• "herkes elit, herkes ingiliz zaten"
  • "(bkz: plütonik aşk)"




Facebook Yorumları
  • comment image

    platonik aşk insanın kendine yakışanı giymesi değildir'in ısrarcı bir hikayesidir.
    gördüğünde yüreğinin deliler gibi çarptığı, yüzünün kızardığı, dilinin tutulduğu, üzerinde nasıl duracağını bir kedi gibi merak ettiğin o kıyafetin, uygun bedende istediğin renkte kalmasada, olmayacak o kıyafetin daracık kabinde denenmesi esnasında ve sonrasında yaşadıklarının aynısının, sancılı vurucu bir hikayesidir. olmaz! ya popo geniş meme doldurmaz, ya popo kısmı olur meme kapanmaz. bir bakarsın ki kendine nefretle aynaya, nasıl bir hayal kırıklığı ile üzülürsün tutmasan ağlarsın. sonra aklın hiç durmaz, vazgeçmezsin bir kere daha bakarsın aynaya, bu sefer karnını içine çeker meme kısmına da biraz takviye ile bir ümit doğar içine (o kısmı kapatamayanların hiç ümidi olmaz ağlayarak kaçarlar kabinden) cesaretini toplayıp adımını kabinden dışarı atanlar, soran gözlerle bakar? fakat acı gerçek çok geçmeden duyulur, "pek olmamış" evet bence der yüreğine saplanmş o hançerle içeri girer, istemeden çıkartır ve ait olduğu yere sevgiyle bırakırsın kıyafeti ve bir süre durup onu öyle izlersin ve sonra.. biri gelir onu alır kabine girer giyer ve çıkar, "çok yakıştı" diyenlere sanki onu podyumda alkışlıyorlarmış edasıyla sırıtır. sen de nefret dolu gözlerle içinden, üzerinde paralansın! diyerek ordan uzaklaşır, unutup aramaya inanırsın.
    daha dün dinledim bu hikayeyi. kıza bir şey diyemedim ama, "kızlar ne kadar büyütüyor platonik aşk hikayelerini" diye düşündüm. dünyanın en süper modelinin ölçülerine bile sahip olsan beden kalmayınca üzerine olmaz güzelim.
    ona söylemedim ama ben olsam;
    - lütfen diğer mağzanızı arayıp sorar mısınız, bu kıyafetin ... bedeni var mı?


    (thunder storm - 14 Aralık 2007 19:40)

  • comment image

    1996'da yaşadığım duygusal travmanın özeti.

    aydınger kağıtlarıyla dolu bir çantam,rapido kalemlerım,te cetvelim ve pergel takımlarım vardı.candan erçetin'in ikinci albümü çıkmıştı ve listeleri altüst etmişti.yeşil gözlü bi kızı seviyodum ve o beni tanımıyordu bile.16 yaşındaydım ve dünya yeşil gözlü kızın saçlarına takılıydı.

    çizim yapmaya çalışıp aydınger kağıtlarını heba ederken paralel evrende yeşil gözlü kızla,yeşil gözlü torunlarımızı gezdirmekle meşguldük.babamla her telefon görüşmemiz harika geçiyordu o zamanlar."burda kar var heryerde" dıyodu. "orda da yağdı mı?"

    yeşil gözlü kızın dolaştığı yerlerde geçiyordu zamanlarım.mutlaka karşılaşırız dıye okulun önündekı otobüs durağında beklıyordum hep.her akşam beşiktaş'a gidiyordum onunla aynı otobüste gideyim diye.karşısına oturup oylece seyrederdım. çaktırmamaya gayret ederek.tek kelıme edemeden.yüreğimi otobüs tutamaçlarına asardım parça parça.o beni tanımıyordu bile.

    yıllar sonra gelen edit:

    rapıdolarım kırıldı.çizim dosyamı kaybettim.zaten pergel kullanmayı da hiç beceremıyordum.okulu bıraktım.mühendis olamadım.yeşil gözlü kızı yıllar sonra facebook ta eşiyle verdiği bir pozda gördüm.mühendislik fakültesinin ek derslerini geç ödeyerek hınç almaya çalıştım kendimce.

    babamla asla 16 yaş kıvamında telefon gorüşmelerimiz olamadı bir daha...

    ve candan erçetin söylemeye devam etti.

    "acı sözler sarf ettik biz,
    birbirimizi incittik biz.
    acı sözler sarf ettik biz,
    nerden baksan kaybettik biz"


    (kobalt - 1 Eylül 2010 15:28)

  • comment image

    aptal aptal fotoğrafına bakarken buldum kendimi.

    5 sene önce internette okey oynarken tanısmıstık. daha dogrusu tanısmak için binbirtürlü numaralar yapmış o zamanlar meşhur olan msn adresini almak için her türlü maymunluğu yapmıştım. nereden bilebilirdim ki aşık olacağım kızın onun olacağını.daha 2. sınıftaydı. ben ise okulumu bitirmiş lisansımı tamamlamak için sınavlara hazırlanıyordum. gel zaman git zaman okuldan kalan zamanlarında internete giriyor ödevlerini hazırlamaya çalışıyordu. bende onunla konuşmak için can atıyor ödevlerini bulma konusunda saçma sapan yardım planları kuruyordum. arada telefondan mesajlar atıyor aklıma geldiğini yada onunla ilgilendiğimi belirtmeye calışıyordum. arada telefonda konuşuyor yanlış anlamasın diye hep bi bahane ile arıyordum onu. 2 sene bu şekilde internet ve telefondan konuşmalarla geçti. mezun oldu. memleketine döndü. her üniversite öğrencisi gibi kendini kpss calışmalarına verdi. günlerden bir gün eskişehir'de işi oldugunu eskişehir'e gelecegini ve görüşmek istediğini söyledi. lakin ben çalışıyordum ve işimin sıklığı dolayısı ile görüşemeyecektim. aman allahım görmek için o kadar can attığım kız eskişehir'e gelicekti ve ben göremeyecektim. geldi de. neredesin diye aradığında izin alamadığımı söylediğimde olsun yine gelicem zaten o zaman görüşürüz demişti. hadi lan ordan sikiyim işini deyip gidemedim işte. zaman yine çabuk geçti. her aradığımda kusura bakma cok üzgünüm gelemediğim için klişesini söylemekten bıkmıştım. günlerden birgün yine eskişehire geldi. bu sefer kuzeni ile gelmişlerdi. ben işten cıktıktan sonra görüşecektik. görüştük de. hasiktir lan harbiden aşık olmuştum. o, yesil gözleri ile neler yaptığını anlatırken ben kafamda cok güzel hayallerimi başlatmıştım bile. ama garip bir şekilde uzunca bakamıyordum gözlerine. akşam tekrar memleketine dönücekti. ben ve arkadaslarımda aksam onun da çok sevdiği sanatçının konserine gidecektik. gelirmisin dedim. gelirim tabi ki dedi. ben biraz daha vakit geçirmek için elimden geleni yaparken kuzeni duruma el koyuyor ve konsere kalamayacaklarını söylüyordu. hersey altüst olmuştu. içimden bütün küfürleri sayarken o sıcacık gülümsüyor bütün sinirimi alıyordu. saatler geçmişti. artık gidiyordu. yine gelicem demişti. ben, artık bidahaki gelişine daha güzel vakit geçiriceğimizi söyleyip ufaktan yol aldım. gittim konsere. herşey boktandı. en sevdiği sanatcının en sevdiği parçasını bütün kalabalığa karşı içimden sessizce ona okudum. o an tek isteğim 1 saat de olsa yanımda olması ve en sevdiği parcayı beraber dinlerken ona sevgimi anlatmaktı. olmadı. konser bitti sevdiği adam gitti. akşam telefonda yavşak gülümseme ile konserin çok güzel geçtiğini sevdiği sanatcının süper bir konser verdiğini benimde cok eğlendiğimi söyledim. evet kurduğum hayalleri düşünürken çok eğleniyordum doğru. daha sonra kendini yine kpss calışmalarına verdi. tekrar gelicekmisin sorularım hep havada kalıyor gelmesinin zor olduğunu söylüyordu. hassiktir diyordum ya. hiçbirşey pek sikimde değildi. onunla telefonda konuşmalarım nadir mutlu olduğum anlardandı. ve bidaha gelmedi. ama bana gelen başka biri vardı. benden hoşlanan biri vardı ve kafamı resmen allak pullak etti. sanırım bende hoşlanmıştım ondan. yeni sevgilimle çıkmaya başladığımızın 13.gününde internette karşılaştım onunla. nerelerdeydin dedim hiç cevap yazmadın falan. uzunca bi sessizliğin sonrasında sevgilisi olduğunu söyledi. mutlu olmanı cok isterim dedim.(siktir lan içimden şaka yaptığını söylemesi için dua ediyordum) sanırım cenabettim dualarım tutmadı. telefonlarımı sevgilisi oldugu için açmıyormuş. iyi yaptın keşke haber verseydin o kadar aramazdım dedim. haber veremedim işte dedi. kendine iyi bak dedim. sende dedi. artık onu hiç aramıyor bütün vaktimi sevgilime ayırıyordum. içim içimi yiyiyor birgün gelecek olan bir mesajı bir telefonu bekliyordum. geldi de. ayrılmış. sevgilisi ona onun verdiği kadar değer vermiyormuş. gebersin piç dedim içimden. garip bir şekilde ilk defa birinin ayrılmasından mutlu oldum. sorun benim sevgilim vardı. nasıl olacaktı. zaman geçti. artık neredeyse konuşmuyor gibiydik. arada sevgilimin olmasından kaynaklanan garip bir soğukluk vardı. sevgilimden ayrıldım onu aradım. sınavı kazandığını uzak bir yere memur olarak atandığını söyledi. sanırım görüşemeyecektik. tam herşey düzelmiş derken herşey bombok olmuştu. hayırlı olsun allah yardımcın olsun dedim. telefonu kapattım. bidaha da aramadım. aradan çok uzun zaman geçti. artık sadece onun en çok sevdiği şarkı çalınca aklıma geliyordu. birgün internette karşılaştık. öğretmenliğin çok güzel olduğunu öğrencileri ile çok güzel vakit geçirdiğini falan söyledi. ben de dayı olacağımı onun mutluluğunu yaşadığımı söyledim. çok sevindi. inşallah yakın zamanda ben de anne olurum dedi. hassiktir dedim soramadım. inşallah allah herkese nasip etsin dedim. çıkmak zorunda olduğunu söyledi. kendine iyi bak dedim. sende dedi. artık herşey bitmişti. sanırım evliydi. o söyleyemedi bende soramadım. beynimi sikiyim söyleyemedim ondan hoşlandığımı. o da söyleyemedi. olduğu gibi kaldı herşey. artık o çok sevdiği parçadan nefret ediyorum.

    aptal aptal fotoğrafına bakarken buldum kendimi. o sırada winampta aşık olduğum kızın sevdiği parça çıktı. yaktım bi sigara dinledim yattım.


    (fake cocuk - 23 Şubat 2011 08:43)

  • comment image

    bu hikaye aktör sean patrick flanery'in yasadığı gerçek bir hikayedir:
    jane came into my life headfirst in 1973 when i was 8 years old. i was
    starting into my bowl of cocoa puffs, listening to my new 45 of simon and
    garfunkel’s "sound of silence," when i heard a repetition of small,
    passion-filled breaths that are usually reserved for nubile porno stars. my
    eyes followed the sound through the sliding glass window, across our
    backyard, up the fence, and collided intermittently with what i can only
    describe as the perfect embodiment of everything that i find wonderful
    about this life. i never noticed anyone moving into the house that ours
    shared a rear fence with, much less that they had a trampoline, or a lot
    much less that jane would bounce on it. my hatred of gravity was punctuated
    by the fact that it only allowed my short glimpses of jane’s face before
    calling her back down, never failing to notify her long black hair last so
    it hovered in the air just that much longer. from that moment on, jane
    would be the catalyst for all my ideas, secrets and dreams, never allowing
    my passions a moment’s rest.
    the next day, although completely unaware of it, jane became the star
    of my first short film. i documented her rhythmic bouncing on an old windup
    bolex movie camera that my grandfather had given me--one five-minute shot
    of the top of my fence with jane’s head coming in at regular intervals. i
    kept the film in an old charles chips container in my closet along with all
    of my other prized possessions. either projected on my bedroom wall or out
    my back window, jane bounced to "sounds of silence" all summer long.
    i came face-to-face with jane for the first time when a brainstorm told
    me to confront my claustrophobia by locking myself in the trunk of my father’s
    car after figuring out how to open it from the inside. i was determined to
    stay in for 10 minutes, and i was halfway through the first five seconds
    when panic set in. my brain was on sabbatical somewhere near the engine
    compartment, and i couldn’t get the latch (whose mechanism i had committed
    to memory) to be my friend. i hollered and yelled as i flailed around in
    the trunk until it finally popped open, at which time i leaped out,
    gracefully catching my shoe on the rim and going into a 10-point face plant
    in the center of the driveway.
    why fortune sent jane walking home via my front sidewalk on this very
    day haunts me still, but she stood there staring at me from no more than 10
    feet. it wasn’t until then that i realized that jane was nothing less than
    an alien being beamed down for the sole purpose of making a mockery of our
    female population. her presence caused me to slip into inarticulateness,
    and after an inordinately long pause, i searched my vocabulary and came up
    with, well, "...hi." she then answered back with an equal if not more
    gusto-filled "hi," the only difference being that it was then followed,
    after what seemed like three weeks, with a devastating "bye."
    after our chance meeting by the car trunk, i began writing letters to
    jane and sending them to a fictitious address, my rationale being that if she
    were meant to get them, then the postman would recognize the name and
    reroute them accordingly. i began receiving the returned letters unopened
    and eventually starting mailing them from the 7-eleven mailbox, after
    getting a verbal reprimand from the disturbed postal worker who couldn’t
    understand someone making the same address mistake over the course of many
    years.
    i never told a soul about my affection for this tempestuous creature,
    but she moved me so much that i kept on going. jane was a drug that could
    completely reorganize my chemistry from across the fence, so i was
    privately devastated when my mother sold my charles chips can in a garage
    sale, oblivious to the magnitude of it’s contents. i learned early in life
    that there were 17 important people in the universe and that jane was nine
    of them. i am convinced that she was the prototype for lenny kravitz’s
    "butterfly."
    jane’s parents were woodstockers who actually numbered their children.
    jane was originally two, but it became her middle name by the time i
    discovered her. jane two. she was a true flower child, and the more i
    learned about her, the more i fell in love. most of my information came
    from her mother, who ended up being my homeroom teacher in eighth grade.
    she would often speak of her daughter, and because she was their only girl
    and went to a different school, i was sure i was the only one who knew who
    she was. she would bring pieces of art that jane had painted to show the
    class, but it wasn’t news to me, as i had watched jane create them in her
    garage weeks before.
    one day, jane’s mother asked everyone in the class to write down an
    invention and turn it in the next day. she even brought an example for us
    to look at. it was for an antigravity machine that utilized two objects
    that wielded the same attraction and would thus cancel each other out. one
    of the objects was a cat, because that no matter how you held a cat and
    dropped it, it would land on its feet. the other was a slice of
    peanut-butter toast that, with 14 years of breakfasts to the inventor’s
    credit, had been proven to always land peanut-butter-side down if dropped.
    the inventor suggested that if the toast were strapped to the back of the
    cat, peanut-butter-side up, then the cat would just hover, each side
    insisting on hitting the ground when only one could be allowed to.
    i didn’t need to see the “two” at the top of the page to know who
    wrote it. this was the jane vernacular, and i was in love. john lennon once
    said: “no one i think is in my tree,” but i had definitely found someone in
    mine. her nonsense suited my nonsense, and to say i was smitten would qualify
    for the understatement of the year contest. jane was the most perfect person
    in the history of perfect people, or in the history of ever for that matter.
    jane was the answer.
    by the time i left for california in 1989, i had accrued 143 letters
    stamped return to sender and postmarked as early as nov. 14, 1973. jane had
    moved to another part of the city in ‘84, but i kept sending them to the
    same address, as they had become a sort of therapy. the day i left with my
    car packed, i drove by the art supply store where she worked and sent a
    goodbye letter to her from the mailbox right in front of her store.
    in october of ‘96, another 44 letters later, i found myself back in my
    hometown at a friend’s wedding, listening to the obligatory "how ya
    been?"s, when someone asked if anyone remembered "that love child, jane,
    who always had her head in the clouds." i froze. he then proceeded to
    address the table with some other shit he called language and ended the
    sentence with "you know she’s got cancer?"
    i had never wanted to violate a person more severely with a carving
    knife, but my claustrophobia had spread to my fingers, and i could no longer
    make a fist. i got up and left, and an hour and a couple of phone calls later
    was outside jane’s hospital room, trying to control my heart rate before
    telling my hand to knock. her mother opened the door with her lips moving,
    but nothing coming out. i walked past her and saw jane on the bed looking
    more beautiful than i could have possibly remembered. she said, "sean," and
    at that moment the viscosity of my blood changed. i couldn’t move. jane not
    only remembered me; she knew my name.
    that night, i told her all the times i watched her bounce, and i was
    the one who stole her charlie’s angels t-shirt from the swimming pool. she
    admitted that she had left the copy of ultravox’s vienna on my doorstep for
    my birthday in 1981, and that she’d read all of my papers her mother
    brought home to grade, and that the bastard who had taken her to every
    festivity was actually her cousin because all the other boys thought she
    was weird, and that she had seen me standing in line one halloween for the
    school’s haunted house and jumped behind the counter so that she could be
    the one to hold my hand and place it in the bowl of grapes while whispering
    in my ear that they were eyeballs, and that she was angry that she’s missed
    out on so much of life, and why the hell didn’t i talk to her sooner?
    before she fell asleep, i told her that i would send her a box with the
    last 23 years of us inside.
    i leaned over the pillow that she was dreaming on and kissed her
    goodnight at 6:43 a.m. and promised her that i would attend her gallery
    opening in two weeks, after a brief return to los angeles. as i left, i
    couldn’t comprehend how anything wretched could live inside something so
    beautiful, nor how her new haircut could be sufficient in keeping her thought
    cage warm.
    jane died on nov. 1. her mother said that she’d received my box of
    letters, and the she had read every one of them. she also said she would
    send me a package that she said jane had wanted me to have. this wasn’t the
    plan. i had dreams to live, and i didn’t remember jane’s absence being in
    any of them. i was welcomed into this jesus time-share experience when i
    got here, and i knew that some stays would be shorter than others, but
    somehow now i felt betrayed. jane’s stay was too short, but she drove her
    point home... straight into my heart.
    a month later, i pulled into my driveway and noticed a ups box on my
    doorstep. with a mixture of trepidation and desire, i opened it up. inside
    was a partially rusted charles chips can that was much smaller than i
    remembered. it contained about 100 feet of slightly yellowed film and a 45
    of simon and garfunkel’s "sound of silence" with sean + two written in the
    center in purple crayola.
    written by : sean patrick flanery


    (akheron - 27 Ağustos 2004 01:19)

Yorum Kaynak Link : platonik bir aşk hikayesi