Süre                : 1 Saat 29 dakika
Çıkış Tarihi     : 01 Mayıs 1940 Çarşamba, Yapım Yılı : 1940
Türü                : Drama
Ülke                : Fransa
Yapımcı          :  B.U.P. Française
Yönetmen       : Max Ophüls (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Carl Zuckmayer (IMDB)(ekşi),Marcelle Maurette (IMDB),Curt Alexander (IMDB)(ekşi),André-Paul Antoine (IMDB)(ekşi),Marcelle Maurette (IMDB),Jacques Natanson (IMDB)
Oyuncular      : Edwige Feuillère (IMDB), John Lodge (IMDB), Aimé Clariond (IMDB), Jean Worms (IMDB), Jean Debucourt (IMDB), Raymond Aimos (IMDB), Gabrielle Dorziat (IMDB), Henri Bosc (IMDB), Gaston Dubosc (IMDB), Marcel André (IMDB), Eddy Debray (IMDB), Jacques Roussel (IMDB), Colette Régis (IMDB), Sylvain Itkine (IMDB), Jacqueline Marsan (IMDB), Henri Beaulieu (IMDB), William Aguet (IMDB), Archduke Franz Ferdinand (IMDB), Jean Buquet (IMDB), Monique Clariond (IMDB), Francine Claudel (IMDB), Louis Florencie (IMDB), Georges-François Frontec (IMDB), Gilbert Gil (IMDB), Jean-Paul Le Chanois (IMDB), Geneviève Morel (IMDB), Primerose Perret (IMDB), Philippe Richard (IMDB)

De Mayerling à Sarajevo (~ Mayerling to Sarajevo) ' Filminin Konusu :
De Mayerling à Sarajevo is a movie starring Edwige Feuillère, John Lodge, and Aimé Clariond. In the late 1800's, Franz Ferdinand, heir to the Austro-Hungarian empire, falls for Sophie Chotek, a Czech countess. He's already a problem...





Facebook Yorumları
  • comment image

    not: copy-paste değildir, 2002 senesinde düşünülen ve gerisi gelmeyen bir kitap teorisinin pratiğe geçmiş ilk taslağıdır...

    29 ekim 1911, istanbul

    maliye nazırı cavid bey, birkaç gündür üzerinde çalıştığı mektubun son taslağına bir kez daha baktı. mektubu iki sene önce tanıştığı ve birkaç gün önce yeniden britanya deniz lordu (bahriye nazırı) görevine getirilen winston churchill’e hitaben yazıyordu.

    türkiye’ye ve genç türklere samimi muhabbet beslediğinizi bilirim. buna güvenerek size önemli bir meseleden bahsetmek isterim.
    son hadiseler ingiltere’ye olan dostluğumuzu yüksek bir mevkie çıkarmak için ortam hazırlamıştır. almanya, avusturya, italya itilaf zümresine mensup bir devletin bize tecavüzü, millet üzerinde derin tesirler bırakmış ve bizi bu zümreden uzaklaştırmıştır. türkiye’de ingiliz dostluğuna taraftar devlet adamları, ingiltere’de de türkiye taraflısı olanlarla birleşerek bu uygun fırsattan yararlanmalıdırlar.
    sizin ingiltere’de önemli bir mevkiiniz vardır. siyasi dostlarınız üzerinde mühim bir nüfuza sahip bulunuyorsunuz. bu nüfuzunuzu dostluğumuzun yeniden ihyası için kullanmak isteriz.
    türkiye ile ingiltere arasında bir ittifak kurmak zamanı gelmiştir. buna dair kişisel görüşünüzü lütfen bana bildiriniz. bu görüşün kişisel ve gizli kalacağını ilaveye gerek görmüyorum. gereken ortamı hazırlamak üzere sizden gelecek reswmi teklif karşısında kalırsam kendimi bahtiyar sayacağım.

    mektubun içeriğinden memnun kalan cavid bey arkasına yaslanarak gözlerini kapadı. yaklaşık yüz senedir, parçalanmakta olan devlet-i al-i osmani’nin kaderi hep ittifaklara bağlı olmuştu. kırım’da ingilizler ve fransızlar, 1877-78 osmanlı-rus savaşı sonrasında ise ingiliz, fransız ve almanlar, osmanlı’yı ruslara karşı korumuştu. ancak 1878’deki berlin kongresinden sonra ne almanya, ne de ingiltere, osmanlı devleti’nin toprak bütünlüğü konusunda ciddi bir çaba sarf etmemişlerdi. kırım savaşı’ndan sonra zamanın ingiltere başbakanı lord salisbury, işi “yanlış ata oynadık” demeye kadar ileri götürmüştü. kraliyet aileleri arasındaki girift akrabalık ilişkileri de bunun üzerine tuz biber ekiyordu.
    büyük devletler arasında oluşturulan ittifaklar osmanlı devleti’nin işine hiç mi hiç yaramamıştı. son otuz senede mısır, kıbrıs, bosna-hersek, bulgaristan teker teker elden gitmişti. bunların üzerine italya da trablusgarp’ı almak için osmanlı’ya savaş açmıştı. osmanlı devleti’nin varlığını sürdürebilmesi için ingiltere veya fransa’yla müttefik olması kaçınılmaz gibi görünüyordu.

    19 kasım 1911, londra

    winston churchill uzun purosunun dumanına dalgın gözlerle baktı. cavid bey’in mektubuna cevaben yazdığı taslağı dışişleri bakanı sir edward grey’in yaptığı yorumları da katarak yeniden yazmıştı. osmanlı devleti için gençliğinde kokuşmuş, çürümüş ve müflis gibi tanımlamalarda bulunmuş olmasına rağmen, vereceği cevabın nihai olarak bu imparatorluğun sonunu getirecek bir parça olduğunun da farkındaydı. ama diğer yandan ingiltere, osmanlı devleti ve italya arasında tarafsız kalıp italya’ya hoş görünerek, almanya’nın akdeniz ve balkanlarda daha da güçlenmesini engelleyebilirdi.
    londra’da o günlerde babıali’den alınan tek mektup cavid bey’inki değildi. 31 ekim 1911 tarihinde sadrazam sait paşa ve hariciye nazırı asım bey de ittifak önerisiyle grey’e başvurmuşlardı. her iki mektup için tek bir cevap gidecekti; bu nahoş iş de churchill’e düşmüştü. mektubu biraz daha yumuşatabilir, veya kapıları her ihtimale karşı biraz daha aralık tutabilirdi; ama ne başbakan asquith, ne de grey daha ılımlı bir üslubu tasvip etmediklerini net bir şekilde belirtmişlerdi.
    purosundan derin bir nefes alan churchill, babıali’yi ciddi bir şekilde hayal kırıklığına uğratacak paragrafı bir kez daha okudu.

    ... ne çare ki tarafsızlığımızı ilan etmiş bulunuyoruz. bugünkü mücadeleniz esefle karşılanacak bir hadise olmakla beraber, tarafsızlık kararımız kesindir. bunu bozacak ve politikamızın yolunu değiştirecek yeni kararlar vermemiz beklenmemelidir. bu cihetle size verebileceğimiz cevap şu olacaktır: bu sırada taahhütler altına giremeyiz, siyasetimizi değiştiremeyiz...

    evet, britanya imparatorluğu’nun çıkarları kesinlikle bunu gerektiriyordu.

    23 ekim 1913, trieste

    sms goeben zırhlı kruvazörü yeni filo komutanını karşılamaya hazırdı. alman imparatorluğu’nun akdeniz filosu o kadar da büyük sayılmazdı, goeben’in dışında sms breslau hafif kruvazörü ve istanbul’da demirli muhrip sms loreley’den ibaretti, ama yine de kayzer’in gücünü bu kapalı denizde şerefle temsil ettiğine inanılıyordu.
    goeben hamburg’da blohm & voss tersanelerinde inşa edilerek mart 1911’de denize indirilmişti ve moltke sınıfı zırhlı kruvazörlerin ikinci ve sonuncusuydu. ingiliz kruvazörlerinin aksine 11 inçlik (yaklaşık 27 cm) gövde zırhıyla neredeyse zırhlı savaş gemilerine eşitti, üstelik ilk denemelerinde azami 28 ve ortalama 27.2 deniz mili süratlere ulaşmıştı. 205 metre uzunluğunda ve 32 metre genişliğindeki goeben’in su kesimi 9 metreydi ve türbinleri ingiliz eşdeğerlerinden daha büyüktü. genişliğinin getirdiği stabilite, goeben’e ateşleme esnasında büyük bir avantaj sağlıyordu.
    ateş gücü olarak goeben, on adet 11 inçlik topla donatılmıştı. toplar ikisi arkada, ikisi yanlarda ve biri de önde olmak üzere beş taretin üzerinde bulunuyordu. evet, ingilizler 12 inçlik top kullanıyordu ancak goben’in salvo ağırlık toplamı ingilizlerle hemen hemen aynıydı. üstelik alman namluları daha iyi çelikten imal edilmişti, daha iyi namlu hızı sağlıyorları ve nişangahları daha iyiydi.
    bunların yanında goeben’in zayıf yanları da vardı, en kötüsü de imalat hataları dolayısıyla yüksek buhar kaybına neden olan kazanlarıydı. ilk defa 5 kasım 1912’de akdeniz’den geçerek istanbul’a gelen goeben herkesin gözlerini kamaştırmıştı ama denize indirilişindeki sürenin zorlama kısalığı, kazanlara gereken özenin gösterilmemesine neden olmuştu.
    bütün alman savaş gemileri gibi goeben de limanlara yakın seyir için tasarlanmıştı ve görece menzili kısıtlıydı. ağır zırhının gerektirdiği güç, optimum seyir sürati olan 19 deniz milinde 3,500 millik bir menzil sağlıyordu. 3,000 tonluk kömür kapasitesi, azami süratinde goben’e ondokuz saatlik bir seyir süresi getiriyordu.
    goeben’in mürettebatı 1,100 kişiydi ve uzun seferlerde son derece rahatsız koşullarda yaşıyorlardı. havalandırma ve ışıklandırma yetersizdi, koğuşlar kalabalık ve ilkeldi. ikinci bir hava soğutma cihazı talebi ekonomik gerekçelerle kabul edilmemişti. ancak bütün bunlara rağmen gemi inşaat mühendisleri gövdeyi son derece sağlam ve su sızdırmaz bir şekilde tasarlamayı başarmışlardı.
    breslau ise eğik dört bacasıyla alman hafif kruvazörlerinin bütün zerafetini üzerinde taşıyordu. mayıs 1911’de stettin’deki vulkan tersanelerinden denize indirilmiş, ve alman karasularında muhrip flotillaları için komuta gemisi olarak tasarlanmıştı. zırhı ingiliz eşdeğerlerine oranla daha zayıf, topları ise daha güçsüzdü. dalgadan fazlaca etkileniyor, yüksek hızlarda fazlasıyla titreşim yapıyordu. ancak azami süratinin 28 deniz mili olarak belirlenmesine rağmen kısa süreli olarak bu süratin üzerine çıkabiliyordu.
    goeben’e sancağını çektiğinde amiral wilhelm anton theodor souchon böyle iki geminin komutasını devralmıştı. 1864 leipzig doğumlu souchon, denizi ilke defa yedi yaşındayken görmüş ve geleceğinin denizde olduğuna karar vermişti. kiel deniz harp okulu’ndan mezun olan souchon parlak kariyeri sırasında kayzer’in teklif ettiği akdeniz filo komutanlığı’nı önce kişisel nedenlerle reddetmiş, ancak daha sonra tekrar teklif edildiğinde hemen kabul etmişti.
    her ne kadar nazi propagandası souchon’u “diplomat” olarak lanse ettiyse de, souchon sonuna kadar bir prusyalıydı ve çalışma ile disiplini herşeyin üzerinde görürdü. akdeniz filosunu devraldıktan sonra avusturya-macaristan komutanı amiral haus, italyan visamiral lodovico ve fransız amiral lapeyrere ile sürekli temas içinde oldu. ingiliz komutan amiral milne ile hiç karşılaşmadı ancak efsanevi denizci john fisher’ın en ağır sözlerle aşağıladığı milne’e hayatının en büyük başarısızlığını tattıracaktı.

    nisan sonları, 1914, belgrad

    gece çökerken borijova jevtic bir günün daha bittiğini düşünerek pis sokaklarda yürüyordu. zlatna moruna kafesinden başka gidecek bir yer gelmedi aklına... "gavrilo ve diğerleri oradadır," diye düşündü. diğerlerinin arasında josip ve branko'nun da olmasını isterdi, hem de nasıl isterdi... belgrad'ın kuzeyinde, subotica'da doğmuşlardı ikisi de, o lanet olası macarların çoğunlukta olup sırplara yapmadıklarını bırakmadıkları kasabada... aşağılanma, dayak, sonraları hapiste geçmişti günleri.1908 temmuz'unda avusturyalıların bosna-hersek'i ilhak etmelerinin ardından hepsi macarlara karşı isyan etmişlerdi, ama önce josip, sonra branko kollarında ölmüştü...
    gözleri doldu yine borijova'nın... beş yıldır arkadaşlarının mauser kurşunlarını yedikten sonra gömleğini sırp kanıyla ıslattıkları gün gözünün önünden gitmiyordu. gözlerini her kapattığında josip'in dalgalı saçları arasından bakan mavi gözlerindeki son ışık geliyordu aklına... ujedinenje ili smrt (birlik ya da ölüm) örgütündeki varlığını onların kanlarıyla açıklıyordu.
    ujedinenje ili smrt aynı zamanda crna ruka (kara el) olarak da biliniyordu ve avusturya-macaristan’ın bosna-hersek’i ilhakından iki gün sonra kurulan narodna odbrana (milli savunma) cemiyetiyle çok yakın çalışıyordu. kurulduğunda resmi bir kimliği olan, kurucuları arasında sırp bakanlar, generaller ve üst düzey memurlar bulunan cemiyetin faaliyetleri gitgide ılımlı bir hale gelmişti, ancak sert söylemlerini crna ruka aracılığıyla yaymaya devam ediyordu.
    borijova'yı düşüncelerinden dar sokakta arkasından kendine doğru koşan bir gölgenin ayak sesleri uyandırdı. içgüdüsel olarak ceketinin içindeki tabancaya gitti eli, ama arkasına dönünce gavrilo'yu gördü.
    "az daha vuracaktım seni salak, bir daha arkamdan böyle koşma," dedi gülerek.
    "bori, zagreb'den bir mektup geldi, yürü zlatna moruna'ya, herkes bizi bekliyor," dedi gavrilo. "ayrıca beni vurmak için önce nişan alman lazım, o zamana kadar çoktan alnında üçüncü bir göz açmış olurdum."
    borijova bir kahkaha attı. gavrilo haklıydı, aralarında en iyi silah kullanan ve en çevik olan oydu. elini gavrilo'nun omuzuna attı ve sordu.
    "neymiş bu kadar önemli mektup?"
    "söyleyemem şimdi, zaten kafe hemen köşeyi dönünce... sürpriz olacak, hem de çok hoş bir sürpriz."
    "öyle olsun bakalım. ama meraktan öldüreceksin beni."
    "ulan, kızdırma adamı, herkes bekliyor dedim ya, geldik zaten."
    zlatna moruna, her sokakta bulunan yüzlerce kafeden biriydi; tek farkı ujedinenje ili smrt örgütünün buluşma yeri olmasıydı. arka taraftaki küçük odaya geçerken borijova, küçük masalardan birkaç tanıdık yüzün de oraya doğru hareketlendiğini gördü. kapıyı açtıklarında tek bir gaz lambasının aydınlattığı masanın dolu olduğunu farketti, toplam yirmiiki kişi olmuşlardı. gavrilo'nun getirdiği mektup, içinde her ne varsa artık, gerçekten önemli olmalıydı.
    "haydi beyler, çaylarınızı alın, konuşacaklarımız var," diye başladı gavrilo. "ama önce şu küçük gazete haberine bir bakın."
    gavrilo zarftan küçük bir gazete parçası çıkarttı ve hemen yanında oturan borijova'ya verdi. mektup zagreb'deki gruptan gelmişti, içinde de hırvatça bir gazete kupürü vardı. sessizce küfür etti içinden, sırpça ve hırvatça aynı lisandı ama hırvatlar katolik olduğundan, latin alfabesini benimsemişlerdi, sırplarsa kiril alfabesini... biraz zorlanarak yabancı harfleri çözmeye çalıştı.
    avusturya-macaristan imparatorluğu veliahtı arşidük franz ferdinand 28 temmuz 1914 günü askeri manevraların sevk ve idaresi için saraybosna'ya teşrif edeceklerdir.
    borijova düşüncelere dalmış bir halde yırtık kağıt parçasını yanındakine verdi. josip ve branko'nun öcünü almak için fırsat, üstelik planlama için zaman da vardı. kafasını kaldırıp okuyanlarla gözgöze geldiğinde herkesin aynı düşünceler içinde olduğunu hissetti. tam 525 yıl önce 28 haziran'da miloş obiliç, sırpsındığı'nda savaştan sonra murat hüdavendigar'ı öldürmüştü. sırbistan için 28 haziran tekrar çok büyük bir gün olabilirdi. herkes okuduktan sonra gavrilo ayağa kalktı.
    "eee beyler, ne düşünüyorsunuz? alın size fırsat! geleceğin hükümdarı olarak franz ferdinand birliğimizi engelleyebilir ve büyük sırbistan’ın çıkarlarına ters düşen reformlar gerçekleştirebilir. ne diyorsun cabrinovic?"
    "ne diyeyim be gavrilo? bu işi iyi planlamak lazım, sonuca gitmeli ve yakalanmamalıyız. birkaç yerde birden olmamız gerekiyor, her türlü silahla... önce hepiniz kalacak yer ayarlayın saraybosna'da, silahları ben bulurum. bu toplantıdan sonra bir daha saraybosna'da bir araya geleceğiz, unutmayın. 28 haziran'a kadar kimse bizi beraber görmemeli, kimsenin haberi olmamalı. lanetli hapsburglara dersini verip büyük sırbistan'ı kuracağız arkadaşlar. tarih bizi yazacak."

    28 haziran 1914, saraybosna

    saraybosna'da rutubetli ve sıcak bir yaz gününün sabahıydı. şehrin varoşlarında küçük bir evde yirmiiki kişi tekrar buluşmuştu. bir at arabasının gıcırtısıyla gelen gabrinovic kapıyı üç kez uzun, iki kez kısa vurdu. borijova, bir elinde tabancayla kapıyı araladı, gabrinovic'i görünce rahatlayarak tamamen açtı.
    "beyler, taşınacak biraz yükümüz var, iki kişi gelsin de bir omuz atsın," dedi gabrinovic. at arabasının arkasında iki kutu duruyordu. kutular içeriye taşındıktan sonra odanın ortasına konuldu. demir bir levyeyle çivili kapaklar açılında samanların altından soğuk gri renkli metal parçalar hayal meyal göründü. ilk kutuda değişik marka ve büyüklüklerde altı tabanca vardı, smith wesson, beretta, luger... herkes hayranlık ve özlemle tabancalara bakarken ikinci kutu da açıldı. gabrinovic, doğrularak yüksek bir sesle konuşmaya başladı.
    "beyler, tabancaların dışında el bombaları da var. avusturyalı işgalciler tren istasyonundan valilik binasına doğru gelirken yavaşlayacakları bir yer olacak. yaklaşık 500 metrelik bir çizgiye yayılacağız ve en uygun olan el bombasını fırlatacak. ama birçok masum sırp vatandaşının da geçidi izleyeceğini unutmayın, masum sırplar ölmemeli. borijova, sen birinci olarak istasyona en yakın noktada duracaksın. senden 20 metre sonra gavrilo, ondan sonra da ben... bu işi beceremezsek, yuh bize... bombayı atar atmaz arka sokaklara doğru kaçacağız, bizi saklayacak evleri bu haritada görebilirsiniz. bombayı kim atarsa diğerleri halkın arasında kalsın, üzerimize ilgi çekmeyelim."
    bütün grubun dağılması yarım saat kadar sürdü. herkes aynı yere gidiyordu, ancak bütün şehrin arşidük'ü karşılamaya gitmesi nedeniyle hiçbiri dikkat çekmedi. sadece bu sıcak yaz gününde neden ceket ve yeleklerini çıkartmamış olduklarını sorgulayan gözlerle bakanlar oldu, o kadar...

    * * *

    arşidük franz ferdinand trenden inerken kendisi için bu kadar saraybosnalının toplanacağını tahmin etmemişti. uçları özenle yukarıya burulmuş bıyıklarının sakladığı ince dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. hötzendorff olsun, berchtold olsun, hatta majesteleri franz joseph dahi buradaki havayı tahmin dahi edememişlerdi.
    onlar franz ferdinand’ı oldum olası önemsememişlerdi. amcası franz joseph, oğlu rudolf’un mayerling’de metresini öldürüp intihar etmesinden sonra bile kendisine gereken önemi vermemiş, davetten davete, önemsiz taşra şehirlerinde önemsiz askeri manevralara göndermekle yetinmişti. çok sevdiği karısı sofia’yı ailesinin protokoldeki yeri nedeniyle tasvip etmeyen imparator’un, karısına karşı aşağılayıcı davranışlarını da sineye çekmek zorunda kalıyordu. franz ferdinand’ı diğer habsburg soylularından ayıran en büyük özelliği, macarlara duyduğu derin nefret ve güney slavlarına, en azından hırvatlara, macarlarınkine benzer bir yönetim hakkı tanıma, dolayısıyla ikili monarşiyi üçlü olarak yeniden belirleme düşüncesiydi. veliaht olarak bu düşünceyi gerçekleştirme ihtimali bulunuyordu ve bu durum büyük sırbistan hayallerine sekte vurabilir, avusturya’nın balkanlardaki hakimiyetini periçinleyebilirdi.
    soluk mavi süvari generali ceketi ve kırmızı şeritli siyah pantalonunun üzerindeki yeşil tüylü şapkasını çıkartarak kendisi için toplanmış halkı selamlarken yanında duran bosna-hersek komutanı general potiorek'e döndü.
    "general, buna ne diyeceksiniz? daha önce biraz abarttığınızı kabul edeceksiniz sanırım"
    "efendimiz, lütfen bir an önce valilik binasına gidelim. bu kalabalığın iyi niyetinden şüpheliyim."
    "öyle olsun general, ama baktıkça kendime güvenim yerine geliyor.

    * * *

    borijova, tüylü şapkasıyla halkı selamlayan arşidük'e nefretle baktı. herkesin ve herşeyin kendi isteklerine cevap verdiğini sanan şımarık bir soylu olduğundan emindi. önüne serilmiş kırmızı halıdan geçip üzeri açık arabasına binerken ne kadar az ömrü kaldığını bilemiyordu herhalde... "gündüz vakti hayal kurmanın alemi yok, işine bak," diye uyardı kendini, biraz da kızgınca... etrafına baktığında birçok sırp görüyordu. gabrinovic ne demiş olursa olsun zaten bu kadar soydaşını öldürmeyi kendine yediremezdi. hayır, bu işi yapacak olan ya gavrilo, ya da cabrinovic'di.
    araba önünden yavaşça geçerken arkaya doğru yürüdü. gavrilo'nun da yapamadığını görünce, gözleriyle cabrinovic'i aradı. bir an göz göze geldiler, ve o an cabrinovic'in herşeyi göze alarak bu işi bitireceğini anladı. cabrinovic'in ellerini göremiyordu ama bombanın pimini çektiğinden de emindi.

    * * *

    general potiorek huzursuzca kalabalığa bakıyordu. arka koltukta oturan franz-ferdinand'ın tam bir aptal olduğunu düşündü. bu kadar yeni ilhak, hayır hayır, o kelime diplomatlar için, işgal edilmiş bir yerde, hamile karısıyla beraber, üstelik bir sırp bayramında resmi geçit yapmak... arkaya döndüğünde arşidük'ün hala şapkasını sallayarak selam verdiğini gördü. önüne dönerken, kalabalığın içinden arabaya doğru bir şeyin fırlatıldığını hissetti, daha doğrusu göz ucuyla askerlik eğitiminin verdiği içgüdü demek lazım... avazı çıktığı kadar bağırdı, "yatın!"
    bunu duyan şoför gaza köküne kadar basarak ilk hareket çizgisinde arka koltuğa düşecek olan bombanın arabanın arka tekerleklerinin arasında patlamasını sağladı. potiorek'in bağırmasıyla arkaya doğru kaykılan arşidük, karısı sofia'yı da yanında yatırmıştı. ilk gürültü ve şok geçtikten sonra karısına baktı.
    "iyi misin?"
    "ben iyiyim, sadece çok korktum. ya sen?"
    "ben de iyiyim, merak etme."
    potiorek, arşidük'ün doğrulmasına izin vermedi ve şoföre dönerek "çabuk, valiliğe gidiyoruz. durursan seni öldürürüm," dedi. üzeri açık strapontenli siyah araba gidebildiği kadar hızla kanlar içindeki muhafızların yanından uzaklaştı.

    * * *

    borijova, cabrinovic'in bombayı atar atmaz polisin üzerine çullandığını gördü. gözlerini arabaya doğru çevirdiğinde ise arşidük'ün ölmediğini, ve valilik binasına gittiğini anladı. kalabalığın içinde kendine bir yol açarak gavrilo'nun yanına gitti.
    "bana bak, bu işi bitirmek gerekiyor. cabrinovic beceremedi."
    "sus geri zekalı, hepimizi yakalatmak mı istiyorsun?" diye tısladı gavrilo. "hep orada kalacak değil ya, elbet çıkıp ya istasyona ya da manevraların yapılacağı yere gidecek. bu işi ikimiz bitireceğiz. sen buralarda kal, ben köprüye gidiyorum."
    borijova, gavrilo'nun kalabalığın içine karışarak kaybolmasını gözledi. köprü gözünün önüne gelmişti, zaten iki hafta önce saraybosna'ya geldiklerinden beri bütün yaptıkları sokakları ve arşidük'ün izleyebileceği yolları öğrenmekti. valilik binasından manevraların yapılacağı dağların eteklerine giden yol "v" harfine benziyordu ve tam dönüşün yapılacağı yerde milgacka nehrinin üzerinden geçen bir köprü vardı. araba ne kadar hızlı olursa olsun, o virajda yavaşlamak zorundaydı. o yolu tercih ederse gavrilo orada olacaktı.
    kendisi için daha elverişli bir yer düşünmeye çalıştı ama tren istasyonuna yakındı ve her taraf avusturya askeri kaynıyordu. olsa olsa bir intihar saldırısı olurdu ve borijova kendi kaderinin josip ve branko gibi olmasını istemiyordu.

    * * *

    arşidük franz-ferdinand general potiorek'in kıpkırmızı suratına bakarken ilk defa gerçekten ölümle burun buruna geldiğini anladı. potiorek artık sesine hakim olamıyordu.
    "efendimiz, bakın, bir an önce buradan çıkmanız ve viyana'ya geri dönmeniz gerekiyor. sokaklar sırplarla dolu, ve her an bir isyan başlayabilir. size yalvarırım geri dönün."
    "general, buraya avusturya-macaristan imparatorluğu'nun veliahtı, daha da önemlisi bir hapsburg olarak geldim. ne devletime, ne aileme, ne de kendime korkak dedirtmem. bunu bir asker olarak en iyi sizin anlamanız lazım." franz ferdinand bir an durduktan sonra, “insan bir ziyarete geliyor ve bombalarla karşılanıyor,” diye öfkeyle ekledi.
    "efendimiz, lütfen anlamaya çalışın. burada başlayacak bir isyanın çok daha ciddi sonuçları olabilir. bir an önce şehirden çıkmamız gerekiyor."
    "general, bu manevraları sevk ve idare edeceğimi söyledim, öyle de yapacağım. ama sizi memnun etmek için manevralar başlar başlamaz trene binip geri dönerim. sizin buradaki davranışınızı tasvip etmediğimi, bir asker olarak gerekli cesaretten yoksun olduğunuzu da eklemem lazım."
    potiorek’in yüzü kızardı ancak cevap vermek yerine artık hareket etmek gerektiğini düşünerek muhafızlara bağırdı. "arabayı hemen hazırlayın."
    arşidük ve arşidüşes arabaya binerken potiorek hala huzursuzdu. o lanet olası köprüde yavaşlamak zorunda kalacaklarını biliyordu, ve bombayı atanların bunu farketmemiş olacaklarını umuyordu.

    * * *

    gavrilo, köprünün hemen başında yerini almıştı. uzaktan arşidük'ün arabasının geldiğini görünce ne kadar isabetli bir karar vererek burayı kendisinin seçtiğini düşündü. borijova iyi bir insandı ve ateşli bir sırp milliyetçisiydi, ama iyiliği bazen aleyhine işliyordu. etli dudaklarında beliren şeytani gülümseme, arabanın yavaşlamasıyla silindi, gözlerinde önce türklerin, sonra avusturyalı ve macarların katlettiği sırplar belirdi. araba viraja girdiğinde iyice yavaşlamıştı. gavrilo saklandığı yerden koşarak çıktı ve "sırbistan için!" diye bağırarak ilk kurşunu sofia'ya sıktı. ikinci kurşun ise franz-ferdinand'ı göğsünden vurdu. üçüncü kurşunu sıkamadan askerler gavrilo'nun üzerine çıktılar, yumruk ve tekmelerle yakalandı. ama amacına ulaşmıştı...

    * * *

    franz-ferdinand elinde tabancayla arabaya doğru koşan genci görünce bir an durakladı, ve ilk şaşkınlığın getirdiği felci yaşadı. saklanmaya çalıştı ama pis görünüşlü genç tabancayı doğrultarak ateş ettiğinde çok geç kalmıştı, kurşun sevgili sofia'sını karnından vurmuştu. üçüncü çocuklarına hamile olan sofia, kurşunu yediği anda öldü. arşidükün gözlerine yaş gelmeden ikinci kurşun kendi kalbini buldu. bir an dimdik durduktan sonra karısının üzerine düşerken ağzından gelen kanlara karşılık potiorek onun "sofia, ölme... çocuklarımız için yaşa..." dediğini duydu.

    * * *

    bismarck yıllarca önce, bundan sonraki büyük savaşın balkanlarda lanet olası bir aptallıktan çıkacağını söylemişti.
    ve o lanet olası aptallık gerçekleşmişti...


    (camurlusular - 3 Ocak 2005 16:57)

Yorum Kaynak Link : birinci dünya savaşı