmediği babasının ölümü üzerin Dublin'den mecburen New York'a gelir ve cenaze sırasında babasının insani bir suça karşın intikam peşinde olduğunu öğrenir. II. Dünya Savaşı sırasında babasına Auschwitz toplama kampında Naziler tarafından işkence edilmiştir ve şimdi bu Nazi subayını bulma görevini Cheyenne üstlenecektir. 2011 Cannes Kiliseler Birliği Ödülü (The Cure'un solisti) Robert Smith'in biraz hırpalanmış halini andıran Sean Penn, kariyerinin en eksantrik, en tuhaf ama en harika performanslarından biriyle karşımızda. Oscar için adı geçmeye başlayan Penn, ellili yaşlarındaki bezgin rock yıldızı Cheyenne'i canlandırıyor. Tasasız ve amaçsız Cheyenne, 30 yıldan beri görüşmediği babasının ölümü üzerine, 2. Dünya Savaşı sırasında babasına Auschwitz toplama kampında işkence eden Nazi subayını bulmayı kendine görev edinir ve ABD'yi boydan boya kateder. Filmin müzikleri David Byrne ve Will Oldham'a ait.
Ödüller :
La grande bellezza(2014)(7,8-84163)
Le conseguenze dell'amore(2004)(7,6-13117)
Youth(2015)(7,3-62901)
Il divo - La spettacolare vita di Giulio Andreotti(2008)(7,3-14159)
L'uomo in più(2001)(7,3-2195)
L'amico di famiglia(2006)(7,1-2966)
Loro 2(2018)(7,0-1666)
Loro 1(2018)(6,8-2911)
Napoli 24(2012)(5,4-36)
Cannes Film Festivali : "Prize of the Ecumenical Jury"
(bkz: this must be the place naive melody)
(ekşisözlük - 13 Ekim 2007 12:18)
filmekimi 2011 kapsamında bugün izleme fırsatı bulduğum film. sean penn' in mükemmel oyunculuğunun dışında, rahatlıkla söyleyebilirim ki muhteşem bir film. sinemada izlerken büyük keyif aldım ve kesinlikle bir kez de evde izleyeceğim. imkanınız varsa mutlaka izleyin, izlettirin. cheyenne'in karakteri şu anda kişiliğimde derin bir yara açtı, konuşmaları, hareketleri, tarzı, rahatlığı... biraz olsun ona benzemek isterdim diye düşündüm bir an -hala da fikrimi değiştirmiş değilim-.--- spoiler ---* filmde ağır şekilde yahudi soykırımının propagandası yapılmaktadır. ama bu durum 'mağduruz da mağduruz' tarzında değildir. filme güzelce işlenmiş ve yeter artık belgesel mi izlemeye geldik dedirtmiyor. * sean amcamız sürekli olarak tekerlekli bir valizle geziyor ve konuşmaları 'lafı gediğine koymak' için ağzından çıkıyor. filmde de en çok beğendiğim şeylerden biri bu zaten: cheyenne'nin kişiliği, konuşmaları.* cheyenne'nin eline gitarı almasıyla heyecanladım ve öyle güzel çaldı ki çocuğun kulağımı zikmesine rağmen, cheyenne'nin geçmişte ne kadar büyük bir müzik adamı olduğunu gördük.* filmde canınız ağır şekilde sigara çekmek isteyebilir, şahsen ben sigara içemediğim için bir an kuduracağımı sandım.* ve bir ayrıntı: filmin ilk ve çoğu kısmı irlanda'da geçmektedir ve benim bildiğim irlanda'daki ingilizce aksanı -amerika'ya, ingiltere'ye göre- oldukça farklıdır. filmde ise bu es geçilmiş bence, herkes kusursuz ingilizce konuşuyordu.--- spoiler ---son söz: filmi izlemeyi düşünüyorsanız, mutlaka izleyin, mükemmel bir film. özellikle cheyenne'nin kişiliğine, doğal olarak sean penn'in oyunculuğuna hayran kalacaksınız. bu adam i am sam'de mükemmel deli rolü, milk filminde mükemmel homoseksüel rolü yapmış adam ve bu filmde adını koyamayacağınız bir karakteri yine mükemmel bir şekilde bize yansıtıyor.
(hirexibley - 14 Ekim 2011 18:08)
kafası fazlasıyla karışık bir adamın fazlasıyla dağınık filmi. görüntü ve müzik kombinasyonu sağlam, soykırım propagadansı aşırı, sean penn çılgın... bana this must be the place'i tekral çal sean. --- spoiler ---"bu söylediğin doğru değil ama böyle düşünmen çok ince".--- spoiler ---yalanlar söyleyelim lavinya yalanlar. inanmak isteyeceğimiz yalanlar...
(ya iste boyle senden naber - 15 Ekim 2011 00:27)
film çıkışı, eve koşarak talking heads- the must be the place dinleme olasılığınız çok ama çok fazladır...
(trashmovie - 16 Ekim 2011 12:51)
baş karakteri cheyenne'in robert smith 'e dış görünüşü, sakin tavırları, duyarlılığı ve melodileriyle haddinden fazla benzediği film. çok sevdik, çok.. --- spoiler ---"something is wrong in here. i don't know what exactly it is... but something..."--- spoiler ---
(manuela de monteverde - 17 Ekim 2011 00:25)
bir kez daha sean penn e hayran olmama neden olmuş filmdir. zaten filmin sürükleyicisi de kendisi olmuştur. çünkü film işleyiş açısından oldukça dağınık ve zaman zaman sıkıcı bir hal alırken sahneye cheyenne girince durumun değiştiği görülür. yine de gösterime girerse ya da bir yerlerden bulunursa seyredilesi bir filmdir.
(franny - 17 Ekim 2011 11:47)
sean penn'in cok basarili bir oyunculuk ortaya koydugu, bu sirada diger oyuncularin da beyaz perdeyi cok iyi sekilde doldurdugu yapim. sozlukte bu kadar az yazilmasi enteresan hakkinda. road trip'ten aile iliskilerine, yahudi soykirimindan muzik dunyasina kadar cok genis konulari karisik ama etkili sekilde ele alan bu filmden sonra insan o guzel goruntulerdeki yerlere yolculuk yapmamak icin kendini zor tutuyor. cheyenne'in o kendine ozgu sarkastik yaklasimi filmi egzantrik bir karakterin etrafinda kurmayi mumkun kilarken, il divo filminin yonetmeninden gelmesi bu eserin sasirtmamali. o filmdeki bazi sihirli sahneler burada da var, goruntuler gercek bir sinema etkisi yaratiyor izleyicide. ama amerika'yi boyle bir sekilde filme dahil etmek icin de zaten amerikali olmayan bir yonetmen gerekiyordu herhalde.
(mondialisation - 17 Kasım 2011 00:29)
senaryosu katma değer şaban'dan aşırılan film. inanmayan iyi izlesin...sean penn vs kemal sunal yazacağım hiç aklıma gelmezdi ama söz konusu filmle birlikte bunu da yaşadık!
(seyuranto - 25 Şubat 2012 08:46)
bu kadar dağınık olmasa, gereksiz birkaç sahnesi çıkartılsa çok daha izlenesi bir film haline gelebilirmiş. yine de sean penn'in ve tüm yardımcı oyuncuların performansları için izlemeye değer. yol hikayelerini sevenlere tavsiye edilebilir.
(callmevalie - 17 Mart 2012 00:52)
röportajında "karakteri kimden esinlenerek yarattınız?" sorusuna "pavarotti'den çok etkilendim diyeceğim çünkü karakteri üstüne alınacak bir müzisyenin ismini söyleyerek, hayatına dair bir yorum getirdiğimizi ima edip spekülasyon yaratmak istemiyorum" mealinde bir şey söylemiş. yani robert smith'i kırmak, incitmek istememiş sean penn.
(sakallis - 3 Mayıs 2012 15:01)
bu filmin cekiminde calisan herkes guzel bir kafada olmali dedirten sahnelerle dolu, aferin onlara.
(t habites ou - 3 Mayıs 2012 15:39)
bugün itibariyle vizyona girmiş kaçırılmaması gereken film.
(reb - 13 Temmuz 2012 13:19)
başrolünde "sean penn's overacting"inin oynadığı film.sinemaya gitmek isteyince, bir anlık kararla dün akşam gittim seyrettim, ciddi ciddi hayatımda ilk defa bir filmin yarısında çıktım. zaten keskin ve avangart olan bir karakteri daha da keskinleştirerek sean penn o kadar kötü bir performans göstermiş ki filmin her sahnesinde çok fazla göze batıyordu. bir kaç kere sinir bozukluğundan güldüm. ağlarken titrediği bir sahnede birilerinin sean penn'in ayak bileklerinden tutup sarstığını düşündüm. bütün yan karakterler inanılmaz derecede stereotipikti. yavşak, laubali, arabasına tapan finansçı; yüzeysel bir şekilde felsefe yapmaya çalışan dövmeci; kendisine aşırı güvenen müzisyen genç... bazı diyaloglar o kadar kötüydü ki inanılacak gibi değildi. tutulabilecek bir yerini bulamadım, filmin ne kadar başarısız olduğunu anlatmaya çalışırken bile toparlayamıyorum. o kadar çok eleştirilecek yanı var ki! ama en basitinden birisinin gidip bu filmi çekenlere farklı, ilginç, keskin, fazla olanın direkt olarak iyi olma zorunluluğunun olmadığını söylemesi gerekir.
(yirmibesbininci - 14 Temmuz 2012 21:56)
belki de sırf müzikleri yüzünden, bilemiyorum ama bayıldığım filmdir kendisi. aylardır, neredeyse yıllardır beyazperdenin karşısına geçip doğru dürüst film izlememiş biri olarak geri dönüşü doğru bir noktadan yaptığıma inanıyorum. müzikleri cuk oturmuş ve olaya inanılmaz keyif katar haldeydi. biraz parça parça anlatılsa da ve olay tipik nazi hikayesine bağlansa da filmin güzel olmasına engel olamadılar benim gözümde. zira karakterlerin replikleri çok sağlamdı, sean penn de, elbet, harikaydı. pek şükela bir karakter olmuş, özellikle fiziksel aksiyonu ile uyumlu konuşma stili beni benden aldı. özgün bir şey çıkmış ortaya.ve son olarak, yine tekrarlıyorum; müzikleri hikayeyi oldukça iyi kotarıyor. bu açıdan da ana karakterin asıl çıkış noktasını filmle birlikte destekler halde. en keyif veren sahne ise "çocuk ve gitar" sahnesiydi, güzel bir gülümseme yayıyor insanın yüzüne...
(zephyrantes - 18 Temmuz 2012 23:52)
gerçekten çok güzel ve kaliteli bir film. şöyle ki oyuncuyum diyenlerin sean penn'den ders almaları, yönetmenim-senaristim diyenlerin de ders olarak bu filmi izlemeleri, "yahudilerin soykırımın kötülüğünü anlatan filmlerinden-amma da sıktılar karşim bunlar" diye yorum yapan sözlük yazarlarının ise verilen metin parçalarının sonundaki sorularda metnin anafikrinin (bkz: anafikir) filan sorulduğu ortaokul türkçe kitaplarını tekrar okumaları gerekiyor bence.
(mea maxima culpa - 19 Temmuz 2012 00:49)
uzak durun ve daha başlamadan yarısında çıkın. o derece irrite edici düzeyde yapay bir film. karakterler son derece karikatürize ve oturmamış. --- spoiler ---neden pop müziği bıraktığı anlaşılamayan ve göze sokulan bir kaç sahneyle kotarılmaya çalışılan depresif bir tip. pencereden dışarı bakan bir kadınla olan manasız karşılaşmalar. depresif popçuyla kızının sonu getirilmemiş bir çöpçatanlık mevzusu. sonra birdenbire hooop, bu depresif herifin babasının ölümü ve olayın bir anda nazi avına dönüşmesi. depresif popçu da bir anda sanki kırkı yıllık istihbarat subayıymış gibi bir kaç adımda hedefine nail oluyor. harikalar yaratan yahudi zekası böyle şey olsa gerek. velhasılı sıfır sürükleyicilik, sıfır geçişler ve gerizekalı bir finiş.--- spoiler ---bu gibi detayları geçtim, tipik bir avrupa filmi tadında 5 yaşındaki çocuğun bile anlamlı ve derin konuşmaya kastığı sahneleri gördükçe elimdeki su şişesini sallayasım geldiydi perdeye. adama ne dense, verdiği cevap "eskiden anasının hamu olan şeylere şimdi eşeğin ziki deniyor" şeklinde. bir normal cevabı yok. izleyici de bakıyor, oh ne güzel aforizma yumurtladı diye alıyor gazı. ulan o kadar aforizma meraklısı olsam oturur kezban ve kamillerin status mesajlarını okurum. sana mı kaldık avrupa sineması? haa bu arada dikkat edin bu filmi övenler paso müziklere odaklanmış. kaybedenler kulübü gibi, sanki sezen aksu klibi izlemeye geldik anasını satiim. son olarak yahudi soykırımı endüstrisinin akbabaları, bu filmde de tam gaz çalışmışlar. kusmadan izleyebilmem bile başarı sayılır.
(lizarazu - 12 Ağustos 2012 15:19)
--- spoiler ---özellikle david byrne sevenlere fimden müthiş bir sahne, david sahnede; http://www.youtube.com/…tvl-hfooprc&feature=relatedsonra ki sahnede, david byrne ile cheyenne arasında cheyenne'nin müziğiyle ilgili bir diyalog geçmektedir filan. öyle filmde sağlam müzikler beklemeyin. biara iggy pop'dan passenger çaldı. robert smith olayı da gereksiz bir tartışma. --- spoiler ---
(tanrek - 26 Ağustos 2012 14:36)
“ben öyle demedim, siz öyle sandınız.” geçtiğimiz günlerde istanbul’a yeniden uğrayan morrissey hakkında yazdığı yazısında böyle diyordu fatih özgüven. morrissey’in anlattığı kadar anlatmadığı kırılganlıklarına imada bulunan, kırılganlıkları kadar cesaretine ve gücüne vurgu yapan bu cümle, gerçek olmayan şarkılar söyleyen ve bu şarkıları shane ve liam kardeşler tarafından yanlış anlaşılan bir adamın hikayesini de özetliyor desem sanırım büyük bir hata yapmış olmam.konumuz olmak istediği yeri hiç beklemedi bir anda bulan ve akabinde kendi güçsüz kabuğundan kurtulmaya karar veren cheyenne’ın (sean penn) hikayesi. adını “aynı isimli naif bir talking heads şarkısından” alan namı diğer this must be the place, merkezinde bir yolculuğun yer aldığı, farklı yolculuklara çıkmaya mecbur kalarak ait oldukları yeri değiştiren ve bu nedenle de kendileriyle başbaşa kalan insanların hikayesini anlatıyor. neredeyse net olarak tam ortasından bölünen ve iki ana bölümden oluşan film, önce cheyenne’ın gündelik rutini ve elindeki pazar arabasında taşıdığı geçmişi hakkında bizi bilgilendiriyor. tam da cheyenne’ın yıldız kimliği, glam görünümü, maskülen davranışlarıyla dikkat çeken eşi, bir pencereden dışarıya bakıp duran sigarasever kadın hakkında kafamızda bir şeyler oluşturmaya başladığı sırada cheyenne, alıp başını geçmişe doğru mecburi bir yolculuğa çıkıyor. kendisinden beklenmeyecek biçimde babasının çektiği acıların intikamını almak için yola koyuluyor. bir pazar arabasında taşıdığı geçmişi de birinci sınıf bir tekerlekli valize terfi ediyor. filmin ikinci kısmı burada, kendiyle baş başa kalanlar resmi geçidiyle devam edip, bize bir sürü epifani yaşatıyor. sonunda da cheyenne’ın olmak istediği hal ve zaman netleşiyor. yolculuk naif bir melodiyle garip bir tipografiye maruz kalan izleyici için sona eriyor.this must be the place’in kalbinde birbirine hiçbir şekilde temas etmeyen, farklı yönlere doğru farklı hikayelerin kahramanları olmaları münasebetiyle sürüklenen yalnız insanlar yer alıyor. tabii bir de kırık dökük bir cümle. çünkü az sonra paylaşacağım o cümle, cheyenne’ın gündelik hayatı ve yolculuğu sırasında tanıştığı, anladığı, acısını paylaştığı ama en önemlisi yeniden kendileriyle başbaşa bıraktığı insanların “son hallerini” çok iyi özetliyor. kafka, 19 temmuz 1919’da kaleme almayı bıraktığı bir dizi aforizma arasından, günümüze ulaşan sıralamayla 108.’den bize seslenerek this must be the place’in tüm karakterlerinin gelişim ve varoluş şeması hakkında fikir veriyor: “’ama sonra hiç bir şey olmamış gibi işine döndü.’ belki hiç birinde geçmezken, açık seçiklikten yoksun eski hikayeler yığınından aşinası bulunduğumuz sözlerdir bunlar.”paulo sorrentino ve umberto contarello’nun filmin senaryosunu yazmadan önce kafalarına takılan soru da çok da yanlış yolda olmadığımızı bize hissettirerek güven veriyor. sorrentino, senaryoyu yazmadan önce nasıl olup da savaş suçlusu nazi subaylarının dünyanın farklı yerlerine kaçıp hayatlarının bir bölümünü gizleyerek, özellikle de yaptıkları onca şeyin ardından “hiç bir şey olmamış gibi işlerine/hayata nasıl dönebildiler?” sorusuna odaklanmış. bu sorunun yanıtını bulmak için soruya tamamen kontrast bir özneyi, cheyenne’ı yaratarak yoluna devam etmiş. ancak sorrentino ve parnerinin aklına takılan soru sadece nazi subaylarına özel bir davranışa odaklanmadığı için evrensel bir insanlık haline de işaret ediyor. zira malumunuz, “belki hiç birinde geçmezken, açık seçiklikten yoksun eski hikayeler yığınından aşinası bulunduğumuz sözlerdir bunlar.” filmin iki küsür saatini gözümüzün önüne hızlıca getirdiğimizde, şarkıların anlamsız yerlerinde aniden oraya çıkan gitar sololarında nefret eden cheyenne’ın, siouxsie ve robert smith’i andıran görünüşünün altında gizlenen çocuk, acaba babasının onu sevmediğine nasıl karar verdi? ve o doğru ya da yanlış karar anından sonra hem babası hem de kendisi yola kim bilir nasıl devam etti? gibi pek çok soruyu aklımızdan geçirmeye başladığımız anda hayatının belli bir aşamasında yaşadığı bir kırılma anıyla farklı bir yola giren ilk this must be the place karakteriyle tanışıyoruz. sonra da milyoner bir rock yıldızının eşi olmanın tadını tai chi dersleriyle çıkaran, kendinden biraz fazla emin itfaiyeci jane (frances mcdormand) iş gereği tepesinden inmediği merdivenlerden bize ve cheyenne’a el sallıyor. cheyenne ile garip bir kaza sırasında tanışan jane’in hayatına son haliyle devam etmesine neden olan şey ne? bu sorunun da yanıtını öğrenemiyoruz ama tüm hikayenin etrafında toplandığı bir toplayıcı ve taşıyıcı öğe olarak “bir olaydan sonra işimize/hayatımıza devam etme durumu” this must be the place boyunca işlemeyi sürdürüyor.cheyenne’a eşi dışında ona eşlik eden az sayıdaki insandan biri olan mary’nin (eve hewson) ve annesinin hikayesi, efkarlı dolu bir evin penceresinden bulutlarla kaplı kopkoyu gökyüzüne bakarken az çok zihnimizde şekillenmeye başlıyor. sonra her şey sıra beklemeden arka arkaya gelmeye başlıyor sanki. nazi avcısı mordecai midler, çocuğuyla yalnız bir hayat süren garson rachel, tekerlekli valizin gizemli kaşifi ve aynı zamanda emekli pilot robert plath, tarihin karanlık yüzünü öğrencilerine müfredatı yol sonuna yetiştiremediği için bir türlü anlatamayan tarih öğretmeni dorothy shore, talking heads sonrası david bryne... ve adını saymayı unuttuğum tüm karakteriyle this must be the place, yanlış zamanda solo atılmış şarkılar gibi ummadığı bir yerden hayatı kırılan ve hayatına farklı biri olarak mecburen devam karakterle dolu bir film. ama onlar için asıl zor olan o malum ya da muğlak kırılma anını yaşamak değil, o andan sonra hayatlarına bir biçimde devam ederken hiç kimsenin bu evrensel duruma umursamadan, etrafındakilere “neyin var?” bile diye sormadan “yollarına devam ediyor olmaları”. tıpkı cheyenne’ın da bir maske altında küçük bir çocuk gibi yoluna devam ederken kimseye belli etmese de zorlanıyor olması gibi, film boyunca karşımıza çıkan herkes bir biçimde hem kendinden hem de yalnızlığından muzdarip. neyse ki cheyenne film boyunca herkesi dinleyecek kadar zaman buluyor. onları dinlediği anlarda, muhtemelen tıpkı şarkılarındaki gibi gizemli ama hikmet dolu cümleler kuruyor. onlarlayken ya da onlara ihtiyaç duymadan tek başına bir parkta otururken bize minik epifaniler yaşatıyor. gerçekten de cheyenne ile birlikteyken paten kayan bir adamın düşmesi bile sorrentino’nun farklı sinema diliyle anlam kazanıyor. this must be the place’in sonunda cheyenne kendi epifanisiyle hem eve hem de içe yolculuğunu tamamlıyor. maskesini bir kenara atıyor. yol boyunca karşılaştığı insanlar kim bilir neler neler yaşıyor. ama hikayenin sonunda net olarak hiçbir cevap bize sunulmuyor. belki de bu yüzden, cannes dolaylarında her mayıs ayında belli bir kalıp ekseninde karşımıza çıkan muzaffer filmlerden ayrışıyor this must be the place. kendisine verilen titrin altında ezilmeden, güzel ve farklı bir hikayeyi, güzel ve farklı biçimde anlatarak, hem de kendisinden başka hayat dışında hiçbir şeye benzemeden, zor bir soruya yanıt arayarak anlatıyor. kendisin kızanlara ise tıpkı birilerine sadece görünüş itibarıyla benzeyen kahramanı cheyenne gibi gülümseyerek “ben öyle demedim, siz öyle sandınız” diyor. söylemek istediklerini söyleyip, cümlelerini de böyle noktalıyor. sinemasal olarak pek çok kez sorulmuş ve ele alınmış bir soru nasıl özgün bir biçimde ele alınır this must be the place ile sorrentino tarafından gösteriliyor. gerisi malumunuz: ekran kararınca hiçbir şey olmamış gibi herkes işine gücüne dönüyor.
(mutereddit tedirgin - 2 Eylül 2012 03:21)
filmin adandığı talking heads şarkısının sözlerinde de geçtiği gibi; “hi yo, i got plenty of time” diye bağırabiliyorsanız, bu filmi izleyebilirsiniz. “efendim benim çok zamanım yok, ama sean penn için yaratırım” diyorsanız da, buyurun çekinmeyin. film biraz fazla parçacıklı zira; tüm parçaları birleştirmek zaman alıyor ve hatta ben hala bazı parçaların arasındaki ilişkiyi çözemedim, ve olduğu gibi bıraktım. son olarak; filme ait değilmiş gibi gelen, eğreti duran, fazla kaçan detayları görmezden gelebilirim diyenler de yerlerini aldılarsa, film başlayabilir artık. filmde; olmak istediğim yer’deyim diyen tek şey sean penn’di bana göre ve bir de şu diyalog;rachel: no shit! now i remember you. you sang with mick jagger once. cheyenne: i know him. he's a good singer, i like the way he dances. rachel: listen, your cheeseburger is a bit too well done. you don't mind do ya? unfortunately, that's life! cheyenne: you know what the problem is... rachel? rachel: what? cheyenne: without realizing it, we go from an age where we say: "my life will be that" to an age where we say: "that's life." filmin türkçe altyazısını bulamadığım için olduğu gibi paylaştım, hem ben anlıyorum ama konuşamıyorumgillerdenim. o yüzden aramızda çevirmen olanlar varsa, ki var biliyorum, bir zahmet yardımcı olsunlar türkçesini de isteriz diyenlere.beklenen edit:rachel: tamam ya! şimdi hatırladım seni. bir keresinde mick jagger ile şarkı söylemiştin.cheyenne: onu tanıyorum. iyi bir şarkıcıdır. dans etme şeklini seviyorum.rachel: baksana, cheeseburger'in biraz fazla pişmiş. sorun etmezsin, değil mi? ne yazık ki hayat böyle!cheyenne: sorun ne biliyor musun... rachel?rachel: neymiş?cheyenne: hiç farkına varmadan, "hayatım böyle olacak" dediğimiz bir yaştan "hayat böyle" dediğimiz bir yaşa geliyoruz.çeviren: james choice.en içten teşekkürlerimle...
(dolls - 18 Eylül 2012 13:16)
sean penn robert smith benzetmesi bir yana, cheyenne'nin hali, tavırları, konuşması bana sürekli edward scissorhands'i hatırlattı. hikaye idare eder ama filmi güzel yapan en büyük etken cheyenne karakteri.
(talkingmia - 15 Aralık 2012 12:40)
Yorum Kaynak Link : this must be the place