Süre                : 1 Saat 40 dakika
Çıkış Tarihi     : 11 Ağustos 2010 Çarşamba, Yapım Yılı : 2010
Türü                : Drama,Romantik
Ülke                : Fransa,Avustralya,Almanya,İtalya
Yapımcı          :  Les Films du Poisson , Taylor Media , Screen Australia
Yönetmen       : Julie Bertuccelli (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Judy Pascoe (IMDB)(ekşi),Julie Bertuccelli (IMDB)(ekşi),Elizabeth J. Mars (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Charlotte Gainsbourg (IMDB)(ekşi), Morgana Davies (IMDB)(ekşi), Marton Csokas (IMDB)(ekşi), Christian Byers (IMDB), Tom Russell (IMDB)(ekşi), Gabriel Gotting (IMDB), Aden Young (IMDB)(ekşi), Penne Hackforth-Jones (IMDB), Gillian Jones (IMDB), Zoe Boe (IMDB), Bob MacKay (IMDB), Ryan Potter (IMDB), Murray Shoring (IMDB), Taren Stewart (IMDB), Robert Joseph Stewart (IMDB), Wencis Burns (IMDB), Margaret Foote (IMDB), Betty Cartmill (IMDB), Patrick Boe (IMDB), Arthur Dignam (IMDB), Wendy Playfair (IMDB), Jackie Kelleher (IMDB), Benita Collings (IMDB), Emma Pollock (IMDB), Darius Pollock (IMDB), Lukas Trotta (IMDB), Maya Trotta (IMDB), Noam Trotta (IMDB), Alice Attal (IMDB), Olive Jones-Evans (IMDB), Ivy Jones-Evans (IMDB), Penn Jones-Evans (IMDB), Emile Daeron (IMDB), Jean Gardiner-Cox (IMDB), Clara Gardiner-Cox (IMDB)

The Tree (~ Agaç) ' Filminin Konusu :
Dawn eşini kaybettikten sonra çocukları ile başbaşa kalmıştır. Küçük kızı babasının ruhunun bahçelerindeki ağaçta yaşadığını ilk söylediğinde bunu çocukça bir şaka olarak kabul etmiştir. Başta kimsenin inanmadığı bu fantastik olay, giderek aile içinde gerçeklik kazanmaya başlar. Bir süre sonra çocuklar ağaçta yaşadıklarını inandıkları babaları ile konuşmaya başlarlar. Buna Dawn da katılacaktır.


  • "sinek ilaçlama araçlarının arkasından tek türk çocuklarının koşmadığını gösteren bir film"
  • "yürüyorlar. sonra national geograhphic ve hollywood sevişiyor.soruyorlar. güzel şeyler oluyor."
  • "hani ramazanda, ezanin okunmasindan hemen once tv'de dualar esliginde aniden acan cicekler, cosan nehirler gosterilir ya; iste onun insanlisi olmus."
  • "saat 18:09 itibariyle izlemeye başladığım film. bugün bitecek inşallah.edit: bitmedi, bitemedi.."
  • "rakı gibi film, içerken anlamıyorsun."
  • "film üzerine şu bağlantıdaki yazı da ayrıca okunabilir."




Facebook Yorumları
  • comment image

    başrolde brad pitt'in yer alacağı kesinleşen film, terrence malick'in tam 30 yıldır üzerinde çalıştığı ve daha önce gerçekleştirmeye niyetlenilip q adıyla vizyona girmesi düşünülen ancak çeşitli anlaşmazlıklar sonucu çekilemeyen ve malick'in the thin red line'a kadar sinemaya ara vermesine neden projedir aynı zamanda. şu an post production aşamasındaymış. yine görsel bir şiir, mükemmel monologlar, felsefi alt metin ve iyi bir görüntü yönetmenliği bizi bekliyor diye düşünüyorum, tabi sevmeyenler için bir doğa belgeseli ya da uyuma nedeni.


    (shocktheworld - 15 Ağustos 2008 20:58)

  • comment image

    sinek ilaçlama araçlarının arkasından tek türk çocuklarının koşmadığını gösteren bir film


    (chaud - 22 Aralık 2010 11:07)

  • comment image

    şöyle ballandıra ballandıra anlatasım var bu filmi. hani okuyanın da canı çeksin filan tarzı. benim canım çekti de gittim. cuma günü şansa trailer'ını gördüm. sonra pazar sabahı 11.30 preview'ı varmış onu öğrendim (olaylar almanyada geçiyor, entrinin tarihine şaşıran olursa diye diyorum). aradım arkadaşımı, bana bak dedim, pazar sabahı napıyosun? lafı gevelemesine fazla izin vermeden film var dedim, filme gidicez. pazar sabahı, 11:30. bitakım mistik doğa görüntüleri, bol bol can sıkıntısı ve yer yer parlak sahneler bekliyordum ama o pazar sabahına cumadan can sıkıntısını çok yakıştırmıştım kafamda.

    sabah onbirbuçuk, koltuklarımıza kurulduk. filmin yarattığı hissi şöyle özetleyebilirim: ilk 40 dakikasında henüz filmin sizden istediği kafaya gelmeden sinemaya girdiyseniz sizi moda soksun diye çekilmiş. doğa görüntüleri, mistik dış ses derken şöyle bir ruh haline giriyosunuz: "hmm çok güzel... güzel de... tamam da... hmm... acaba ne demek istiyor? bak amipler, aha dinazor... ne manaya geliyo? hmmm... skicem ama ya gene dinazor çıktı... üff...biraz baymaya başladı bu..."

    film daha başlar başlamaz "bitse de gitsek" hissini veriyor, ilk 5 dakikadan sonra "hala bitmedi..." diye düşünmeye başlıyorsunuz. sonra, yaklaşık 40 dakika sonra, büyük çocuğun büyüyüp bebeklikten yürümeye başlamasını anlatan o inanılmaz 5 dakikalık kesitten sonra birden aslında kendinizi çoktan filme kaptırdığınızı fark ediyorsunuz. ve birden tüm o sıkılganlığınız gidiyor, film izlediğinizi bile unutmuş bir halde kendinizi önünüzde yavaş yavaş gelişiveren hikayeye kaptırıyorsunuz. brad pitt'in müthiş otoriter baba portresi her masaya oturduğunda siz de masadaki çocuklar gibi tedirginleşiyorsunuz, çocukları izlerken hayatınız boyunca hiçbir filmde "çocuk" görmediğinizi, ilk defa bu film sayesinde "çocuk"un ne olduğunu gördüğünüzü düşünüyorsunuz. size yemin ediyorum bu hiç de az birşey değil.

    bu filmi övmeye övgü yakıştıramıyorum açıkçası.


    (bir takim dis mihraklar - 13 Haziran 2011 01:37)

  • comment image

    ****baslangic notu: kesinlikle boyle bohem, sinemanin sanatsal "falan filanlik"larini cozmus, ustun zevkleri olan bir izleyici degilim. onu belirteyim oncelikle.****

    kanimca, bu filmi begenip begenmemeniz -yada aslinda filmi anlayip anlamamaniz- tamamen nasil bir insan oldugunuz, nasil bir hayat(ozellikle de cocukluk donemi) gecirdiginizle ilgili. ve buyuk ihtimalle, ya filmi kalbinizin en orta yerinde hissedeceksiniz; yada hicbir sey anlamadan bakacaksiniz birbir degisen resimlere. oyle beyaz ve siyah.

    filmi anlamak derken de; konusunu anlamaktan bahsetmiyorum. zaten film bir konu yada olay uzerine yazilmis/cekilmis bir film degil. film bazi insanlarin insanlik hallerini anlama cabasi uzerine. insanlik hali dedigimiz seyin ne basi oluyor, ne de sonu. anlar, dusunceler ve duygular corbasi. film de bu corbayi en anlatilasi bicimde anlatmaya cabalamis. ki insan olma hali; yada "bazi insanlarin" insan olmayi ve yasami anlama halini boyle guzel guzel bir olay orgusu icinde, planli programli anlatmak mumkun degil.

    "bazi insanlar" tanimi da, kesinlikle en kucuk bir entellektuel kendini begenmislik icermiyor. onun altini en kalin cizgilerle cizeyim, en fosforlu kalemlerle de boyayayim her yerini. bazi insanlarin varolussal kaygilari oluyor. digerlerinin anlayamadigi, anlam veremedigi kaygilar. aslinda hemen hemen her insanin icinde var bu kaygilar. hemen hemen ne yahu; herkesin icinde var iste. ve yuzbinmilyon yillardir. tek tanrili dinler bile baslamadan once. oyle eski.
    ama iste, bazilarimiz bunu daha bir yogun yasiyor sanki. derinden. hatta belki anksiyete seviyesinde. herhangi bir gunde bircok defa akillarina dusuyor bu. "neden yasiyorum?" "butun bunlarin amaci ne??" (bkz: olum anksiyetesi)
    kimileri bunu oyle derinden hissetmiyor. belki arada geliyordur kafalarina, ama bulduklari cevaplar tatmin ediyor olmali onlari ki, bir sekilde devam edebiliyorlar.

    --- spoiler ---

    iste bu film, biraz takilip kalmis bir adamin hayati anlama halleri. yada anlayamama halleri. icinin karisikligi taa en cocuk yaslarda yuzune oturmus, beyninin icinde firtinalar kopan bir adam. "olmasi gereken"lerin mutlak iyi olarak dikte edilisiyle, "asil oldugu"ndan sucluluk duymaya baslamis; icinde en az 2 kisi tasiyan, bu 2 kisinin didismelerinin ortasinda kim oldugunu bilemez bir halde kalakalmis, bu arada da hayati kacirmis buyuk ihtimalle. hayati bambaska seyler sanmis. halbuki, aslinda hayat da, tanri da, sevmekmis. sevgiymis. sevecenlikmis. once kendini sevmekmis. kendini affetmekmis. sonra annesiymis ve de kardesiymis. ve de affedebilse eger, babasiymis da.

    ---
    spoiler ---

    bir agnostik olarak, filmi kesinlikle dindar bulmadim. zaten, buyuk patlamayi oyle siir gibi, uzun uzun, ince ince anlatan bir filme nasil dindar dediler anlamadim...ama film sorguluyor ve bu sorulara verilebilecek olasi butun yanitlari da, birbirleriyle celisseler de iceriyor bir sekilde. o yuzden, bence gayet agnostik bir film. ama siki bir ateistseniz eger, belki rahatsiz olursunuz, bilemedim. imdb'de bu konuyla ilgili okudugum iki anonim yazarin atismasi film dindar mi degil mi sorusuna en guzel cevabi veriyor herhalde:

    hemen hemen soyle bir seydi:

    yazar x: "ben bir ateistim, bu film dindar mi ve sizce bu filmden rahatsiz olur muyum?"
    yazar y: "eger acik fikirli bir insansan kesinlikle rahatsiz olmazsin cunku film dindar bir film degil. ama diger yandan da, buyuk ihtimalle rahatsiz olursun, cunku acik fikirli bir insan olsan agnostik olurdun"

    bence filmin psikolojik yonu de yadsinmamali. aslinda film bence dini tartismalar yerine psikolojik tartismalar cikarmaliydi; cikarmali. hatta keske bu filmden sonra ana babalar ve potansiyel ana babalar "cocuklarimizi mutlu bireyler olarak yetistirmek istiyorsak neler yapmamaliymisiz?" sorusunu surekli sorsalar kendilerine. cevaplari da filmde cok guzel bir sekilde verilmis zaten.

    son olarak, kisisel notumu da ilistireyim. filmi cok begendim; ama anlattiklari itibariyle sasirmadim, allak bullak olmadim. hayatimin son bir yili ayda 2 sefer bu filmdeki sahneleri birbir anlatiyorum zaten psikologuma. ha; ama daha bi 10 sene daha gitsem terapiye, boyle derli toplu, boyle anlatilir sekle getiremezdim, o da terrence malick'in yuzunun suyunun hurmeti olsun.

    bir de kucuk bir tavsiye; filmi "acaba burda ne demek istedi yonetmen, burada ne anlatiliyor" diye her sahneyi atom fizikcisi kivaminda bir dikkatle izlemeyin. dehset yorulursunuz. afallarsiniz.
    onumde oturan 2 kisi bambaska seyler bekliyorlardi herhalde, filmin daha basindan gulme krizine girdiler. tamam anladim, sasirdiniz ama filme kendinizi birakin iste. akilla izlenecek bir film degil, bir seferligine kalbinize teslim olun, hissetmeye calisin. yok bi 15 dakika falan ara ara gulusup--rasyonel aklin simarikligi iste, kendi gucunun yetmedigi, sinirlarinin almadigi seyleri kucumser hemen--o 15 dakikanin sonunda da ciktilar filmden. yazik ettiler. siz etmeyin.


    (giosue - 16 Haziran 2011 02:42)

  • comment image

    bizim yalnızca sınırlamak diye bildiğimiz hadd (çoğul olarak hudud), klasik (arapça) metinlerde çoğunlukla tanım yerine kullanılır. üzerinde azıcık düşününce çok da makuldur: her tarif marufun sınırlandırılmasıyla mümkündür. ama bazı "şeyler" vardır, şekli vardır da görülmez, hissedilir de tabir edilmez, coşkuya kaptırır da paylaşılmaz. onu tanımlayabilmek, dolayısıyla onu dünya içerisinde şimdiye dek anlamı tesbit edilmiş kelimelerin sınırlılığında açıklamak, o "şey"in varlığına bir hakarettir. işte bu film, o şeylerden biri nazarımda. öyle bir şey ki, yalnızca iki saat içerisinde "gösterilmiş" (hayır hayır anlatıldığını zannetmeyin!), tüm bir evrenin milyar yıllık tarihiyle kesiştirilen kişisel bir tarihin olağanca kozmik karmaşası karşısında, zihinde bir türlü cisimleşemeyen, bir araya gelip de anlamlı bütünü oluşturamayan düşünce tohumları, tarif edememenin verdiği o gerginlikle sizin filme mesafeli yaklaşmanıza dahi sebep olabilir. ama o mesafe, filmden sonra mütemadiyen zihninizde tekrar tekrar belirecek imgelerin harikuladeliğiyle; bu filmin, yıllardır kendinize sorduğunuz, ömrünüzün kalanında da sormaya devam edeceğiniz, gel gelelim cevabı da olmadığını adı gibi bildiğiniz varoluşsal sorunların filmini yapmaya gösterdiği cesareti tanık edişinizle hemen kapanacak, bana inanın.

    sanmıyorum ki bu filmin bir spoiler'ı verilebilsin ya da hadi verildi diyelim, bu filmi izlemeyenlerde olumsuz bir tesirde bulunabilsin. hikayeleştirilemeyen bir hikaye nasıl anlatılabilir ki?


    (alexis zorba - 2 Temmuz 2011 14:55)

  • comment image

    --- spoiler ---

    hani ramazanda, ezanin okunmasindan hemen once tv'de dualar esliginde aniden acan cicekler, cosan nehirler gosterilir ya; iste onun insanlisi olmus.

    ---
    spoiler ---


    (gugune - 17 Temmuz 2011 21:21)

  • comment image

    filmden çıktıktan sonra bünyede yarattığı mistifikasyonu çözmek için tam tamına 20 saattir uğraşıyorum ve sanırım başardım.

    yorum yapmadan üşenmeyip hakkında yazılmış 88 entry'yi birer birer okudum ki tahmin ettiğim gibi filmin mistifikasyon etkisi çoğu kişiyi kanatları altına almış. bu mistifikasyonun en büyük özelliği, gösterileni izleyicinin beynine yerleştirmek için "samimiyet hissi" pompalayıp beğeniyi salt bir "ancak yaşamışlar anlayabilir" kıvamına getirmek. mesela: "kanimca, bu filmi begenip begenmemeniz -yada aslinda filmi anlayip anlamamaniz- tamamen nasil bir insan oldugunuz, nasil bir hayat(ozellikle de cocukluk donemi) gecirdiginizle ilgili. ve buyuk ihtimalle, ya filmi kalbinizin en orta yerinde hissedeceksiniz; yada hicbir sey anlamadan bakacaksiniz birbir degisen resimlere. oyle beyaz ve siyah." (#24074622) hemen belirteyim sinemadaki estetik kaygıların içerikten önce gelebileceğine inanan ve bu bahsedilen aşırı hissiyatlı çocukluğu yaşamış biriyim; ve tam da bu yüzden bu filmin mistifikasyondan ibaret olduğunu belirtiyorum zira estetik, söylem üzerine geliştirilen bir şekildir oysa the tree of life'ta estetik değil, plastik olgular var. kullanılan görüntüler - ki başka bir suser da bunun film atmosferine girmek için kullanıldığını güzelce açıklamış - bir şey anlatmıyor; anlamlandırmak için değil, büyülemek için kullanılıyor bu görüntüler. buradan anlam çıkarmak, insanoğlunun kendini önemli ve herşeye kadir hissetme içgüdüsünden kaynaklanan doğal bir yaklaşım. doğal dedik: bu filmi asıl iğrençliğe doğru götüren en önemli faktör, söylevsel estetikten bomboş plastiğe geçişin bilinçaltı nedeni olan "herşeyi doğal gösterme" arzusudur. olayları doğal göstererek filmin daha anlaşılır bölümündeki gelişmeleri ve dünya düzenini meşrulaştırmaktır asıl hedef. kilise sahnesinde incil'deki geçitlerden job'un hikayesi anlatılıyor mesela; burada job'un iyi bir kul olmasına rağmen tanrının gazabına uğrayışının anlatılması, brad pitt'in canlandırdığı baba'nın çocuklarına kendi iyilikleri için sert davranmasına çanak tutup bir nevi dünya düzeninin meşrulaştırılmasına gerekçe olarak sunuluyor. çocukların, babanın bu davranışını ve dolayısıyla off record olarak tanrıyı eleştirmesi de bu meşrulaştırma gerçeğini değiştirmiyor zira o estetikten yoksun plastik sahneler sayesinde dünyanın yaratılışı o denli karşı konulmaz bir süreç olarak aktarılıyor ki, eleştiri sadece soyut bir element olarak kalıp tanrının kudretine yenilmişlik hissiyatı yaratılıyor.

    the tree of life'in senaryo ve semiyoloji açısından baltayı taşa vurduğu nokta, diyalog veya mantık eksikliği de değil, mesaj ile mesajsızlık arasında gidip gelişi: alt metinden tamamen soyutlanmış ve kendi anlamını yaratan sahneler bütünü yapmak saygı duyulabilecek bir tercih olurdu. ama alt metnin gizlenip metinsizlik kisvesi altında beyne yerleştirilmesi ve burada niyetin de gizlenmiş olması, samimiyetsizliğin dip noktası.


    (resneli geyik - 12 Ağustos 2011 14:57)

  • comment image

    şöyle bi yarım saat, bilemedin 45 dakika sabredilebilirse şayet, izlenebilecek kıvama gelen bir terrence filmi ya da belgeseli...

    --- spoiler ---

    belki bana öyle geldi bilmiyorum ama, çocuğun zihninde kurguladığı tavan arası bana bir tabutun içini çağrıştırdı... şayet öyle olsa ne gibi manalara tekabul eder, orasını bilemem tabii... metaforlarla aram pek iyi değildir... gerçi filmin her yerini anladım da bir o kaldı aq...

    ---
    spoiler ---


    (nohutcan - 22 Eylül 2011 16:30)

  • comment image

    bittikten sonra kendinizi national geographic kanalı açıkken televizyon karşısında uyuyakalmışsınız ve çocukluğunuzla ilgili bir takım rüyalar görmüşsünüz de biri size "hadi kalk yerine yat" demiş gibi hissediyorsunuz.


    (sir gawain - 23 Eylül 2011 10:19)

  • comment image

    --- spoiler ---

    bakın bu filmin sizi ruhunuzun derininde bir yerlerden yakalaması tamamen sizin geçmiş deneyimleriniz ve bunların etkisiyle bugüne dek süregelmiş bilinçsel durumunuz, maneviyat algınız ile ilgili. filmin anlatısının temelini oluşturan aileye yabancı olmamanız gerekiyor öncelikle ve hatta bununla da kalmayıp, herhangi bir aracılık sağlayıcı tarafından değil, doğrudan ailenin çocuklarına özdeş çizgilere sahip olmanız gerekiyor çocukluk çağınızda. bu ailede ortaya çıkmış psikolojik kırılma anları ile sizinkinin arasında bir paralellik bulunması icap ediyor o baba figürü kadraja her girdiğinde oyunlara, gülmeye endeksli hayatları bir anda buz kesen, her hareketleri büyük bir denetleyici tarafından kontrol altında tutuluyormuş gibi ruhsal kramplar yaşayan, dillerinden çıkan sözlerin hiçbirinin zihinlerindeki kendilikleri ile örtüşmemesine mahkum hisseden çocuklarla bir olup, onlarla aynı anda içinizde saklamaya çalıştığınız bir yerlerde bunların çırpınışını duymanız için. bu demek değildir ki bu ailede çocuk rolündeki bireylerle ortaklaşma sağlayamayan izleyici bu filmden zevk almayacaktır. mükemmel bir görsel ve işitsel haz imkanı veriyor kendini hikayeye kaptırana film. bununla da kalmayıp estetize edilmiş olan ile kaynaşmış anlatıya yönelik hassas merak duyusu cezbedilen izleyiciyi tatminkar kılacak kadar ailesel ilişkiler, tanrı-insan, ve doğa-insan ilişkileri üzerine odaklı bireysel tahliller sunuyor. bir çocuk ve bir babanın iç savaşım noktalarına yöneltiyor sosyal aklın ardını gören gözlerini. ancak benim en başta söz ettiğim durum ise filmin karakterleri gibi dalgası içten gürleyen fakat yüzeyi durgun nehrine bir şelaleden düşmek, dibe çekilip nehrin suyu ile kaynaşmak, bir olmak ile ilgili. empatinin aciz düştüğü noktadır bu.

    aynı ruhun içindeki iki farklı varoluşun mücadelesine eğiliyor malick ve bu bir şizofreni ya da herhangi bir ruhsal rahatsızlık olarak değil, sıradan bir insanın bilincinde geçmişin benliğinin derisine işlediği izlerin üstün gelme savaşı şeklinde gerçekleşiyor. mücadelenin tarafları da çocukluğun zıt kutuplarını oluşturan doğa, değiştiren, hükmetmeye çalışan, kendine uyduran baba ile şükran duyan, hayatın lütfettiği güzelliklerin ayrımına varmış, anlayışlı, akışa bırakan, kabullenici anne. bu çatışmayı önce dışarıda olmaklığında yaşayan, daha sonra deneyimleri ile içselleştirip esas olması gereken kişiden uzaklaşarak taraflardan birine benzemek suretiyle başkalaşan çocukların sorgulamalarına şahit oluyoruz. tanrıya sorulan soruların, ondan arzulanmakta olanların bir anda çocuksuluğa yabani bir acımasızlığa dönüşümünü seyrediyoruz. zihnin zarar veren tarafındaki figürün ortadan kaldırılmasının tek çıkış yolu olduğuna inanış başlıyor. bir yandan da gittikçe bu zararlı tarafa benzeyen savaş alanının, yani çocuğun, nefret ettiği şey oluşuna, olduğu şeyden nefret edişine, olmak istediği yerde olması için yapabileceklerinden çekinmesine tanıklık ediyoruz ve tüm bunlar mallick'in sunduğu yüceltilmiş olağan gerçeklik, abartısız görüş açısı ile hiç gözü rahatsız etmeden akıp gidiyor. tüm bu değişim sürecine ortak ediyor sizi yönetmen.

    büyüleyici mekanların, canlıların, zamanların, doğuşların, ölüşlerin ortasında zavallı bir kimlik kargaşası, varoluş sorgulaması. görüntüler bunu toz bulutuna düşen güneş ışığı gibi berrak kılıyor. "neden?" sorusu. tüm bunların ortasında neden ben? neden bu yüceliğin tam içinde bunların olmasına göz yumuluyor ve beni bu insana dönüştürüyor bu evren? bana geriye kalan nedir?

    filmin kendince bir cevabı da söz konusu. yücelikler ile donatılmış bir insan olarak yalnızca mutsuzluğu, acıyı yüceltmeyi ve bunların verdiği manevi tatminsizlik ile doğayı ve insanı müdahale yoluyla değiştirmeyi unut. bu sana mutlu olmayı getiremez. güzellikleri seçebilmeyi öğren, saf olanın, doğru olanın estetiğine kapıl ve bu seni anlamsız, sonuçsuz hırslardan, kendini kanıtlama çabalarından özgür kılacaktır. yalnızca çıkar sağlamadan sevmeyi öğren. en saf duygun olduğunu düşünerek çocuğuna doğrulttuğun sevginin ateşli bir silahtan daha yaralayıcı olabileceğini gör. onunla gurur duymak ya da seni temsil etmesinden, hayatının devamı olmasından duyduğun mutluluk için değil, yalnızca yanında olduğun, çocuğun olduğu için sev onu. kendi olmamışlıklarını onun hüviyeti üzerinden tamamlamaya uğraşma. sev, bulduğun güzellikleri kaçırma, bulunduğun an içinde kıymetini ver.

    beklentisiz, doymuş ve güzel olanın mekanına, hükmedici zamanın doğuşunun filmi.

    ekleme yapmak için edit: dinozorlu sahneyi anlamlandıramama ve bunun üzerinden filmi alaya alma furyası almış başını gidiyor. bu sahne evrenin masumiyetinin ilk bozuluşunu temsil etmesi için kullanılmış benim nazarımda. ilerleyen bölümlerde ailenin büyük çocuğunun içine düşmekten başka şansı kalmayan inayetten, kendisinden bağımsız bir saflıkta var olandan duyulan mutluluk yolunun kaybedilmesi durumunun temellendirilmesi, iradeli canlı tarafından bozulmamış güzelliğin ilk defa kirletilmesi gerçekleşiyor. bir başka türdeşi üzerindeki denetim kurma, yön verme, kendi isteğine göre şekillendirme, eylemlerine hükmetme gücünü keşfeden acemi müdahaleci dinozor varlığın denetimi gereksinmeyen akışını bozarak kapıyı aralıyor. yani filmin temelinde yatan kabullenici olan ile kalıplarıyla şekil verenin mücadelesinin fitilini ateşlemiş oluyor. ileride bu çarpışmada masumiyetini kaybedecek olan çocuk çevresinde gördüğü kötü oluşlardan baba, tanrı(ki basit düşüncede bir başka hükmedici ve biçimlendiricidir) gibi benzemeye mahkum olduklarını sorumlu tutuyor. kötülüğün onların oluşlarına ait olduğu ve kendi hayatının içinde onların varlıklarında muhafaza edildiği çıkarımına ulaşıyor.

    edit'ten edit doğar: bir de finale yakın annenin oğlunu tanrıya sunması meselesi var. olayın cereyan ettiği, bu cümleyi duyduğumuz sahneyi hatırlayacak olursanız mekan olarak gerçeklikten kopuk başka bir ütopik evren tasvir edilmeye çalışıldığını görürsünüz yönetmen tarafından. hani bu karakterlerimizin günlük yaşantılarında içinde bulundukları bir düzlemde değil, olması düşlenen bir yerin ütopyasında gerçekleşmektedir. annenin oğlunu olağan hayatının akışında kaybettiğindeki halini hatırlayın. oğlunun bir kayıp olduğu düşüncesini kabullenemeyen, yaşamaktan ötürü acı çeken, bunaltı içindeki bir karakter psikolojisi ile karşılaştık bu bildik dünya sahnelerinde. şimdi son sahnelerde yaratılan, görüntüleri ile buram buram yüceliğinin hissiyatını izleyiciye sezdiren ortamın atmosferine gelelim. bu atmosferde dikkat ederseniz değiştirenin, hükmedenin sembolü olan baba figürü dahi çevresindekileri katıksız sevgisiyle algılıyor, onlara filmin bu ana kadarki hiçbir bölümünde dokunmadığı gibi samimi, çekincesiz dokunuyor. yani müdahaleci gücün kabulleniciye yenik düştüğü, varlığını idame ettiremediği bir evrenin sembolleştirildiğini görüyoruz. dikkat edersiniz güzelliği ve onun farkındalığını odağa çeken bir dinginlik hali söz konusu bu bölümde. herkes yüceliğin ortasında katıksız ruhun sevgisini paylaşıyor birbiriyle: kusursuz bir inayet yolunun çizildiği insanlığın ütopyası. işte bu noktada anne oğlunun ölümünü, gidişini kabul ediyor. bunun sebebi ise bu gidişin bir kayıp değil yalnızca bir veda oluşu. sevilene karşı kaybetme duygusu çoğunlukla bir tamamlanamamışlığın sonucudur, o kişiye dair eksik kalmışlığın bir getirisidir. bu eksik kalmışlık ise değiştirici düşüncenin kendine uydurmak için deforme ettiği doymuş, kusursuz hayat akışında oluşturduğu boşluklardır. hayata karşı aç bir ruhun silinişi buna tanıklık edene acı getirir. oysa bu anne figürünün temsil ettiklerinin egemen olduğu, suçlu babanın masumiyetini kaybetmediği evrende hayata tatmin olmuş olarak gelip tatmin olarak bitirme şeklinde vuku bulan bir ömür olgusu söz konusu. kendine uydurmanın çatısı altında toplanabilecek hırs, üstün gelme, güçlü beklenti gibi duygulardan yoksun, var olana uyulan, inayet edilen bir varoluş biçiminde anne oğlunun hayatı ile ilgili pişmanlık(tamamlanamamışlık) duymadan onun gidişini kabulleniyor.

    ---
    spoiler ---


    (marley - 25 Eylül 2011 01:47)

  • comment image

    filmi uzun bir sure bekledikten sonra dun aksam nihayet izledim; gerci yorgundum, hakkini vermek icin bir kez daha izlemek lazim. simdi, sunu soylemeye gelmistim; gordugum kadariyla filmin yenilikci olup olmadigi konusunda tartismalar olmus. bence, bir bakima yenilikci. dinozor, bing bang, bunlar yenilikci seyler. ama a space odyssey ile karsilastirilmasi bile aslinda o kadar da yenilikci olmadigini ele verir gibi, en azindan kendine benzeyen bir ornegi mevcut, kubrick already did it. maymun olmaz da, dinozor olur, bir yerde ikisi de ayni seyi imliyor. sadece ayni yonetmenin baska bir isiyle karsilastirma olsun diye soylemiyorum, ama mesela badlands gorunuste daha alisilageldik bir anlatiya sahip olmasina ragmen, goruntu ve sezginin o muhtesem uyumunu nefis bir sekilde kullanmasi acisindan bence daha yenilikciydi. daha once izledigim hicbir seye benzetememistim.

    ama tree of life'ta yenilikci olan sey, anlatim tekniginden cok, anlattigi konu: varolus. bu meseleyi, sanirim temsil edilis zorlugu acisindan, sinemada pek goremiyoruz. cunku varolusu, "varolus sancisi ceken" adam gostermeden anlatmak cok zor, ve fakat varolus her zaman sancili degil. ayni sorun edebiyatta da var; sartre'in "varolusculuk" akimiyla ozdeslesmis romaninin adina bakin: bulanti. ama o zaman da ne oluyor, varolus'u degil de, varolus sancisi ceken adami anlatmis oluyorsun, oysa ikisi ayri seyler.

    peki varolusu anlatmak icin dinozor gostermek sart miydi? hayir degildi. ama bahsettigim temsil sorununu asmak, varolusu insan-merkezcilikten cikarip daha kozmik bir temele oturtmak icin secilen bir yol olarak bakmak lazim. humanist acidan bakacaksak, soyle dusunmek de mumkun: bu film insan denen seyi olabilecek en kapsamli sekilde anlamaya calisiyor. peki, insan nereden geldi? cok eskiden bir goktasinin dunyaya biraktigi hayat cekirdeklerinden. hepimiz yildiz tozuyuz, ama bu gercegi hayati sorguladigimiz yogun zamanlarin disinda pek hatirlama ihtiyaci hissetmiyoruz. peki ne zaman hissediyoruz?

    sevdigimiz birini kaybettigimiz zamanlarda, o aci, kaybedilen kisiyi asip, butun bir varolusa sizar; butun sebep-sonuc iliskileri o kayip etrafinda yeniden sekillenmeye baslar. cunku kaybedilen sadece bir kisi degil, bir dunyadir. "dunya"nin ilmekleri ancak boyle yogunluklu zamanlarda cozulur; sonra en bastan orulur. filmde oglunu kaybeden annenin surekli sordugu "neden?" sorusunun ozu de, "neden onu kaybettim?" degil, "her sey neden var?"'da sakli bence. o dinozor meselesinde de gecerli ayni soru: dinozorlar neden yok oldu? yok olacaklarsa neden varoldular? varligin anlami ne? yani, malick metafizigin en temel sorusu ustune cekmis filmi. daha ne yapsaydi?

    ama yine de, bence bir badlands degil. ehehehe.


    (glass sealed - 26 Eylül 2011 07:35)

  • comment image

    bi bok anlamadığım film. ciddi ciddi filmi anlamadım. yani hikayeyi anlamadım. lan üç satırlık hikayesi var diceksiniz ama bildiğin 6 günde izledim bu filmi. uyudum kapattım vazgeçtim falan. haliyle karıştı.

    --- spoiler ---
    şimdi sean penn kim amk orda. en büyük çocuk di mi? e ölmemiş miydi o? çocuklardan birisi öldü diye hatırlıyorum filmin başında ama bir hafta oldu o kısmı izleyeli. geri döneyim dedim bulamadım bile o anı gıcık konuşmalardan. filmin son yarısında da çocuklar tüm kadro sağlam dolandılar ortalıkta. bi ara bi çocuk boğuldu o da başkasının çocuğu.
    ---
    spoiler ---

    lan biriniz de şöyle filmi özet geçmemişsiniz ya. herkes dörder sayfa yazı yazmış, garip garip kelimeler her tarafta, bi kişi bilgi vermemiş kim öldü noldu.

    filmin son yarısını tamamen aha şimdi çocuğun nasıl öldüğünü göstercekler diye izledim. yönetmen de iyi kekledi ipne izlettirdi sonuna kadar. zaten the thin red line'dan beri kılım o herife. güzel yapıyosun eyvallah da bi bitir bi kalk kameranın başından. konuşmayı nerde bırakıcağını bilmeyen yaşlı sarhoşlar gibisin amınakoyim. uzattıkça uzat uzattıkça uzat.

    tamam şunu söylemeden geçemicem. filmin storysindeki o loss of innocence'ı sonuna kadar hissettirmiş, çocukla beraber yavaş yavaş babadan nefret ettirmiş eyvallah güzel de o satürn jupiter, akan lavlar neydi öyle orda?

    dinazor vardı abi filmde ya.


    (kafam mi iyi - 29 Eylül 2011 07:11)

  • comment image

    tam bir beğenenin cool olduğu, beğenmeyene de "sen git recep ivedik izle lan gerizekalı ahahah" muamelesi yapılan filmlerden. biz de izledik onlarca kieslowski, bergman, kurosawa, tarkovsky, lynch, kubrick, herzog filmi, birçoğunu da baştacı yaptık. hatta okulunu okudum bu işin, kendi adıma söylemem gerekirse ama bu film olmamış arkadaşım, çok dağınık, izleyiciye aktaracağı mesajı aktarana kadar kafa bırakmıyor. kötü değil ve kesinlikle izlenmeli, çünkü bir başkasının yaptığı yorum %90 ihtimalle sizin izledikten sonra yapacağınız yorumla uyuşmayacak, izleyip kendi yorumunuzu yapmanız en güzeli olur.


    (lindemann - 6 Ekim 2011 01:13)

  • comment image

    filmden anladıklarım:

    --- spoiler ---

    ilk başladığında çok umutluydum.
    ahanda tipik, 50lerin az buçuk sorunlu, orta şeker suburban amerikan ailesi.
    cast da şahane. tamam.

    sonra çocuk öldü, film bi anda kendini kaybetti. 25 dakika boyunca boyutlar arası mı ilerledik mikrokosmosa mı ulaştık belli olmadı.
    dünya yeniden kuruldu.
    alev topları. yıldız patlamaları.
    (bkz: dinozorlar bile vardı lan)

    film boyunca tüm cast sırayla ışık hüzmesiyle konuştu.
    ayrıca hain brad pitt bi ara yok yere tüm aileyi tokatladı.
    hadi onu geçtim, sean penn'in vazifesini tam anlayamadım. gökdelende odasındaydı bi anda ordan tarlalarda falan koşturdu. şahsen, o dağlık, şantiye gibi bölgede yürürken arkadan ali ağaoğlu çıkıp bi espri yapacak diye çok korktum. (bkz: terrence malick bu belli mi olur)

    sonu tam evlere şenlik. şimdiki zaman ve geçmiş plajda topluca halay çekti.

    ha bu arada ortanca kardeş ne kadar silik bi adammış. dinozorlar konuştu herif hiç konuşmadı arkadaş.

    dip not: tree of life'ın kendi içinde çeşitli dakikalarda bir kaç kere bitip tekrar tekrar başladığından kıllanıyorum.

    ---
    spoiler ---

    (bkz: anladıysam arap olayım)


    (severek izliyoruz - 11 Ekim 2011 10:45)

  • comment image

    filmle alakalı ilginç bir anektod:

    aslında sean penn bu filmin kadrosunda yokmuş. hollywood'daki hangardan hallice büyük setleri bilirsiniz. işte o setleri karıştırıp yanlışlıkla the tree of life setine dalmış. "burası nere? bunlar ne? ananıskym dinozor! nerdeyim la ben?" diyerek dolaşırken terence malick bunu filme almış. sonra da çok beğenip o sahneleri filmden çıkarmamış. yani sean penn'in dağ, bayır dolaştığı yerler aslında set ve şaşkın adam kendi setini arıyor.


    (axellennox - 15 Şubat 2012 00:26)

  • comment image

    en basit tanımıyla imkansızı başarmaya çalışan film. evrenin, dolayısıyla varoluşun açılışıyla başlayan ve sonrasında bunu dünyada başlayan yaşam ekseninde sorgulayan film, bu sonsuz ve aklın alamayacağı büyüklükte güce sahip olan tanrının bizim küçük ve değersiz yaşamlarımızda nerede yer aldığı sorusunu soruyor ilk başta. masumiyeti ve zalimliği sorgularken asıl kaynağı bulma çabası zaten job kıssasında kendini göstermekteydi. acaba tanrı zalim midir yoksa masum mudur? evren kusursuz güzellikte, dünya da kusursuz, muhteşem bir zerafet söz konusu. tanrı ve herşey bu derecede kusursuzken insan neden kusurlu? bunun temel kaynağı nedir? filmde masumiyet ve kötülüğün doğumu çocukluk kavramı üzerinden ele alınmış. diğer yandan yönetmen bu noktaları hiçbir zaman tamamen dini bir perspektifte ele almıyor. yoksa dinozorları yok eden meteor sonrasında habil ve kabil hikayesine de göndermede bulunabilirdi.

    filmdeki sorular, insan ve tanrı, varoluş ve son, filmde maddi ve soyut imgelerle bir araya getirilmeye çalışılmış. aslına bakarsanız aynı semiyolojiyi samanyolu televizyonundaki "aslında herşey onu anlatmıyor mu?" tandansındaki belgesellerde de var. bu filmi farklı kılan nokta semiyotik anlamların daha bütünsel olması. sadece yaratma kudreti açısından değil, tanrıyı bir bütün olarak tanımlama ve yaşamda her yönüyle anlamlandırma çabası. hiçbirşey başlamadan önce de o oradaydı. zaten bu yönüyle film her izlendiğinde ucu açık kalacak ve sizin inancınızdan veya inanca karşı olan tavrınızdan beslenerek kendisini tamamlayacak.


    (sirensoul - 18 Ağustos 2012 14:36)

Yorum Kaynak Link : the tree of life