Süre                : 1 Saat 58 dakika
Çıkış Tarihi     : 23 Eylül 1999 Perşembe, Yapım Yılı : 1999
Türü                : Drama
Taglar             : mühendis,Tahran İran 'a referans,Anaerkat,Gübre böceği,ölümcül hastalık
Ülke                : İran,Fransa
Yapımcı          :  MK2 Productions
Yönetmen       : Abbas Kiarostami (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Abbas Kiarostami (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Bahman Ghobadi (IMDB)(ekşi)

Bad ma ra khahad bord (~ Rüzgar Bizi Sürükleyecek) ' Filminin Konusu :
Bad ma ra khahad bord is a movie starring Behzad Dorani, Noghre Asadi, and Roushan Karam Elmi. Irreverent city engineer Behzad comes to a rural village in Iran to keep vigil for a dying relative. In the meanwhile the film follows...

Ödüller      :

Venedik Film Festivali:'CinemAvvenire' Award-Best Film, FIPRESCI Prize-Competition, Grand Special Jury Prize


  • "99 senesinden bir abbas kiarostami filmi.ayrıca (bkz: le vent nous portera) kaçınılmaz olarak."
  • "izleyicinin elinden tutup, masalımsı güzellikte bir iran köyünde gezintiye çıkaran abbas kiarostami filmi."
  • "dünyanın en iyi sinemlarından biri olan iran sineması'nın yüz akı filimlerinden biri.hepsi de güzel abbas kiyarüstemi filimleri arasında bir inci tanesi.."
  • "abbas kiarostami tarafindan 99 senesinde cekilen sahane film. bu fikrime venedik film festivali jurisi de katiliyodu sanirim zira en iyi film odulunu almistir."
  • "bahtı kara olanı, kevser ve zemzem suyuyla bile ağartamazsın.."
  • "kiyarüsteminin ilk dönem kısa filmlerini bile büyük keyifle izlemiş birisi olarak oldukça sıkıcı bulduğumu söylemem lazım. bir kaç tane sağlam sahne dışında gereksiz bir film gibi geldi bana."




Facebook Yorumları
  • comment image

    iran kırsalının benzersiz görüntülerinin yanında; hazine aramak için geldiklerini düşündükleri ekibin elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan köylüler ile, şehirli ekip başı behzad arasında geçen eğlenceli diyaloglar da filmin on on on yüz puan toplamasında etkilidir:

    behzad- şimdiye kadar kahveci bir kadın da görmemiştim.
    taçdevlet- sen gökten mi düştün?
    behzad- efendim?
    taçdevlet- sen gökten mi düştün diyorum… babanın önüne çayı kim koyuyor?
    behzad- annem tabii ki...
    taçdevlet- o halde neden, şimdiye kadar kahveci kadın görmedim, diyorsun… bütün kadınlar bir tür kahveci sayılır işte. üç iş birden yaparlar: gündüzleri işçidirler... akşamları kahveci.. geceleri ikisi birden...

    ***
    behzad- sigara içersem rahatsız olur musunuz?
    doktor- hayır... siz rahatsız olursunuz.
    behzad- anlamadım.
    doktor- siz rahatsız olursunuz, ben rahatsız olmam. beni ilgilendirmez, içersen iç.
    behzad- ama buranın havası çok temiz...
    doktor- sigaranla buranın havasını kirletmek mi istiyorsun?
    behzad- bizim de gücümüz ciğerlerimize yetiyor.
    doktor- çok yaşa e mi! istiyorsan iç...


    (bayan muannit sahtegi - 29 Şubat 2008 16:16)

  • comment image

    bir abbas kiarostami filmidir. furug ferruhzad şiirinden esinlenilerek iran kırsalında, gündelik hayatta yaşanan evrenselliği en küçük bir arabesk unsura bulaşmadan anlatır bu filmde yönetmen.

    filmin o destansı yalınlığı hayran hayran izlendiğinde, yeni nesil türk filmlerine akıtılan milyonlarca dolara acınır.


    (lethimnotdie - 14 Mayıs 2008 15:52)

  • comment image

    `abbas kiyarüstemi`nin (bu şekilde de yazıldığı olur `abbas kiarostami`) yazıp yönettiği, 1999 yapımı bir film. fim adını genç yaşta hayatını kaybeden iranlı kadın şair `füruğ ferruhzad`ın bir şiirinden alır. filmin baş kahramanı ve köylülerin mühendis diye çağırdıkları "behzad dorani", filmin bir yerinde, gözüz gözü görmediği karanlık bir ayıtda, kendisine süt sağan, ama bunu yaparken de yüzünü göstermeyen bir kıza, bu şiir okuyor:

    "rüzgar bizi sürükleyecek"

    "ey sevgilim evime gelirsen eğer..."
    "bana bir lamba getir"
    "ve caddedeki o mutlu kalabalığı izleyebileceğim bir pencere..."

    ...

    "ne yazık, kısacık gecemde...
    rüzgar yapraklarla buluşmak üzere..."
    "kısacık gecem harap edici ıstırapla dolu..."

    "dinle!!"
    "duyuyor musun gölgelerin fısıltısını?"
    "yabancıyım ben bu mutluluğa."
    "alışkınım bu umutsuzluğa."
    "dinle!!...
    duyuyor musun gölgelerin fısıltısını..."
    "orada, gecede, bir şeyler oluyor."

    "ay kızıl ve endişeli"
    "ve her an çökebilecek bu çatıya bağlanmış..."
    "bulutlar; yas tutan bir kadın yığını gibi..."
    "bekliyorlar yağmasını..."
    "bir an...
    ve sonra hiç.."
    "bu pencerenin ardından gece titriyor...
    ve dünya duruyor..."
    "sen yeşilliğinde
    aşk dolu ellerimin üstüne...
    ...ellerini, o yanan hatıraları, koy!"
    "ve hayatın sıcaklığıyla dolu dudaklarımı..."

    "... aşk dolu dudaklarımın dokunuşuna bırak...
    "`rüzgar bizi sürükleyecek...`"


    (sydnkzgn - 14 Aralık 2008 22:35)

  • comment image

    uzun planlamalarıyla olsun, samimi diyaloglarıyla olsun şahane bir abbas kiarostami filmidir. izlemeden önce filmdeki şiirin bilinmesi, izlerken filme daha büyük bir anlam katacağını düşünüyorum.. benim izlediğim ikinci abbas kiarostami filmi olmasına rağmen üstada olan saygım bir anda tavan yaptı film sayesinde. doğal oyunculuk kullanması, filmin içerisindeki şiir gibi sürükleyici izlenim sunması, çoğu sahnedeki karakteleri göstermeyip sadece sesleriyle karakterleri oturtması bambaşkaydı. "insan da aslında makineler gibidir, çok çalışınca bir süre sonra bozulurlar" , "makineler de insanlar gibidir, bazı şeylere gereksinim duyarlar" gibi bizim de bildiğimiz ama farkında olamadığımız durumları bizimle beraber masaya yatırıyor. özet geçmek gerekirse; belgesel havasında, doğal bir baş yapıt denebilir. iran'daki köy toplumunun bizimkiyle benzerlikleri hakkında da biraz olsun bir şeyler görmüş olursunuz.


    (gravol - 26 Ocak 2011 19:19)

  • comment image

    --- spoiler ---

    sanıyorum uykusuz bir şekilde arada dalarak izlediğimden o ekibin o köyde ne aradığını hala anlamaya vakıf olamadığım film. kadını öldürmek için mi oradaydılar? yoksa o töreni fotoğraflamak için mi hiç bir şekilde anlamadım.

    ---
    spoiler ---


    (batiatus - 10 Nisan 2011 11:19)

  • comment image

    yüzümüzü tırmalayarak yaralarımızı ortaya çıkaran tamamlanmamış bir öykü.. faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir gerçekliğini sadece bir diyaloğuyla hissettirmiş, aidiyetlerimizi başkalarına nasıl çabalayarak verdiğimizi ve içinde bulunduğumuz yaralı durumumuza hiçbir merhemin ilaç olmadığını bir coğrafya eşliğinde anlatmış filmdir.

    --- spoiler ---

    yıllardır annemin yüzünde iki yara var.cenazedeyken yüzünü tırmaladı.ilk yara;halamın ölümü içindi.zavallı annem, babama olan sevgisini göstermek için yaptı.ikincisi;babamın çalıştığı fabrikanın patronu içindi.uzak akrabalarından biri ölmüştü.babam işini kaybetmesin diye annem bir hayli yas tutmuştu.yüzünü tırmaladı.inanamadım.fabrikada işlerini kaybetmemek için erkekler arasında büyük bir rekabet vardı.ihtiyaç ve gereklilik, anlıyorsun değil mi?herkes aynı oyunu oynadı.üstlerinde büyük baskı vardı.hepsinin işe ihtiyacı vardı.kimsede merhamet filan olduğundan değil.herkes gösteriş yapıyor; patronu memnun etmek için ileri atılıyordu.herkes diğerlerinden daha fazla yas tuttuğunu göstermek istiyordu.patronla beraber olduklarını,ona sadık olduklarını göstermek için...

    ---
    spoiler ---


    (a little boy must suffer - 10 Kasım 2011 01:30)

  • comment image

    öncelikle bu filmin bir iran filmi olmasının yanısıra holivud tarzından çok uzak bir yapısı olduğunu belirtmek lazım. bu sebeple holivud tarzından hoşlananların şiddetle uzak durmasını salık vermek yerinde olur. zira film bu tarz izleyiciler için iki saatlik bir işkence halini alabilir. bu bakımdan kulunuz yazarınızın tavsiyelerine kulak verip bir başka entriye ve filme yönelmeniz sizin açınızdan en iyisi olacaktır. yazarın iyi günündesiniz bu kıyağımı da unutmayın.

    diğer taraftan holivud filmlerinden sıkılanlar ve bir filmi izlerken sorular sorup, izleyinini de içine alan ve onunla beraber çıkarımlar yapan bir sinema anlayışından hoşlanıyorsanız bu film de tam size göre. filmi izlemeyi henüz bitirdiyseniz spoiler kısmına geçebiliriz.

    --- spoiler ---

    filmin genel temasını yukarıdaki entrilerde cevabını bulacağınız iranlı genç bir kadın şairin şiiri oluşturuyor. şiir aynı zamanda filme ismini de veriyor. filmin yapısı için sembollerle dolu bir yap boz filmi demek yanlış olmaz kanaatimce. kiarostami filminde bu şiirdeki yaşam temasını bir hikayeye odaklanmak yerine bütün bir filmi kaplayan semboller ve dialoglarla yapıyor. bu bakımdan bir resmin yorumlanması gibi ya da bir fotoğrafın okunması gibi okunmalı bu filmde. filmde sizi etkileyen minik sahneler filme ait parçalar olabilir ama asıl olan bu filmin tamamının bir bütün olarak değerlendirilmesi.

    filmin açılış sahnesi geri kalan kısım hakkında fikir vermesi açısından oldukça önemli. film bir arabanın içinde yollarını bulmaya çalışan ana karakter behzad ve meslektaşlarının sohbeti ile açılıyor. filmin ilk repliği ve aynı zamanda ilk sorusu "tünel nerede o zaman?". film daha açılırken bir sembolle açılıyor. burada behzad ın meslektaşlarından birisinin sorusu film boyunca tekrarlanacak olan bi yeraltı vurgusunu taşıyor. kiarostami tünel kavramını bir süre ölmek biraz karanlığa gömülmek sonrasında yeniden daha da anlamış olarak hayata dönmek anlamında kullanıyor. filmin genelinde sıkça kullanılacak olan yeraltı ve karanlık vurgusu daha filmin ilk repliğinde kendini belli ediyor.

    behzad ve meslektaşları (ki biz onları film boyunca görmüyoruz) iran da bir köye yaşlıca ve yatalak bir kadının ölümünü beklemeye ve ölümünün ardından onun törenini görüntülemeye geliyorlar. filmde hep kendisine mühendis olarak seslenilen ana karakter behzad köylünün bu sebepten orda bulunduklarını bilmelerini istemiyor ve köylünün kendisine mühendis demesine ses çıkarmıyor. fakat beklenen gerçekleşmiyor ve kadın ölmüyor. çekilmesi beklenen törende bu sebepten çekilemiyor. bu sebepten behzad ın meslektaşları ve en sonda behzad yapımcı mrs godarzi nin işi iptal etmesiyle köyden ayrılıyor.

    filmde beklenenin bir türlü gerçekleşmediği bir yapı içerisinde, beklenenden farklı olarak birçok şeyin gerçekleştiğini görüyorsunuz. hiçbir şey olmuyor dediğiniz anda filmde bir çok şeyin değiştiğini, size çok da hissettirmeden filmin asıl ekseninin görünenden çok daha farklı olduğunu anlıyorsunuz. film, size "hiçbir şey olmuyor" dedirttikten sonra, behzad ın misafiri olduğu ev sahibinin bebeğini doğurması ve artık on çocuğu olduğunu öğrenmenizle, bunun doğru olmadığını söylüyor. filmde birçok şey oluyor fakat bu sizin beklediğiniz şey değil. işte tam bu noktada film, kendi hayatlarımızla bir paralellik kazanıyor. yani hep ölümü beklediğimiz ve "hiçbir şey değişmiyor" dediğimiz hayatlarımızda, beklenenin dışında ne kadar çok şeyin gerçekleştiğini görmemizi sağlıyor.

    yönetmen filmini, fotoğraf ya da resimdekine benzer bir kompozisyon unsuru olan, tekrar eden sembollerle doldurarak bir ritm duygusu yakalıyor. bu bağlamda yuvarlanan ve düşen bir elma, hemen sonrasında yuvarlanan bir futbol topu,eski mısırda yeniden doğuşu simgeledine inanılan ve kutsal kabul edilen bir bok böceği, behzad ın kamerayı bir ayna olarak kullanıp traş olması, yine behzad ın süt arayışı,aradığı sütü karanlık bir yeraltı bodrumundaki inekte bulması, behzad ın ters çevirdiği bir kaplumbağanın kendi kendine yeniden normale dönmesi, yeraltındaki adamın verdiği insan kemiği, iletişim kurabilmek için behzad ın hep tepeye çıkmak zorunda kalması ... gibi sembollerle film içerisinde bir doku oluşturuyor yönetmen. bu saydığım semboller tabii ki benim düşünebildiğim, gözlemleyebildiğim kadar olanlardır. elbetteki her izleyici için farklı semboller bulunabileceği gibi, sembollere farklı manalarda yüklenebilir.

    bana göre yönetmen aşağıya yuvarlan elma, futbol topu sembolleriyle bize hayatın akış yönünün ölüme ve dolayısıyla yeniden hayata karışmamıza doğru olduğunu imgeliyor. ayrı olarak behzad ın köy dışında kalan diğer dünya ile iletişim kurabilmek için tepeye çıkmak zorunda kalması da önemli bir sembol bence. burada hz. muhammet in diğer dünya iletişim kurabilmek için miraca çıkmasının sembolize edilmiş halini görüyoruz. bu arada yeri gelmişken filmde bir diğer olgu dikeylik olgusu. filmin açılış sahnesinden sonra iletişim kurabilmek için tırmanmak zorunda kalınıyor. bu anlamda behzad ın diğer dünya ile iletişim kurabilmek için defalarca tepeye çıkmasına şahit oluyoruz. fakat o kadar yüksekte de diğer dünyanın yanısıra, köy hayatının simgelediği dünya hayatı ile ilgili yine bir yeraltı karakteri ile iletişim kuruyor. ve benim hayatın manası olarak imgelediğim sütü bulmasında yine aynı yeraltı karakteri yardım ediyor. yeraltı karakterinin bir kuyuda olması ve isminin yusuf olması da kuran dan alınmış ayrı bir sembol olarak düşünülebilir.

    süt film boyunca çok önemli bir rol oynuyor. behzad ı devamlı olarak süte ulaşmaya çalışırken görüyoruz. süt annenin çocuğunu hayatta tutan, dolayısıyla anne ve bebeği arasındaki bağlantıyı sembolleyen bir imge olarak düşünebileceği gibi, hayatta kalmak için ilk bilinmesi ya da ele geçirilmesi gereken bilgi olarak da düşünülebiilir. behzad ın manayı arayışı, bir yeraltı karakterinin yardımı ile yine yeraltında yüzünü görmediğimiz başka bir karakter tarafından sağlanıyor. filmin buradan sonraki kısmında behzad önce mrs godarzi(= god) nin filmi iptal etmesi ve yusuf un kuyudaki kazasından sonra melek hanım ın ölümünü beklemekten vazgeçiyor. doktorun yusuf un hastanesine gitmek isteyen behzad a "yusuf un nasıl olduğunu mu merak ediyorsun yoksa arabanın nasıl olduğunu mu?" sorusu behzad daki değişimi işaretliyor. kaplumbağayı ters çevirse de behzad kaplumbağa yeniden yoluna devam etmeyi başarıyor. behzad da yaşadıklarının ve yaşamın gücüne karşı koyamayıp değişiyor. bütün film boyunca melek hanım ın ölümünü bekleyen behzad, iyileştirmesi için doktoru onun evine götürüyor.filmini çekerek koleksiyonuna katacağı bir ölümün yaşamasını ummaya başlıyor. sonunda da yusuf un verdiği kemiği saklamak yerine onu aşağı doğru akan, çiçeklere, bitkilere, onları yiyen canlılara can olan bir derenin, dolayısıyla hayatın içine bırakmayı yeğliyor.

    ---
    spoiler ---

    başta da söylediğim gibi birçok kişinin farklı bakış açılarıyla farklı şekillerde yeniden yeniden yorumlanabilecek bir film bu. yönetmende ayrıca bunu istermişcesine birçok ana karakterin yüzünü bize göstermeyerek tek bir film değilde sanki izleyiciyi de işin içine katarak, izleyicisinin yorumuna göre farklılaşan bir başyapıt ortaya çıkarmış.


    (good grief - 19 Kasım 2011 21:00)

  • comment image

    bundan 13 yıl önce bana başrol verdikleri filmin adı. adamın olmadığı yerde adam gibi oynamıştım. kemiği dereye attım ve şimdi oscar'ımı bekliyorum. mng kargo ile göndereceklerini söylediler. hayırlısı...

    tanrı’nın rüyasından bile büyük ve yeşil bir ağaçla başlıyoruz filme. mütevazi bir taksinin içerisindeyiz. sürekli geyik yapıyoruz. siyah dere köyüne doğru devam ediyoruz. hayır hayır küçük bir çocuk yolumuzu kesti, bize rehberlik ederek onun köyüne, yani siyah dere’ye doğru gidiyoruz biz. ufaklığı da aldık arabaya. sürekli dalga geçiyoruz ufaklıkla, ama o hiç alınmıyor. gayet temiz kalpli.

    arabamız tam köye girecekken hararet yapıyor ve bizim elemanları su bulmaya yolluyorum. ben de ufaklıkla köye göz atacağım. köye girdik, geziyoruz. “mühendis bey,” diyorlar bana. ben fazla üzerime alınmıyorum.

    ufaklık bana köyü gezdirirken çok fena laf sokuyor, ona, “niye sizin eve gitmiyoruz?” diye soruyorum. o da, “annem evimiz küçük dedi, o yüzden halamlara gideceğiz,” diyor. “bence annen yanılıyor. küçük şeylerin de kendine göre değeri var. misal, sen küçüksün, değersiz misin?” diye soruyorum. “hayır, ama ben büyüyeceğim. evler büyümez ki!” diyor ufaklık. konu kapanıyor. kapak…

    ilk gün pek gezemiyoruz köyü. kafayı çekip yatıyoruz, zaten ufaklık fena bozdu beni. kafam atık… sabah ilk iş herkese küçük köy elması topluyorum, birer tane. ufaklık bize köy yufkası dediğimiz, fakat orjinal adı şepit olan ekmeklerden getiriyor. ben de ona, “nereye gidiyorsun?” diye soruyorum. “okula,” diyor. “ben de geleceğim,” diyorum. “olur,” diyor. dünkü kapağa doymadım, biraz daha tekmelesin istiyorum ufaklık.

    “ne güzel, beyaz bir köyünüz var,” diyorum ufaklığa, “neden adını siyah dere koydunuz?” “bizden öncekiler bu adı koymuş,” diyor ufaklık. “şimdi adını beyaz dere yapsak olmaz mı?” diye soruyorum. “olmaz, kendi adını kullanmalıyız,” diye kendinden oldukça emin bir şekilde cevap veriyor ufaklık. “haklısın, kendi adı kalmalı.”
    ufaklığın şair olduğunu öğreniyorum. o ise, “hayır şair değilim, hocamız ders aralarında şiir okuyor, ben de ezberliyorum, hepsi bu,” diyor. o köylü ufaklık bile şair olmanın ne menem bir şey olduğunu gayet iyi biliyor.

    ve daha birinci kapağın acısı dinmeden ikinci kapak geliyor. bu sefer ufaklıktan değil. onun sınavı olduğu için köy meydanında ayrıldık. köy kahvesine oturdum. kahveyi bir kadın işletiyor ve servis ediyordu. benimle konuşmaya başladı, “burada çok farklı imkânlar var. siz hangisi için geldiniz?” diye sordu. “tahmin edersiniz, gayet açık... şimdiye kadar kahveci bir kadın da görmemiştim,” dedimmm, ki, ah demez olaydım. “sen gökten mi düştün?” “pardon?” “sen gökten mi düştün diyorum? babanın önüne çayı kim koyuyor?” biraz pısarak, “annem tabii ki…” “o halde neden, ‘şimdiye kadar kahveci kadın görmedim,’ diyorsun. bütün kadınlar bir tür kahveci sayılır işte. üç iş birden yaparlar: gündüzleri işçidirler. akşamları kahveci. geceleri ikisi birden. bunlar annenden ırak olsun tabii,” dedi ve kapak 2! neyse ki sadece beni kapaklamıyor kahveci kadın, sağı solu, tüm köyü kapaklıyor. acayip bir kadın.

    köydeki mavi pencereli evde oturan 100 yaşındaki hasta teyzeyi izlemeye alıyorum. hasta ve yaşlı melek hanım. onu neden izlediğimi pek anlatmayacağım, biraz gizem yapmak istiyorum.

    sene 1999, cep telefonu henüz tam olarak icat edilmedi, ama ben ilkin de ilki olan bir telsiz cep telefon kiraladım. köyde çekmiyor. bir çağrı geldi. koşa koşa bir tepeye çıktım, hâlâ çekmiyor. bindim arabaya, köyün dışında daha yüksek bir tepeye çıktım. anamla, babamla konuştum. dedim, “beni aramayın, nerede olduğumu ben de bilmiyorum.” derken bizim ufaklık sınavdan sonra beni köyün deresinde buldu. gene ekmek getirmiş. manyak mı ne? sabah, öğle, akşam ekmek getiriyor çocuk.

    ekmeği yedik yedik, şiştik. şimdi üçüncü sabahı yaşıyoruz. bizim elemanlardan tamamen koptum. filmde neredeyse tek başıma yer alıyorum. tayfamdaki çocuklar pek iyi oyuncu değiller, o yüzden sürekli ben ve ufaklık oynuyoruz, bu siyah dere dediğimiz tuhaf köyde. şu an filmin kamerasına bakarak traş oluyorum. bir yandan da gomşum olan dohuz çocuk anası bir köylü kadınla konuşuyorum. yönetmenim, “bu sahne geldi aklıma, ilginç olabilir, filme renk katar hacı,” dedi. ben de onu kıramadım, n’apayım, yani naaapayım?

    bir telefon daha geliyor. yine apar topar çıkıyorum arabayla tepeye. bir kadın görüyor beni. elinde piknik tüp, beni gördüğü için koşa koşa kaçıyor tepeden aşağıya. uzun süre onun bu reaksiyonuna bakakalıyorum. neyse, bu sefer melek hanım’ı soracak kişi arıyor. ben onun içi çalışıyorum, fakat daha fazla bilgi vermem. gizem yapmaya devam edeceğim. geçen sefer tepeye çıktığımda anlatmadığım bir olay var: kazıcı çocuk. kazıcı çocuk, güzel sesli bir genç oğlan. yüzünü görmüyoruz. sesinden anlıyoruz genç ve oğlan olup olmadığını. biraz utangaç. hayır, çok utangaç. ama yine de aşkı iyi biliyor. “aşksız olmaz,” diyor.

    köye geri dönerken benim çocuklara rastlıyorum. fakat ben onlarla konuşurken yüzlerini göstermiyor yönetmen. manyak mıdır nedir anlamıyorum bu herif, sadece ben gözüküyorum karelerde. manyak herhalde.

    üçüncü telefon geliyor. bu sefer adamakıllı sakin sakin gidiyorum tepeye. ne o lan öyle, deminden beri yaldır yaldır koşturup duruyorum. postamı koydum yönetmene, yok sanat yönetmeniyim, yok benim dediğim olacak… “fazla konuşma,” dedim, tıngır mıngır çıkıyorum üçüncü kez tepeye. neyse, beni bu köye yollayan gizemli işveren arıyor yine. melek hanım’ın sağlık durumunu soruyor. “3 gündür yemek yemedi, bugün yarın gidici,” diyorum. “merak etmeyin,” filan diye ıvıldanıyorum. çukur kazan delikanlı yine orada. “bize süt lazım,” diyorum. “kah rahmanların evine gideceksin. köyde kime sorsan sana gösterir,” diyor ve bizi tekrar köye yolluyor çukurcu çocuk.

    sonunda köylüler bizden şüphelenmeye başladı. durumu toparlamaya çalışıyorum. o öyleydi, bu böyleydi, diye durumu toparlamaya çalışıyorum. henüz bir suç işlemedik ve içimdeki ufaklık sevgisi tam, o yüzden köylülerin güvenleri de şimdilik tam. no prablemo.

    kapak 2’yi hatırlıyorsunuzdur, çaycı teyze’ye tekrar gittim. onu bozmaya çalışan bir lavuk vardı. köyün yaşlı erkeklerinden biri işte. serserinin teki… “çay koymayı iş mi sanıyorsun, bilmem ne, bik bik,” filan demişti. bizim aslan gibi çaycı teyzemiz de alınmış. kimseye çay koymuyor, “çay istiyorsun, git kendin koy,” diyor. ama çayı demlemiş, yani çay hazır, isteyen koyar, isteyemeyen koymaz, umrunda bile değil. intikam alıyor köyden.

    ufaklık bana, “sen iyisin,” diyor ve biraz hüzünleniyoruz. fırsattan istifade hemen ondan süt istiyorum. “bakarız,” diyor. ibneye bak sen! şaka şaka, hemen buldu getirdi sütü bizim cengaver. şoktayım. süt elimde, elim titriyor şu an.

    süt, süt, süt inletiyor beni yönetmen. ah sen yok musun sen… neyse şimdi de bilin bakalım nereye gittim, kah rahmanların evine gittim, süt istemeye. süt isteyeceğim, süt. ama o da ne, köylü güzeli bir kızcağız bana mağara gibi bir yerde, hem de karanlıkta, ineği sağarak süt vermeye çalışıyor. basıyorum şiiri aga, “eğer evime gelirsen/ ey sevgili bana lamba getir/ ve küçük bir pencere ki/ oradan mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim.” derken gaza geliyorum hacı artık, bi’ şiir daha patlatıyorum, “küçük gecemde benim, yazık/ rüzgârın ağaç yapraklarıyla randevusu var/ küçük gecemde benim, yıkım ıstırabı var/ dinle/ duyuyor musun esişini karanlığın/ anlıyor musun/ ben yapayalnız bu mutluluğa bakıyorum/ bağımlıyım kendi umutsuzluğuma dinle/ duyuyor musun esişini karanlığın gece/ bir şey geçiyor şimdi, ay kızıl, kararsız/ her an çökme korkusu taşıyan bu çatının üzerinde/ bulutlar yaslı yığınlar gibi/ yağacakları anı bekliyorlar sanki/ bir an ve sonrası hiç/ bu pencerenin ardında gece ürpermekte/ ve yeryüzü dönüşünü durdurmakta/ bu pencerenin ardında bir bilinmez/ kaygılı ikimiz için/ ey tepeden tırnağa yeşil/ yakıcı bir hatıra gibi/ bırak ellerini, âşık ellerime/ varlığın sımsıcak duygusu, dudaklarını/ aşık dudaklarımın okşayışına bırak/ rüzgâr bizi götürecek/

    ve dördüncü çağrı. tepeye yolculuk… yine işveren arıyor. lanet olası işverenler! artık melek hanım’ı öldürmemi istiyorlar. “yok, mok,” diyorum, diretiyor şerefsizler. ayar oluyorum. kapatacağım telefonu, ama o kadar koştum ettim, kıyamıyorum da kapatmaya, cep telefonu daha icat olmamış hacı, sen düşün gerisini. sinirimi kendi halinde yürüyen bir kaplumbağayı ters çevirerek çıkarıyorum. daha dakikasında düzelmeyi başarıyor törtıls.

    ufaklıkla biraz kavgalıyım. gönlünü almaya çalışıyorum. aldım sayılır. neyse, telsiz cebim çaldı yine. beşinci çağrı, hayırdır inşallah. tepeye çıkıyorum tekrar. ben yine, “hayır,” dedim işverene. “maaşa zam işe son,” esprisini yaptım, bana mısın demiyor ibineler. neyse bizim çukurcu çocuk yine orada. inanır mısınız, bu sefer çukur çöktü! fena halde çöktü çukur. hemen yardım çağırmaya koştum. tepeden aşağı…

    bi’ daha çağrı gelmiyor ve ben de filmde oynamayı bırakıyorum. şimdi evimde oturmuş ve işsizim. kemiği dereye atıyorum ve oscar’ımı bekliyorum. mng kargo ile göndereceklerini söylemişlerdi. hayırlısı…


    (saykoblack - 30 Aralık 2011 13:03)

  • comment image

    ismiyle müsemma olan film, sizi rüzgârla birlikte sürüklüyor ama nereye? belki de film boyunca bunu sorguluyorsunuz, yönetmen bütün kapıları açık bırakıp size bırakıyor filmi. bir şiirden esinlenme olmasından kaynaklı siz ne yorumluyorsanız film o konu etrafında karşınıza çıkıyor. iran halkının yaşamı olabilir. kazdığı yerden bir türlü çıkmayan bir yusuf'un hikâyesi de olabilir, bir konuda uzman olmak yerine her konuda uzman olmayı seven tabiat aşığı olan bir doktorun hikâyesi de olabilir. o yüzden oldukça derindir sizi çok fazla görüntü ve uç diyaloglarla boğmaz, çoğu karakterin yüzünü göstermez meselâ konuşmalar ve bir bozkır görürsünüz ama gerçekten görmek isteyene o bozkırdan kesinlikle fazlasını veren filmdir.

    --- spoiler ---
    behzad: neden yalnızsın?
    yusuf:yalnızlık işleri kolaylaştırır

    behzad: sanırım ferhad da bisütun dağı'nı tek başına delmiş. ferhad'ı tanıyor musun?
    yusuf: evet hemşerim bisütun buraya beş millik bir mesafede.
    behzad: ama bisütun dağı'nı ferhad delmedi.
    yusuf: biliyorum.
    behzad: kim deldi?
    yusuf: aşk deldi şirinin aşkı.
    behzad: aferin aynı zamanda gönül ehlisin.
    yusuf: insan aşksız yapamaz
    ---
    spoiler ---


    (remembrance - 28 Ağustos 2012 13:08)

  • comment image

    --- spoiler ---

    abbas kiyarüstemi'nin birçok filmine nazaran daha zor anlaşılır bir film zira metaforlara sıklıkla yer verilmiş.
    kıyaslamak gerekirse kirazın tadı daha güzel ve metaforlar açısından daha kolay anlaşılır. en azından benim için öyle oldu, filme ulaşmakta zorlanmadım. fakat rüzgar bizi sürükleyecek için aynısını söylemem mümkün değil. durağan, tarkovski tarzı filmlerden hoşlanmama rağmen bu film beni içine tam olarak çekemedi. yalnızca birkaç sahneden çok etkilendim. o sahnelerden biri de, behzad'ın bodrumda füruğ ferruhzad'ın rüzgar bizi götürecek şiirini okuduğu sahneydi.
    film boyunca hep niçin füruğ'nun bu şiiri seçilmiş diye düşünüyordum. filmin adının geçtiği sahnenin böyle olacağını hayal etmemiştim. oldukça değişik geldi. karanlık bir bodrumda inek sağılırken okunan füruğ ferruhzad şiiri. kiyarüstemi'nin özgünlüğünü, kendine has üslubunu ortaya en iyi şekilde koyan sahneydi.

    ---
    spoiler ---


    (freddie mercury nin disleri - 18 Mayıs 2014 23:27)

  • comment image

    sinema sanatinda zaman-mekan denklemine yeni veriler eklemis bir film olarak goze gonle comak sokuyor. eski dunyada gecmek bilmeyen zamanin filme islak bir perde gibi gerilmesi. telefonun cekecegi tepeye cikma plani yaklasik 3 dakikadan iki kere hem de neredeyse pespese sunularak kimi sabirsizlari disiplin etmeye calismakta.
    bir fars nazarboncugu. yuvarlanan objeler, yokuslar, patikada kaybolan giden salyangoz koy yollari, cevabi gizli sorular seyirciyi eyliyor. zaman bir turlu gecmek bilmiyor.


    (madeira - 25 Eylül 2004 13:21)

  • comment image

    abbas kiarostami'nin açık ara en iyi filmidir,"şiir gibi film" tanımlaması vardır ya,pek güzel yaraşır bu filme.en sonunda türkçe altyazıyla izleme şansına kavuşulacaktır,çünkü cnbc-e tarafından temmuz ayında yayımlanacaktır "rüzgar bizi taşıyacak".


    (abendrot - 28 Haziran 2006 13:52)

  • comment image

    konusunu internetten araştırma yaparak öğrenebildiğim film. muhtemelen yönetmen de konuya değil, köy yaşamına odaklanmak istemiş.
    filmin sonunda doktorun okuduğu dörtlük hakikaten güzel, yazmazsam olmaz:

    --- spoiler ---

    diyorlar ki, hurili cennet güzeldir,
    ben diyorum ki, üzüm suyu ondan daha güzeldir.
    elinde olana sarıl, boş vaatleri bırak,
    davulun bile sesi uzaktan hoş gelir.

    ---
    spoiler ---


    (samamama - 18 Ocak 2015 21:29)

  • comment image

    bir şiirin filmi. rüzgarın sürüklediği film. zaman geçmiyor, bu yavaşlık anı fark edilir kılıyor. buğday tarlalarından geçerken rüzgarı hissediyorsunuz ve zaman duruyor.

    ''karanlığın esintisini duyuyor musun?
    ben bu mutluluğa yabancıyım
    ben umutsuzluğuma tutkunum
    ....
    rüzgar bizi alıp götürecek
    rüzgar bizi alıp götürecek''*

    behzad şiiri okurken, karanlığın esintisinde rüzgar alıp götürüyor.


    (solzi - 13 Haziran 2014 23:27)

  • comment image

    kiyarüsteminin ilk dönem kısa filmlerini bile büyük keyifle izlemiş birisi olarak oldukça sıkıcı bulduğumu söylemem lazım. bir kaç tane sağlam sahne dışında gereksiz bir film gibi geldi bana.


    (bela tarr - 17 Eylül 2014 23:01)

Yorum Kaynak Link : bad ma ra khahad bord