The Square Jungle (~ Bükülmeyen bilek) ' Filminin Konusu : The Square Jungle is a movie starring Tony Curtis, Pat Crowley, and Ernest Borgnine. Grocery clerk Eddie Quaid, in danger of losing his father to alcoholism and his girl Julie through lack of career prospects, goes into boxing. His...
Six Bridges to Cross(1955)(7,2-330)
The Midnight Story(1957)(7,1-431)
City Across the River(1949)(6,9-226)
Johnny Stool Pigeon(1949)(6,9-301)
Mister Cory(1957)(6,8-362)
Forbidden(1953)(6,7-281)
Johnny Dark(1954)(6,4-263)
The Rawhide Years(1956)(6,3-550)
--- spoiler ---film sanatın ne olduğunu sorgulayarak başlıyor. benzer filmler ve temel dayanakları bu olmasa da la grande bellezza'i hatırlatıyor.hiç kimse hiç kimseye yardım etmiyor. çünkü hiç kimse hiç kimseye güvenmiyor."birinin hayatını kurtarmak ister misiniz?" diyen yardım kuruluşu çalışanını kimse iplemiyor.yolda bağırarak koşan bir kadına kimse yardım etmiyor. ancak bir adamın arkasına saklandığında, adam mecburen kendini olayın içinde buluyor. yakınında olan baş karakterimiz christian'dan ısrarla yardım istemese christian yardım etmeye tenezzül bile etmeyecek. olay bittikten sonra nasıl yaptık ama, nasıl kızı kurtardık, çok iyiyiz, biz süperiz tarzında birbirlerini tatmin ediyorlar ama aslında yaptıkları pek bir şey yok. adam üstlerine geliyor. bizimkiler geri çekil falan diyor ve adam gidiyor. bu kadar. üstüne kız zorlamasa yardım etmeyeceklerdi bile.christian'a tüm dairelere tehdit mektubu bırakmasını söyleyen zenci yardımcısı, ben yaparım diyor ama iş icraate gelince yan çiziyor. kimse dilencilere yardım etmiyor.christian kendisine gelen paketi almak için gittiği fast food restoranında (bence) bir şey almayacağı için ayıp olacağından ve etrafta başka insanlar olduğundan dilenciye yemek alıyor. sırf gösteriş.cüzdanını aldığında içindeki paraları dilenciye veriyor. aslında para kendisinin değil. hırsızlar tüm süre boyunca parayı cüzdandan çıkarmadan beklemediler herhalde. cüzdanda ne kadar olduğunu hatırlamadıklarından yüklü bir miktar koyuyorlar içine. christian da parayı görünce şaşırıyor. zaten yanında nakit taşımadığını da daha önce öğrenmiştik. yani kendi parası değil, yine gösteriş.christian o sülük gibi yapışan çocuktan ve ailesinden en başta özür dilese olay kapanacakken ancak video olayı nedeniyle itibarı düşünce özür dilemeye gidiyor.tam hatırlayamadığım bir konu geçiyor. kız bu tam bir paradoks diyor. halbuki paradoksun tanımıyla uzaktan yakından bir alakası yok. duymuş bir yerden sırf kullanmak için kullanıyor. yine gösteriş. ice bucket challenge hakkında konuşurken neydi amacı falan diyor. diğer kız bir amacı yoktu ama süper bir olaydı, mükemmeldi diyor. içimden als hastalığına dikkat çekmek içindi amk dedim. neyseki yaşlı abimiz açıkladı. yine gösteriş.buton sayacında gördüğümüz üzere insanların büyük çoğunluğu, insanlara güveniyorum yolunu izlemiş ama gerçek hiç de öyle değil. yine gösteriş.gelelim en beğendiğim bölüme. oleg davette bir performans sergiliyor. oleg'den yazının devamında goril olarak bahsedeceğim. goril insanları rahatsız ediyor. ilk kurban zenci abimiz. goril sınırları zorlayacak şekilde adamı rahatsız ediyor. kışkırtıyor. geri adım atmıyor. yapacak bir şey bulamayan zenci abimiz modern insanın sorunlarla baş edemeyince sığındığı ilk seçenek olan kaçmak eylemini gerçekleştiriyor. insanları rahatsız etmeye devam ediyor. masaya çıkıyor. bu sefer kurban olarak bir kızı seçiyor. kız açık bir şekilde hatta isim belirterek yardım istemesine rağmen yardım eden olmadı, en son bir adam yardım etti. onun yardım ettiğini görenler, ondan güç alıp onlar da olaya dahil oldu. hiç kimse birine yardım için kendini öne atmaya cesaret edemiyor ama biri ilk taşı atınca ancak bu şekilde yardım etmeye yelteniyorlar. bu bence biraz da insanların kendine güvensizliklerinden, acaba yanlış bir şey yapmış olur muyum veya zarar görür müyüm düşüncesinden kaynaklanıyor. ilk taşı atmak biraz taşak ister ama 10 kadar kişi olaya dahil olduktan sonra gorili linç etmeye başlamak bir korkağın bile yapabileceği bir şey. diğer bir nokta ise gorili linç etmeleri. belki gorilin zarar verdiklerinin hepsi olayın içinde ve bu da gösterinin bir parçası. tamam gorili etkisiz hale getirdiniz de bari meydan dayağı atmayın. (bkz: linç kültürü)diğer bir konu ise sınırlar ne olmalı. tourette sendromu olan adama oradakilerin büyük çoğunluğu rahatsız olmalarına rağmen ses çıkarmadı. yine gorilin sanatında! sınır ne olmalıydı? viral video'da sınır aşıldı mı? sınır neresi? sınır var mı? bir çok sahnede buna değindiler.modern insan eleştirisini başarıyla yapıp bir önceki filmi turist'in üstüne çıkan ruben östlund altın palmiye'yi hak etmiş.8/10--- spoiler ---
(dt strangelove - 30 Eylül 2017 03:44)
eylemsizlik yine ruben östlund'un filminin merkezinde. force majeure'deki bireyselliğin aksine bu sefer toplumun hareketsizliğine savaş açıyor isveçli yönetmen. östlund geniş çerçevede modern sanat dünyasını hicvetse de, kolektif eylemsizlikle birlikte yönetmenin filmografisinden aşina olduğumuz erkeklik halleri ve modern hayatta önüne geçemediğimiz içgüdüler önemli yer tutuyor. the square, kendine özgü kara mizahı ve muhteşem sinematografisi ile eşsiz bir sinema deneyimi. sık rastlamadığımız bir biçimde ilk altın palmiye adaylığında ödülü kazanan ruben östlund, oscar hayal kırıklığı sonrasında güzel bir mutluluk yaşadı.danimarkalı aktör claes bang bir çağdaş sanat müzesinin küratörü christian'ı oynuyor. christian ile ilk tanışmamız amerikalı bir gazeteciyi canlandıran elisabeth moss ile röportaj sahnesi. müze önemli bir sergiye hazırlanıyor. christian, neon ışıklarla hazırlanmış "you have nothing" yazısının önünde ve biz film boyunca bir kral çıplak hikayesi izliyoruz. östlund, christian'ı bir bumerang gibi kullanıyor. neredeyse bir kısa film kolajı gibi anlatılan christian'ın gülünç durumlarda izleyici de kendine dönüp bakmadan duramıyor. entelektüel sahtelik, politik doğruculuğun yapaylığı, toplumun birbirine olan güvensizliği seyircinin yüzüne çarpıyor. insani değerlerin azaldığı, yardım isteyene hırsız gözüyle bakıldığı modern toplum ya da bystander effect; çağdaş sanat müzesi ile yaratılan oyun alanı, modern toplumun eleştirisine dönüşüyor. yönetmenin senaryo için çıkış noktası da burada başlıyor. christian'ın kare'nin önünde anlattığı hikaye gerçekten östlund'un babasının çocukluğu, film otobiyografik bir yapıya da bürünüyor. the square filmden bir kaç sene önce ruben östlund ve kalle boman'ın yarattıkları bir enstalasyon.http://vandalorum.se/…are-ruben-östlund-kalle-boman kare'nin amacı kamusal alanda bir güvenli bölge oluşturmak. yaya geçidinin önünde sürücülerin durma zorunluluğuna* benzer bir çözümleme ikilinin planladığı. kare'nin içine giren bir insan yardım istediğinde etrafındakiler imdadına yetişmekle yükümlü. isveç ve norveç'te ikişer olmak üzere, dört tane the square oluşturulmuş durumda şimdilik. christian'ın küratörlüğünü yaptığı sergi de toplumsal güvenle ilgili ve the square bu serginin merkezini oluşturuyor. terry notary'in -olağanüstü- maymun performansı filmin ve belki de bu senenin en etkileyici sahnesi. sonunun nereye gideceği tahmin edilemeyen inanılmaz bir sekans. filmde elisabeth moss'un da bir maymunu var, garip ve çok güzel sevişme sahnesinden önce görüyoruz. christian maymuna bakarak kendini görüyor, biz christian'a bakarak kendimizi görüyoruz ve filmin sonunda maymun sanat yapıyor.
(darth werther - 6 Ekim 2017 13:53)
70. cannes film festivali'nde en iyi film ödülü olan altın palmiyeyi kazanan, isveçli yönetmen ruben östlund’ın zihin açan son filmi.--- spoiler ---ruben östlund, öncelikle iğneyi kendine batırarak filmin merkezine, isveç toplumu üzerinden toplumdaki güven duygusunun nasıl zedelendiğini, kaybolduğunu koyuyor.filme adını veren kare, herkesin içerisinde eşit haklara sahip olduğu, adeletsizliğin olmadığı, herkesin birbirine yardım ettiği ideal bir toplumu resmeden bir metafor. ancak günümüz toplumları bunun çok ama çok uzağında.ana karakter filmin başlarında cüzdanın çalınması ile güven duygusunu kaybeder ve bunun sonucunda başka kişilerin de güven duygularını kaybetmesine neden olacak bir takım eylemlerde bulunur.filmin en akılda kalan sekansı, elit ve seçkin konukların bulunduğu ortama vahşi bir hayvan gibi giren adamın olduğu an.konuklar, şayet ona bakmazlar ve onunla ilgilenmezlerse kendilerine herhangi bir zarar vermeyeceği şeklinde bilgilendiriliyorlar. ancak inanmaya çabaladıkları güven duygusu, ince bir buz tabakası üzerinde yürümeye benzemekte ve kırılması an meselesidir.filmde ruben, güven duygusunun kaybolmasının yanında tüm modern toplumların yüzleştiği göç, yoksulluk, toplumsal sınıflar, eşitsizlik, cinsiyetler arası sorunlar, adaletsizlik gibi problemleri mizah ögeleriyle usta bir şekilde işliyor. bir şeyi sanat eseri yapan nedir? sanatta sınırlar var mıdır? varsa bu sınırlar nelerdir ? gibi birtakım düşündüren soruların yanı sıra kadın erkek arasındaki güven kaybına da değiniyor.--- spoiler ---filmi izlerken geçen sene filmekiminde izlediğim toni erdmann'ı aklıma geldi nedense. konu olarak değil ama ben de bıraktığı etki olarak bir benzerlik kurdum. kafanızda soru işaretlerı oluşturmayı başarabilen filmlerden biri the square.
(marx harikulade - 29 Ekim 2017 23:19)
filmde o kadar çok şey var ki neresinden tutup anlatsan bir diğer parçaya hakaret olur. ikinci bölümdeki hikayenin ağır işleyişi izlenme dinamiğini bozsa da, aslında oldukça anlamlı. spoiler- iskandinavların fazlaca sevdiği brecht'in etkisi, öykünün sonunda adamın dönüşümüne ilişkin ilginç bir ifşa. iskandinavlara bin selam.- film postmodern durumu özetler bir sekansla açılıyor. alan ve alandışı olan ile, sergilenen ve sergileme dışı üzerine müzenin web sitesinde yayınlanan sözleri açıklayamayan bir başküratör var... komik. çünkü postmodern durumun gereği bu. muhtemelen editör, ilgi çekici ve sıradışı bir anlam yakalamak için, birbirinin zıttı argümanları kullanarak anlambirimcikler oluşturarak kafa karıştırmaya uğraşıyor. aslında kafa karışıklığı da değil. imgeler yardımıyla aynı anda, kısa ve birden çok anlam üretmeye çabalıyor. bize laf salatası gibi geliyor ancak içinden geçtiğimiz dönem bilgiyi böyle üretiyor. ancak başküratörün bunlardan haberi bile yok. belli ki tanınan bir yüz olması sebebiyle bu işin başına getirilmiş. - cüzdan ve telefonun peşine düşmesi... meta tutkusunun öykü düzlemine yerleştirilmiş haliydi. nefis bir güzelleme... iletişim yolu olarak da bir fast food dükkanın kullanılması, kapitalizmin can damarlarında dolaşan bir öykünün de yolunu açıyor böylece.- çakıllarla oluşturulmuş yığınlar, sandalyelerle örülmüş bir anıt ve yanında devrik duran tek sandalye. başlı başına inanılmaz derece anlamlı. "aslında bu salak müzenin söylediği"sanat eseri olduğu iddia edilen çakıl yığınlarıyla, sanat olduğu iddia edilen yapıtların günümüzde sabun köpüğü kıvamına geldiğini, üflesen devrilecek, unutulacak, hatta süpürülecek bir yığından ibaret olduğunu söylüyor. elbette yönetmen de bu yeni bağıntılarla dalgasını geçiyor. iyi de ediyor.sandalye yığını ve yanında tek devrik sandalyeden de bolca anlam çıkar elbette. görüldüğü üzere son derece ucuz ve ederi değil anlamı yoğurma hedefi güden dadacı algının 2000'lerdeki savruk modellesiydi. onun önünde yapılan aşk-birliktelikler ve erkeğin gücüyle kadının duygusallığı arasına sıkışmış diyalog müthiş bir örüntü sunuyor. yönetmene bayıldım.- kendi çocuklarına, sadece sesini yükseltti diye defalarca özür dileyerek af isteyen burjuvazinin ürettiği baba figürü, alt tabakadan hakkını arayan bir çocuğa -merdivenlerde- üstten bakarak şiddet uygulayabiliyor. ancak çocuğun yardım çığlığına dayanamayan vicdan, günah çıkarma güdüsüyle harmanlanmış bir arayışa yöneliyor. güzel bir dönüşüm.- kimse birbirine güvenmiyor ve kimse birbirine yardım etmiyor. başkarakter dilenciden yardım isteyecek kadar sesini yalvaran bir tonaja indirebiliyor. birkaç sahne sonra görüyoruz ki o poşetlerle eve dönülmüş ve dilenci gerçekten de onun istediği şeyi yapmış...- evinde maymun/goril besleyen hatun. ikili sevişirken son derece kültürlü bir biçimde koltuğuna kurulan evcilleştirilmiş maymun. müze galasındaki yemekte gördüğümüz evcilleştirilemeyen maymun. sevişmedeki duygusuzluk ve makineleşme. adamın kadını hamile bırakma kaygısı ve akabindeki çocuk sevgisi. müthiş örtüşmeler. - yemekte, ormandaki vahşi bir hayvanın tepkileri dile getirilerek bir oyun başlatılıyor. gerekli doneler seyircilere/katılımcı oyunculara veriliyor. henry thorau, boal gibi adamlardan öğrendiğimiz bişeyler var... burjuvazi ve orta sınıfı; sokak ortasında ve hiç beklemediği güvenliksiz bir alanda, dramatik çatıya katarak ve oyunun içine çekerek, şok estetiği yaratarak içsel bir öğrenme mekanizması sağlanması, görünmez tiyatronun ciddi argümanlarındandır. film, geçmiş yerine; şimdi ve geleceğe kapı açan bir müzeyi merkeze koyarak, zaten her şeyi tersine işletiyor. burada da görünmez tiyatroyu tersine işletmiş. kuralları belli ancak güvenliksiz bir karakterle katılımcıyı başbaşa bırakmış. mükemmel bir oyunculuk performansı ve eşi esir alınmış olmasına rağmen oyundan vazgeçmeyen (ucunda tekinsiz bir tehlike var çünkü) hayatını tehlikeye atmayan ve oyunun içinden bir türlü çekilemeyen koca... ardından tek bir kıvılcımla başlayan ve çığa dönüşen örgütlü bilincin vurgulanması, harikulade. filmde ne ararsan var ve her karesi ciddi okumaya açık. öykünün merkezine konulan "güvenli kare", güven altındaki benlik, imajı tehdit edildiği an kareyi terk edip kaçan burjuva küratör. oyunun, çerçevesi (yani karesi) bilinen/sınırları bilinen bir alandan dışarı taşıp, aşırı gerçekçiliğe dönüştüğü an, keyif veren zeminden ayrılıp tekinsizliğe sürüklenmesi ve bu nedenle oyunun sonlandığı yerde başlayan şiddet. insanlara güvenirim diyen insanların metalarını tekinsiz yerlerde bırakmak istememesi. gibi gibi sayılacak ve üzerine konuşulacak o kadar şey var ki. birkaç kez daha izleyip filmi deşmek çok zevkli olabilir. ellerinize sağlık.spoiler falan
(29 mayis 1453 gunu hasta olan yeniceri - 3 Kasım 2017 23:34)
ruben östlund'un 2017'de cannes film festivali'nde altın palmiyeyi kazanan filmi.---spoiler---filmin hayatın ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermiş olan bir dolu film gösterebiliriz. östlund bunu en iyi yapanlardan biri: şaşırıp da birilerine birer rol biçmeye kalktığımızda yanıldığımızı er ya da geç görüyoruz.filmde buna en belirgin örnek christian'ın "maymun adama" verdiği rol. o nezih toplumu, yemekte, önce hafiften rahatsız eden maymun adam giderek salonda terör estirmeye başlar ve kendisine işaret edilen noktayı geçer. işin tadını kaçırdığı yer yaptığı işin tadını çıkarmaya başladığı yerdir. laftan anlamayınca darp edilerek (belki de linç) durdurulur.açılacak sergiyle ilgili söyleşide salonu dolduranların (figüranlar) hemen hepsi kendilerinden bekleneni yerine getirirler; ancak biri (psikiyatrik bir hastalığı olduğu söylenen bir dinleyici) bilinçaltını konuşturmaya başlar. ve bir türlü durdurulamaz. söyleşinin içine edilmiş olur.açılacak serginin tanıtımı ile ilgili olarak, tutulan pazarlama şirketi, kamuoyunda ilgi çekmek için bir tanıtım filmi hazırlar, müze yönetiminden habersiz olarak, kendi bildiğini okuyarak, kamuoyunu şoke eden bir filmi youtube'da yayınlar. sonuç müzenin sanat yönetmeninin (christian'ın) canına okuyacaktır.christian bir ara kendisiyle röportaj yapmış bir hanım kızla mercimeği fırına verir. ancak bunun sonuçları düşündüklerinin ötesinde olacaktır. kaldı ki hanım kız (adı anne) christian'ı başta uyarmıştır: kendisine biçtiği rol ile iktifa etmeyecektir (tuvalet kuyruğunda beklerken o psikiyatrik hastayı hatırlatır christian'a; christian bir şey anlamaz). anne az değildir; uyarmadan hiçbir terslik yapmaz. kendi evindeki sahici maymunu (küçük boy bir orangutan mıydı? yanılıyor olabilirim) christian'a göstermeden yatağa girmez. christian sahiden tuhaftır. hayatta yaşadıklarından asla ders çıkar(a)maz; bilakis hayatta yaşadıkları ona ilham verir.---spoiler---tabii ki filme başka açılardan da bakabiliriz. zaman bulursam yazacağım.edit: matbaa hataları.
(invulnerable - 5 Kasım 2017 11:59)
şimdiye kadar yapılmış en iyi modern sanat ve ifade özgürlüğü eleştirisi. az önce beyoğlu sinemasında izledim. izleyecekseniz beyoğlu sinemasının ayakta kalmasına destek olmak için gidip orada izleyebilirsiniz. koca salonda 5 kişiydik.sadece filmin basın toplantısı sahnesini izleyerek ne anlatmaya çalıştığını anlayabilirsiniz. filmi beğenilmesi beğenilmemesi durumlarını anlayabilirim ancak filme zaman kaybı demek çok acımasızca. bu filme zaman kaybı diyorsanız gidin prime time dizileri izleyin abi. evet süresi uzun denilmesini de anlarım ama temposuz bir film değil ki. puanım 9/10
(i am busy cant you see - 14 Kasım 2017 15:47)
şimdi ben sizin çantanızı alsam ve sanki matah bir haltmış gibi sergi salonunun ortasına koysam, bu onu bir sanat eseri yapar mı?“hıaaağyıır, tabiii ki yapmaaaaz” diyen salozları kenara alalım, onlar sanattan anlamayan bir avuç lümpen.evet, yapar. sen benim mabadımı kaldırmışsın, bana küratör bey aşağı, christian abi yukarı diyerek gazı vermişsin. o halde ben neye tevessül etsem o sanat eseri olur.filmde, performans sanatçımız oleg, ortalığı tarumar ederken “yav vardır christian’ın bir bildiği, sanat sonuçta” diyerek sallamıyor isveçli creme de la creme mensupları. oleg dayı en sonunda davetlilerden birini alenen becermeye kalkınca akılları başlarına geliyor.“yavu sanat dediysek o kadar da değil”sanatın her koşulda sanat olmayacağını, bazı şeylerin ters gittiğini fark etmeniz için illa becerilmeniz gerekebileceğini anlatmış sevgili yönetmenimiz ruben östlund.ve bu seneki en iyi yabancı film oscarındaki favori atım “the square”...ve kuşkusuz ödülü alacaktır da.velev ki alamadı, göğsüme simle “i love you trump” yazıp protesto edeceğim akademiyi. hem performans sanatı olur hiç yoktan.
(dramatis persona - 19 Kasım 2017 20:15)
biri bergman reyizin 50 yıl önce çektiği film ile the square filminin ne kadar benzer olduğunu, 50 yılda hiç birşeyin değişmediğini, dünyayının gittikçe daha da boka batmasının insanların, savaş evlerinin içine girene kadar ses çıkarma cesaretini gösterememesinden kaynaklandığını ve insanların utanma duygularını kaybettiğini yazsın. ben üşeniyorum. (bkz: skammen)
(nikolay romanovic karamazov - 26 Kasım 2017 22:28)
--- spoiler ---zıpçıktı cafer değil mi o?--- spoiler ---
(dasblankewesen - 21 Şubat 2018 12:04)
kalburüstü tabii. beğenmeyene de kızıyor değilim; anlayabilecek asgari bir donanım gerekmekte. küçümsemedim. zevk alamıyorsun . onun için. -----spoiler-------işte marcel duchamp'ın o ünlü pisuvarı. (sergilenişinin 100. yılıydı 2017 bu arada-tesadüf mü?) "müzede sergilerseniz sanat eseri olur" dediği ve bu klişeye hala sırtını dayayan post-modern sanatçıların yapmacık iddiaları ve bu yapmacıklığa "ayıp olur, cemiyetten dışlarlar" korkusuyla tepki veremeyen sanat sevici kitle östlund'un derdi. kitle neden yapmacık? misal sanata çok ilgililer fakat aperitif vs ikramlara davet edildiklerinde hiç yememiş, görmemiş gibi coşarak gidiyorlar. yemeseler de olur ama o beleş ikramları görmezden gelemeyecek kadar dürtüsel davranıyorlar (azar da işitiyorlar)östlund'u çok gıcık etmiş sanırım isveçli sanat çevresi. kare diye kavramsal, imgesel bir sanat işine kalkışıyorlar ama kare'yi fiziksel olarak hazırlayan kişi tipik bir işçi ve çok ince çalışıyor taşları keserken, ölçerken, biçerken lakin sanatın şanını sahiplenen "kareye" yüklediği anlamla - aslında hiçbir iş yapmayan- küratör ve bir grup gıcık insan. tourette sendromu dolayısıyla toplantıyı "sabote" eden ama herkesin rahatsız olmasına rağmen zorlama bir tavırla "medeni" görünmek adına ikaz edemediği adam. oturum amacından uzaklaşıyor ama kimse "ayıp olur" diyerek sesini çıkaramıyor. maymunu taklit eden oleg'in çığrından çıktığı sekans keza. ters giden bir şeyler olduğu belli "ama sanat işte." neden? çünkü birileri sanat demiş :)) ona ve herkes kani. (bu maymun fikri de muhabir kadının - elisabeth moss - evinde maymunu görünce aklına geliyor sanırım. o soğukkanlı yargılamazlığıyla sormuyor bile "ne bu şempanze?" diye. )e nihayet bu anlatım sosyal bir çerçeveden uzak tutulamaz. isveçlilerin "ötekilerle", diğerleriyle olan ilişkileri.bu yapaylık dilencilere gösterilen tavırda da var . herkes çok anlayışlı (olması gerektiğini düşünüyor) ama o raddede de uzak. lakin küratör/sanat yönetmeni christian kızlarını avm'de kaybedince bir dilenciden medet ummaktan çekinmiyor. daha bir ton "ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik" üzerine detay. sinir bozucu. :) kurgu kopuk ve sarsak değil iddia edildiği gibi. anlattığı bir hikaye değil, kesit. başı sonu yok. tam da eleştirdikleri gibi. sekanslar arasına başlıklar koymak mümkün değil mi? mümkün de e ama o da klişe artık. adam bu klişeleri anlatıp dururken...
(abel markus - 3 Mart 2018 00:34)
Yorum Kaynak Link : the square