• "sen ağlamaunutamadımşafak türküsüyalnızım dostlarımwhere did your heart go"
  • "fair control: symphony of loveroxanne : charleneaphavılle: bıg ın japanfalco: vıenna callıng, rock me amadeus, jeanny vs.bolero: ı wıshscotch: dısco bandmodern talkıng: say say bıtmez"




Facebook Yorumları
  • comment image

    seksenlerin müziğinin de dönemin diğer kitle-kültür ürünleri gibi “yoz” olduğu söylenir; ben bu yargıya katılmıyorum, birçok kişinin de katılmayacağını zannediyorum. şimdi kulaklarımızı meşgul eden ne kadar janr varsa, bunların birçoğunun seksenlerde ortaya çıktığını, daha evvel var-olanlarınsa şimdiki soundlarını seksenlerde bulduğunu söyleyebiliriz. hip hop, mesela. seksenlerin başlarında daha çok serbest stil funk olarak görülebilecek müzik, tekno (newcleus), punk (the clash) ve hatta metalin (tartışın: run-d.m.c.) de yardımlarıyla hızlı bir şekilde yayılarak kısa sürede (en çok beş yıl) en büyük kendini-ifade, hatta toplum-tercümanlığı yöntemlerinden biri haline gelir – tabii her başarılı akım gibi (en iyi örneklerimizden biri punk) akımı ellerinde tutmak isteyenlerin oyuncağı olmasından da kaçınılamaz. punk demişken, hızla yayılan punkın hızla yayılan ve sonra kendisini de kapsar hale gelen neticesi: post-punk, ortalığı kasıp kavurmasının yanı-sıra, seksenlerde diskoyla, teknoyla, endüstriyel müzikle ve metalle ilişki kurar. genel olarak kısa kısa şarkılarla beyin matkabı işlevi görmeyi başarmış hardcore punkçılar ortaya çıkıp altın-çağlarını yaşarlar ve fazla süre geçmeden metale yönelirler. metal, takibini benim bile başarıyla gerçekleştiremediğim demokratik sub-janr açılımlarına seksenlerde başlar (ki bu konuda büyük rol oynayan gruplara listemizde haksızlık etmek zorunda kaldık – “vol. 2”de görmek dileğiyle). dünya üzerindeki en güzel şeylerden birisi olan shoegaze, noise pop’un açtığı yolda ve taşıdığı polenlerle seksenlerin başında doğup hemen hemen aynı yıllarda ölmüş no wave’in küllerinden doğar. noise, minimal tekno, house gibi janrların en sağlam kolonları dikilir. ve muhtemelen bu listede en çok yer verdiğimiz janr (ki bunun janr olarak değer görmesine “sevgisiz”mişçesine kızılabilir de), gitar-popu, (ya da jangle rock/indie pop filan mı desek?), alternatif rock ve punkla birleşip günümüzde “her şey” olmayı başarmış indie’ye yol verir. (“paving the way to pavement.”)

    ancak bütün bunlar seksenlere özgü moda-yozluğunun müziğe hiç bulaşmamış olduğu anlamına gelmez. yetmişlerde duyarlı bireyler muhtemelen herkesin tamamlamaya kalkıştığı eksiğin cinselliklerini yeterince özgür yaşayamamalarından kaynaklandığını düşünmeye başlamışlardı. “yetmişlerin sonu, seksenlerin başı” olarak belirteceğimiz dönemde kitle-kültür ürünlerinde belli bir “devrim” yaşandığı da birçoğumuzun malumudur. böylece zahirî bir devrimle birlikte eksikliklerini tamamladıklarını sanan genç bireyler bunu kendi “yeni kimliklerini” çizebilmek için fırsat addettiler. bu, görüldüğü üzere, (kimliksel) bir çelişkiydi – yani: müziklerinin duygusal yapısında olsun, hal ve hareketlerinde, giyim ya da kuşamlarında olsun, seksenlerin, belki de renkli kameraların yeterince gelişmemiş olmasının da kanıt sağladığı, samimiyetsizliğinin failiydi. seksenlerin ana-akım janr, new wave/synthpop, vokalistlerinde, ne kadar hareketli bir altyapıya şarkı söylüyor olurlarsa olsunlar, hâlâ ufukta bir şeyler arayan romantist tavrının bulunmasının sebebi de aynıydı.

    müzikle ilişkili bir sonuca varmak gerekirse: günümüz müziğini müzikteki duygusal samimiyetsizliğe pek pirim vermemiş oluşumların müzikleri şekillendirirken, o zamanların müziğindeki ana-akım samimiyetsizlikten günümüze pek bir şey kalmadı. çünkü [iyi] müzik(te samimiyet), sanıldığı gibi anlık itkilerin bir sonucu değil, kâğıt-üzerindekilerin olmasa bile, kendine hâkim bir zihnin çalışmalarının sonucudur. müzik tarihinin zihinsel durumu en karmaşık insanlarından ian curtis’ın eserleri buna kanıt gösterilebilir.

    gelelim listemizin yapısal özelliklerine. aksi takdirde pek zahmetli olacağını ve buraların new order, prince, pixies, smiths gibi büyük isimlerle dolup taşacağını öngörerek her sanatçı/gruptan bir esas şarkı seçtik, aynı sanatçının diğer şarkılarına haksızlık ettiğimizi düşündüğümüz durumlardaysa, o şarkıların ayrıca isimlerini verdik – yine de elizabeth fraser üç esas topa kafa uzatmayı başardı. listemizi hazırlamadan önce her şarkıya üç beş kelime yazmayı düşünmüştük, ama sık sık tekrara düşeceğimizi öngörememiştik; bu yüzden de sık sık tekrara düştük – ama daha fazla tekrara düşmemek için “yetterlan!” deyip bazı şarkılar hakkında yazmaktan vazgeçtik. bazı şarkılar için çok kuru laflar söyledik, bazı şarkıların yapısını tarif ettik, bazı şarkılar içinse haklarında saçmalamayı [bilinç-akışı, derdim ben olsam, çok acımasızsınız] uygun gördük. es-geçtiğimiz şarkılar ya da çene-düşüklüğümüz için bizleri ayıplamayın. ayrıca: bu iş burada bitmez.

    200. “don’t stop believing”, journey

    199. “diddy wah diddy”, 8-eyed spy

    rock’n’roll’u shoegaze’le birleştirip icra eden birçok sanatçı var artık ama muhtemelen bu kadar erken ve bu kadar yetkin gerçekleştiren pek kimse olmamıştı daha önce. “no wave owen. 8 eyed, dude.”

    198. “smalltown boy”, bronski beat

    seksenlerin diskosunda/barında, gay olsunlar ya da olmasınlar, dans ederken aynı zamanda ağlıyorlardı da sanırım. bu kadar çok hüzünlü ama dans edilebilir synth-pop şarkısı bulunmasının başka bir açıklaması yok gibi.

    197. “the sicilian clan”, john zorn

    tam üzerine film çekmelik bestelerden--pardon: coverlardan.

    196. “set it off”, strafe

    club klasiklerinden.

    195. “reward”, teardrop explodes

    işte bu şarkının coşkusu da seksenler gençliğinin her ne kadar bütün özgürlüklerini kendi ellerine almış olduklarını zannetseler de aslında kendi özgürlük sevdaları içinde hapis kalmış bulunduklarını anlatıyor.

    194. “camino del sol”, antena

    antena, elektro-samba gibi bir müzik yapıyor. tatlı bir müzikleri var; hatta remikse de açık bir müzikleri var ki, house’un yükseleni todd terje bu şarkıyı es-geçmemiş mesela.

    193. “tempo”, anthony red rose

    kısmen oryantal bir ragga.

    192. “reagan youth”, reagan youth

    bu grubun çok hoşuma giden özellikleri var: bir kere kısa şarkı yapıyorlar, mesela bu bir dakikalık bir şarkı. müziği siyasî değerlendirmemek gerektiğini düşünenlerle hemfikirim ama siyasî düşünüp onları her şartta ironiyle dile getirebilene de saygı duyarım, ki reagan youth böyle bir grup.

    191. “hate the police”, the dicks

    hardcore punk’ın siyaseten de doruklarından birisi: (sanırım) single kapağında “dicks”in “d”si orak ve çekiçle yazılıdır. sözleri de “elimde bi silah var, yoluma çıkma indiririm,” minvalinde ilerler.

    190. “the new rap language”, the treacherous three

    seksenler başının aşırı funky, disko eğilimli, dans soslu hip hop incileri aslında bitmek tükenmek bilmiyor. listemizde bunlardan birkaç tane var: bunları, işin doğrusu, pek de özenle dağıtmadık, oldukça “lousy” bir iş çıkardık.

    189. “eye of the lens”, the comsat angels

    comsat angels’ın (bu arada ballard’ı rahatlıkla post-punk’a katkılarından dolayı ödüllendirebiliriz) ilk iki albümü, “waiting for a miracle” (1980) ve “sleep no more” (1981) janrın en iyi örneklerindendi. ancak grubun en iyisi bu albümlerden ikincisine ancak sonradan dahil oldu. her neyse, o kadar da önemli bir şey söylemedim ya, olsun…

    188. “candyskin”, the fire engines

    punkla altmışların sunshine popu birleştirilirse nasıl bir şey çıkar ortaya?

    ayrıca (bkz: get up and use me)

    187. “ashes to ashes”, david bowie

    186. “pay to cum”, bad brains

    internet café’den kafayı içeri uzatarak bir arkadaşa bakıp hemen oradan uzaklaşan kanun kaçağı gibi bir hardcore punk şarkısı.

    185. “immortal rites”, morbid angel

    184. “alleys of your mind”, cybotron

    erken dönem teknonun detroit ayağından insanı neşelendirmekten, ayağa kaldırmaktan çok dark ambient esintileriyle ve robotik vokalleriyle insanı korkutan bir örnek sunuyoruz şimdi de size…

    183. “psycho cupid (danceband on the edge of time)”, mekons

    daha evvel de belirttiğim gibi ismi yeterince açıklayıcı.

    ayrıca (bkz: last dance)

    182. “paradise”, change

    italyan diskosunun hem en funky hem en soulful örneklerinden.

    181. “ullyses”, dead can dance

    dead can dance’ın bazı şarkıları ölülerin şarkıları gibi; bazı şarkılarıysa ölülerin danslarının şarkıları gibi (ve bazıları da konserve gibi). bu ikinci kategoriden, ama birinciden de bütünüyle kopamamış. ölürken dans eden bir adamın arkasından yazılmış – ama dikkat buyurun: dans ederken ölen adam değil.

    ayrıca (bkz: mesmerism), (bkz: the host of seraphim)

    180. “everybody knows”, leonard cohen

    bu şarkıyı yıllar önce ilk defa rufus wainwright coverı sayesinde duymuş ve çok beğenmiştim. o zamanlar bob dylan ve nick cave hayranlığım hat-safhada volta attığı için, sanki çok benziyorlarmış gibi, hiç dinlememiş olduğum leonard cohen’den ve müziğinden nefret ederdim. bunları aştık tabii sonra sonra; aşmama en çok sevinmemin sebeplerinden biriyse bu şarkının bulunduğu “i’m your man” albümüdür. albümü ve şarkıyı, özellikle bu şarkının müthiş aranjmanını ve cohen’in alaycı vokalini işittiğimde rufus’a öfke duymaya başladığımı bile söyleyebilirim.

    ayrıca (bkz: first we take manhattan)

    179. “white horse”, laid back

    komik şarkı sözleri, oldukça eğlenceli, dans müziği olduğunun farkında bir müzikle herhalde neşelenmek isteyen siyah tişörtlü kitleleri tatmin edecektir.

    178. “walking with jesus”, spacemen 3

    gecelerimin en iyi refakatçilerinden spiritualized’ın öncüllerinin, gecelerin bir başka sadık refakatçisi “the perfect prescription”daki kasvetli garları: anlamışsınızdır ya, açayım yine de: yüksek tavanlı, geniş, içinde insanların kaybolduğu, gri tonlu, yani tozlu, ama barok bir istasyon binası.

    177. “enola gay”, orchestral manoeuvres in the dark

    grubun ismini duyunca/okuyunca insan dinleyeceği her şarkıdan karanlık bir atmosfer akacak zannediyor. bu şarkıyı dinlemeye başladığında öyle bir şey gerekmediğini anlıyor. şarkı devam ettiğinde sürekli aynı notaları tekrarlayan synth sayesinde gerçekten de ortada bir karanlık bulunduğu sonucuna varıyor.

    ayrıca (bkz: maid of orleans)

    176. “needle to the groove”, mantronix

    175. “jam on it”, newcleus

    bu da erken dönem hip hop şarkılarından, hatta o zamanların breakdance marşı gibi bir şeymiş anladığım kadarıyla; ama erken-dönem hip hoplarından onlar gibi funk tabanlı olmamasıyla ayrılıyor. bunun daha çok teknodan beslenmiş bir bası ve melodisi var – dolayısıyla ambient’ten de…

    174. “beautiful child”, swans

    bu aralar post-rock gibi işlerle uğraşan grubun bir zamanlar nasıl ve hangi hayatlara kastettiğine şahit olabilirsiniz.

    173. “sex beat”, the gun club

    şu basit punk şaheserlerinden.

    172. “i can’t leave without my radio”, ll cool j

    171. “murderous”, nitzer ebb

    nitzer ebb’in müziği nine inch nails’inkinden daha az şehvetli değil muhtemelen; ancak metalden çok popa yakın olduğu için şehveti daha kabul edilebilir görünüyor.

    170. “minor threat”, minor threat

    ian mckaye’in nasıl geldiğini gösterir yort-savuldur.

    169. “golden brown”, the stranglers

    bir zamanlar o kadar çok dinledim ki, benim için melodisini ne zaman hatırlayacağımı bilemediğim şarkılardan birisi olageldi. dolayısıyla, bu çok sevimli pop klasiğine kendisini bir şekilde ilgilendiren bir listede yer vermemem söz-konusu olamazdı.

    168. “song to the siren”, this mortal coil [feat. elizabeth fraser]

    tim buckley bestesi. en iyi this mortal coil albümünden*. lanet olasıca estetik bir filmde* kullanılmış. tamam, bütün bunlar şarkının iyi olacağına yeter kanıt. lakin bu şarkıda liz fraser’ın sesi var… buna ne denir?

    167. “life’s what you make it”, talk talk

    mark hollis’in vokalinin nelere kadir olabileceğini tartışmak pek akıl kârı değil. bu vokale girdaba dönüşmekle dönüşmemek arasında salınan bir gitar riffi, diskoya ucundan kulağından bulaşmış davul & perküsyon ikilisi, ve tuz & biber niyetine klavye de eklenince, ortaya sükûnetimize eşlik edecek farklı bir refakatçi çıkıyor.

    ayrıca (bkz: i don’t believe in you), (bkz: the rainbow)

    166. “a hole in the pocket”, gang of four

    gang of four post-punk’ın belki de en büyük isimleri. dans ettirirken düşündürmeyi en iyi başarabilen şarkıların icracıları. muhtemelen fugazi’yle birlikte en iyi “politik şarkı sözü” yazan adamlar. 80’ler kariyerlerinde 79 efsanesi “entertainment!”taki gibi marşları yok belki; ama baslarının enerjisi, gitarlarının öfkesi, seslerinin titreşimi hala orada.

    165. “vienna”, ultravox

    şarkı o kadar sakince kuruluyor ki, insan bir yere varacak mı varmayacak mı merak bile etmiyor; sonra bir yerden kemana benzer bir şey işitince anlıyorsun ki şarkı güzelmiş.

    164. “under pressure”, queen [feat. david bowie]

    163. “all of my heart”, abc

    böyle piyanolu, orkestrasyonlu, duygusal olma iddiasında/derdinde ama her türlü klişesine rağmen başarılı bir pop şarkısı.

    162. “on the radio”, crash crew

    hip-hop klasiği.

    161. “birthday”, the sugarcubes

    björk’ü “post”la, “homogenic”le tanımış bizler için, kendisinin insan-üstü sesini seksenler standardında bir enstrüman organizasyonun üzerinde işitmek ilk bakışta biraz tuhaf geliyor tabii. ama yine de o standardın üzerine o sesin olabilecek en iyi şekilde oturtulduğunu görüyorsunuz.

    160. “never let me down again”, depeche mode

    159. “ostia (the death of pasolini)”, coil

    sadece en iyi yönetmenlerden birinin* ardından yazıldığı için değil, yaydığı gizemli karanlığın en içsel emellerimiz için iyi bir örtü oluşturması vesilesiyle de seviyoruz.

    ayrıca (bkz: the anal staircase)

    158. “head like a hole”, nine inch nails

    157. “vanishing girl”, the dukes of stratosphear

    tamamen 60’lardan fırlamış gelmiş sevimli bir pop şarkısı. aynı zamanda kendisi baş-icracısı andy partridge’in ne büyük bir müzik adamı olduğunun da kanıtı. sen git xtc’yle zamana mekâna sığmayan (britanya baroğu mu dersin afrika ritmi mi) bir müzik yap, sonra gel düklerinle altmışların popunu altmışlarda icra edilenden daha güzel bir şekilde icra et… e, bir de güzel güzel komik komik şarkı sözleri yazıyor zaten hep.

    ayrıca (bkz: you are a good man albert brown), (bkz: brainiac’s daughter)

    156. “just a friend”, biz markie

    oldukça anlayışlı çınlayan bir piyano, görece ağır bir beat, böylelikle hafif hafif salınan eli yüzü düzgün bir çalışma.

    155. “first light”, harold budd/brian eno

    “ulan ambient neymiş, ben müziğimi adamakıllı isterim,” diyen de, sevgilisinden ayrılmış olması sebebiyle doğal olarak sözlüğe entrysini girebileceği “insanı durduk yerde kötü hissettiren bir şarkı” arayan da, intihar etmeye çoktan karar vermiş ama intihar etmeden önce hangi şarkıyı dinlemesinin daha iyi olacağına bir türlü karar verememiş karamsar da, hayatın tesadüflerine gömülmüş bulunduğundan bir dine girmeyi içten içe arzu edip dini kötülemek için pür-dikkat sebep arayan ateist de rahatlıkla dinleyebilir bunu.

    ayrıca (bkz: the jezebel spirit)

    154. “s.p.q.r.”, this heat

    surf rock gitarıyla shoegaze belirsizliği birleşmiş de bir deneysel roma birliğinin atak marşı olmuş; ama o devirde surf rock’ın modası geçmiş, piyasada shoegaze yok.

    ayrıca (bkz: paper hats)

    153. “this angry silence”, television personalities

    yine bir punk & pop karışımı.

    ayrıca (bkz: diary of a young man)

    152. “kings of the wild frontier”, adam and the ants

    kendi çapında skandallar yaratıp olası kariyeri tehlikeye atmış gruptan iyi bir vokal-punk.

    151. “appetite”, prefab sprout

    grubun en güzel albümü “steve mcqueen”in en iyilerinden sağlam, oturaklı bir pop şarkısı.

    150. “streets of your town”, the go-betweens

    gitar-popunun en güzel örneklerinden.

    ayrıca (bkz: cattle and cane)

    149. “west end girls”, pet shop boys

    bassline’ı çok kıpırdatıcı olsa da, hikâyesinden bile değil, hikâye-anlatımından durultucu bir hislilik akar bu şarkının. zaten pet shop boys’u sevmemizin sebebi de budur herhalde.

    148. “monster jam”, spoonie gee meets the sequence

    147. “your phone’s off the hook, but you’re not”, x

    yine insanın çileden çıkacak derecede sevip benimseyeceği bir gitar riffi… “this party’s gonna be off the hook…”

    ayrıca (bkz: los angeles)

    146. “stigmata”, ministry

    motor gibi bir metal-dans şarkısı.

    145. “dirty talk”, funky 4+1

    benim gibi giorgio moroder sevenler için moroder’i aratmayacak kadar güzel bir şarkı. hatta inanmazsınız ama bu şarkının funky bile olmadığını iddia ediyorum. minimal sayılabilir.

    ayrıca (bkz: that’s the joint)

    144. “lost in a moment”, sad lovers and giants

    en az magazine’inki kadar kıvamında, yer yer ondan bile daha zarif bir post-punk-pop çalışması.

    143. “tally ho!”, the clean

    bir atari-punk şarkısı.

    142. “gentle tuesday”, primal scream

    grubun henüz bildiğimiz soundunu bulamadığı, daha doğrusu sadece bu şarkının bulunduğu albümde yer-almış jim beattie’nin sounduyla iş gördüğü zamanlardan. albümün geneli için çok hoş şeyler söylemek o kadar mümkün değil. gelgelelim, bu, çok güzel bir indie pop şarkısı – hatta neredeyse bir “sunshine pop” şarkısı. [yok canım, değil tabii.]

    141. “sweet dreams (are made of this)”, eurythmics

    140. “party fears two”, the associates

    disko basına, güçlü vokaline dinamik yaylılarla eşlik ediliyor.

    139. “nightporter”, japan

    138. “children’s story”, slick rick

    iyi bir hikâye anlatımı.

    137. “there there my dear”, dexys midnight runners

    grubun üflemelilerle kurduğu rock’n’roll dünyasının en iyi örneklerinden biri.

    136. “you should all be murdered”, another sunny day

    o güzel isme bakıp bir başka punk şarkısı olduğunu mu düşündünüz? yanıldınız. vokalin ilk nağmelerini işitip “morissey!” mi dediniz? yine yanıldınız. (“lan ne retorik yazıyorum arkadaş!” dedim.) yine de en azından smiths’inkileri aratmayacak kadar güzel ve içli bir gitar-pop şarkısıyla karşı karşıyayız. bu sevindirici mi, yoksa üzücü mü? siz karar verin. (muhtemelen yanılacaksınız.)

    135. “beyond belief”, elvis costello

    hayatımda karşılaştığım en zor işlerden biriydi costello’nun en iyi seksenler şarkısını seçmek.

    134. “final day”, young marble giants

    tatlı bir gitar-pop kesiti.

    ayrıca (bkz: choci loni)

    133. “back on the chain gang”, the pretenders

    altmışların o güzel popunu, kalitesinden kaybetmesine izin vermemek suretiyle seksenlerin gitar sounduna taşımış ve başarıya ulaşmışlar.

    132. “indian summer”, beat happening

    oldukça ilkel, kabul. oldukça da güzel – zevkinize, bilginize… bir mağaranın duvarına gustave caillebotte çizmek, akordu bozuk bir elektrik gitarla led zeppelin bestelemek gibi… hatta, şimdi çok alt-metinli bir şey söyleyeceğim, üzerine çalı çırpı örtmüş bir audrey hepburn gibi.

    ayrıca (bkz: bewitched)

    131. “shouting out loud”, the raincoats

    grup, zaten bilumum garabetle dolu post-punk tarihinin en tuhaf gruplarından birisidir. grubun “odyshape” isimli albümü, zaten bilumum garabetle dolu post-punk tarihinin en tuhaf albümlerinden birisidir. yazdıklarında tekrara düşmekten kaçınan birisi olarak şunu da belirtmeliyim ki, “shouting out loud”, bu tuhaf grubun o tuhaf albümünde yer alır ve grubun caz baslı, aksak ritimli, karman çorman yaylı düzenlemesine sahip şarkılarının en iyi örneklerinden birisidir.

    130. “she sells sanctuary”, the cult

    güzel bir rock şarkısı.

    129. “the boys of summer”, don henley

    ismi bile seksenler, ama gayet güzel.

    128. “the boy with the perpetual nervousness”, the feelies

    1980 tarihli zamanının birazcık ilerisinde sayılabilecek bir albüm olan “crazy rhythms”ın açılışı ve muhtemelen de en iyisi.

    127. “falling”, julee cruise

    126. “man in the long black coat”, bob dylan

    dylan’ın seksenlerde yaptığı işler her zaman (seksenlerden önce bile) küçümsendi; ancak bu küçümseme bence haksızcadır. “infidels” ve “empire burlesque” iyi albümler: yani 10 üzerinden nereden baksak 7’yi hak eden; daniel lanois prodüksiyonlu “oh, mercy”yse oldukça iyi bir albümdür: yani 10 üzerinden 8 üstü… “man in the long black coat”sa atmosferi vesilesiyle dylan’ın en güzel işlerinden “time out of mind”a konsa sırıtmaz.

    ayrıca (bkz: jokerman), (bkz: every grain of sand)

    125. “clear windowpane”, saint vitus

    “doom metal’in babaları”nın en baba şarkısı.

    124. “son of a gun”, the vaselines

    bütün sadeliğine rağmen pop’la punk’ın pop’tan ayrıldığı (grunge) bütün yeri kaplayacak kadar özgün, zengin bir sounda sahip olduğunu söyleyebiliriz herhalde.

    123. “i love rock’n’roll”, joan jett & the blackhearts

    marş gibi bir riff var elinde, oradan yürüyorsun. çok basit görünüyor belki ama kaç tane marş gibi riff sayabiliriz?

    122. “temple of love”, the sisters of mercy

    karizmatik janr, karizmatik topluluk, karizmatik vokal, karizmatik eser.

    121. “uncertain smile”, the the

    çok şenlikli bir melodiyle başlasa da üflemelileriyle asıl karakterine kavuşur.

    120. “no ufo’s”, model 500

    birçok değişim/geçiş şu bu barındırmasına, esas ritmi olmasa bile tali ritimleri sürekli değişmesine rağmen elektronik müziğin gerektirdiği basitliğe sahip; aynı zamanda elektronik müziğin sahip olmasa gereken zenginlikten de nasibini almış.

    119. “my pal”, god

    üyelerinin yarısı aşırı-doz eroinden hayatını kaybetmiş bir avustralyalı rock’n’roll grubundan oldukça güzel bir indie-gitar şarkısı.

    118`.` “it ain’t easy being white”, george oscar bluth [feat. franklin]

    117. “tainted love”, soft cell

    116. “graceland”, paul simon

    115. “relax”, frankie goes to hollywood

    seksenlerin resmî gitar soundu, synthesizer ‘ı, beat’i, bas ritmi, hatta vokal standartları bile bu şarkıda mevcuttur; ama elbette şarkının klasik olmasına yetecek kadar düzenli bir şekilde.

    114. “the usurper”, celtic frost

    grup isviçreli olsa da “her zaman savaşmış ve her zaman yenilmiş” [borges’ten machen vesilesiyle taliesin] olan keltlerin mirasını kabul etmiş görünüyor; zira bu şekilde atağa kalkarsanız mağlubiyeti garantilemişsiniz demektir. bu vesileyle biz de dünya liderlerine seslenip, vatanî görevden kuşkusuz daha mühim olan insanlık görevimizi yerine getirelim.

    113. “swamp thing”, the chameleons

    joy division’ın nevrotik yanıyla the stone roses’un kusursuz gitar-popu bir araya geliyor; hem de bir grubun kapanış tarihiyle diğer grubun açılış tarihinin tam ortasında. bu kozmosun biz fanilere gönderdiği mesajlardan biri değil de nedir?

    ayrıca illaki (bkz: in shreds), ve o kadar da illaki olmamakla birlikte (bkz: tears), (bkz: soul in isolation)

    112. “jockey full of bourbon”, tom waits

    111. “fade to grey”, visage

    aslına bakarsanız seksenlerde synthi bu denli ön-planda tutan her grup bir şekilde “dark wave”e bulaşmıştır, öyle anılmış olsun ya da olmasınlar. çünkü, seksenler denince aklımıza gelen erkek vokali ele aldığımızda her zaman bir ağlamaklılığa temayül, onun da ötesinde mistik olana çağrı bulunduğunu, dolayısıyla seksenlerin her zaman “olmayana kötü bir sesleniş”ten ibaret olduğunu görürüz. visage’da da bir şey değişmiyor.

    110. “every breath you take”, the police

    vidyosundaki cam-silici rolündeki sevgiliyi hatırlayıp (yanlış hatırlamıyorumdur umarım) gülesim geldi şimdi; ama aşkın nevrotik yanına en iyi dokunuşlardan birisidir bu…

    ayrıca (bkz: every little thing she does is magic), (bkz: synchronicity ii)

    109. “beat box (diversion one)”, art of noise

    beat’in üstüne vokal oyunları, tuşlu ve üflemeli melodi eşliği. kısmî karmaşıklığına karşın kayıtsızca duru, hatta çok da ufuk-açıcı.

    108. “don’t you (forget about me)”, simple minds

    107. “private idaho”, the b-52’s

    madem hemen hemen her şeyi punk’a bağlıyoruz; gelin buna da surf-punk diyelim.

    106. “push it”, salt-n-pepa

    105. “senses working overtime”, xtc

    grubun en kolay nüfuz edilebilir, en pop melodilerinden. hayır, grup çok kompleks bir müzik yaptığından söylemedim tabii ama… ne bileyim, diskografisine bakınca grubun, böyle diyesi geliyor insanın…

    ayrıca (bkz: sacrificial bonfire), (bkz: dear god)

    104. “happy birthday”, altered images

    doğumgünü şarkısı dediğin böyle neşeli olur. gerçi seksenlerde doğumgününün bile böyle saf neşeyle kutlanması pek olası görünmüyor seksenlerin havasını içine çekememiş olan bana.

    103. “forbidden colours”, david sylvian & ryuichi sakamoto

    bu da böyle kendince sallanmalık bir şey.

    102. “a new england”, billy bragg

    muhtemelen bu listede birkaç kere “marş” lafı ettim, birkaç kere de “tek gitar melodisi” gibi şeyler söyledim. işte, şarkıyı dinleyin, bu son cümlenin de yardımıyla benim için bu yorumu tamamlayın.

    101. “optimo”, liquid liquid

    acelesi olan perküsyonuna rağmen güzel bası zihnimizde bir yerde oyalanıp durur; ama kısa olduğu için rüzgâr gibi de geçiyor. [ayyy… cidden bir şeyin rüzgâr gibi geçtiğini söyleyecek hallere mi geldim?]

    100. “shout”, tears for fears

    tekdüze bir şarkı misali hiçbir ritim değişikliği, ya da en azından aksaklığı olmadan ilerliyor; ama sololarla gelen bir ruh durumu değişikliği, bir sabırsızlık da mevcut. yani müzikte sabırsızlığı göstermenin tek yolu ritmi yükseltmek değilmiş demek ki…

    99. “bastards of young”, the replacements

    isminin vaat ettiği öfkeyi, protestoyu hakkıyla yerine getiriyor. o öfkenin, ya da protestonun yerinde olup olmadığı ayrı bir konu tabii, ama herkesin hayatında bunları yerinde bulacağı anlar olmuştur, gelin itiraf edelim. (espri bu, anlamamışsınızdır gerçi ama, popüler bir gazetemizle ilgili.)

    ayrıca (bkz: i will dare), (bkz: unsatisfied)

    98. “buffalo stance”, neneh cherry

    sene henüz 89, ancak ortalıkta aynı zamanda hem hip hop, hem pop, hem funk, hem new wave, hem de disko olabilen bir şarkı var. buradan janelle monaé’ye de selam ederim fırsat bulmuşken.

    97. “i can’t go for that (no can do)”, hall & oates

    seksenler o kadar güzel baslarla dolu ki, çoğunun üzerini doldurmaya bile gerek kalmıyor; ama hall & oates disko basını ve disko vokallerini sabit tutarak, kalanını çok güzel ağır-pop hareketleriyle tamamlıyorlar. sonuç olarak da dans etmek için de, oturarak dinlemek için de münasip bir şarkımız oluyor.

    96. “moody”, esg

    95. “atlantic city”, bruce springsteen

    david bowie’ye laf etmedim, bruce springsteen’e de bunu deyip kaçacağım zaten.

    ayrıca (bkz: the river), (bkz: i’m on fire), (bkz: dancing in the dark)

    94. “south bronx”, boogie down productions

    basit ama etkili müzikleri bulunduğu ve tam anlamıyla hip hop icra eden ilk grup oldukları için boogie down productions, ve onların en iyi şarkıları olduğu için de “south bronx” oldukça önemli.

    93. “let the music play”, shannon

    92. “shipbuilding”, robert wyatt

    bu listedeki en iç burkucu şarkının içinde liz fraser olmaması içimi burkuyor. ancak, wyatt, costello’nun sözlerini kendince o kadar güzel dile getirmiş ki, dinlerken muhtemelen fraser’ı filan hatırlamak istemezsiniz.

    91. “the mercy seat”, nick cave & the bad seeds

    ayrıca (bkz: tupelo), (bkz: stranger than kindness)

    90. “more than this”, roxy music

    89. “the greatest gift”, scratch acid

    dönemin en iyi hardcore gruplarından birinin punk camiasında klasik addedilen eseri.

    88. “back in blackac/dc

    87. “crash”, the primitives

    listemizdeki çoğu gitar-pop şarkısı insanı oturtup düşüncelere sevk edebilecek kapasitedeyken bu şarkımız her yeri nereden geldiği belli olmayan bir ışıkla dolduruyor. zaten o ışığın nereden geldiği belli olmadığı için diğerleri insanı düşüncelere sevk ediyor ya, oralara girmeyelim…

    86. “that’s when i reach for my revolver”, mission of burma

    replacements, dinosaur jr., nirvana: ortak noktaları gibi bir şey. tabii moby halinin daha ünlü olması da olası.

    85. “the chauffeur”, duran duran

    84. “the fairytale of new york”, the pogues [feat. kirsty mccoll]

    sakin, şirin, yalnızlaştırıcı başlar, orkestrasyonla filan. sonra birden iskoçya halk şarkısı kıvamına dönüşüp folk-punka belirsiz bir baş selamı verir. sonra orkestrasyonla iskoçya halk şarkısı öğeleri birleşirler: ortaya maalesef kalabalıkların birlikte salınmasına yol-açacak bir şarkı çıkar. valla ben bu güzelliği hep tek başıma yaşıyorum.

    83. “punk rock girl”, the dead milkmen

    folk-punktan daha öte bir tavrı var bu şarkının, ama ne olduğunu henüz çözebilmiş değilim. yine de insanı “neşelemek”te gayet başarılı…

    82. “girls just wanna have fun”, cyndi lauper

    81. “it takes two”, rob base and dj e-z rock

    ne diyeyim, klasik funk hip hop dans.

    80. “can you feel it?”, mr. fingers

    sadece ilk house şarkılarından değil, aynı zamanda en güzel house şarkılarından. ilk saniyesinden gaz vermeye başlar, eklenen ya da çıkarılan seslerle gaz oranı değiştirilir; ama dorukları eşsizdir: beatlerin ve ağbimizin ortak bir şeyler söylemeye çalıştığı kısımlar.

    79. “under the milky way”, the church

    benim gibi “alternatif rock dediğin akustik gitar içerir, ağırdan gider, elektrik gitar sazı eline alınca da arkana seni arkana yaslatır,” diyenlerdenseniz, aslında yanlış bir düşünceye sahipsiniz, ama en azından doğru şarkıdasınız.

    78. “our lips are sealed”, the go-go’s

    sağolsun trainspotting, kimsenin orijinalini bilmediği şarkılardan biri olabilir mi? olabilir. ama bilenler de var, gördüm ben. ilk dinleyişte beğenilecek, mutlu anlarda eşlik edilecek, güneş ışıklı eserlerden.

    77. “touch me, i’m sick”, mudhoney

    bu kadar basit bir gitar riffiyle bir gitar soloyu, gitarın izini takip eden davulları ve kendisini çatallayan vokalleri bir araya getirmek o kadar zor bir şey gibi görünmezken şimdiye kadar neden daha iyilerini dinleyemedik diye dövüm dövüm dövünürüm geceleri kurtuluş parkı’nda yanımda üç-beş güvercin yumurtası ve fabrika ağzıyla.

    76. “strings of life”, rhythim is rhythim

    sabahlara kadar dans-edilmelik bir şarkı olarak elektronik müzik playlistlerimizde yerini almış durumda. genelde synth-tabanlı geçişleriyse takdire fazlasıyla şayan.

    75. “lesson no. 1 (for electric guitar)”, glenn branca

    iki parçalık bir elektrik gitar senfonisinin ilk parçası. müthiş organize.

    74. “everyday is like sunday”, morissey

    ayrıca (bkz: suedehead)

    73. “blue boy”, orange juice

    orange juice’ın “the glasgow school”u hayatımda dinlediğim en iyi iki üç derleme albümden biridir – punk pop nedir, nasıl yapılması gerekir, punk’ın duruşundan taviz vermeden nasıl aynı zamanda dünyanın en güzel pop şarkıları icra edilir, hepsini gösterir. “blue boy” elimizdeki en iyi örnek.

    ayrıca (bkz: falling and laughing), (bkz: love sick)

    72. “like a prayer”, madonna

    ayrıca (bkz: like a virgin), (bkz: holiday), (bkz: material girl)

    71. “save it for later”, the english beat

    yorucu iş ve okul günleri artık gözünüzü mü korkutmaya başladı? patronunuzun ya da hocanızın suratı artık size ortalama bir ork suratından daha mı korkunç geliyor? artık elf şarkıları duyamamaktan mı şikâyetçisiniz? beyaz eteğinize ya da şortunuza dökülen vişne suyu rüyalarınıza mı girmeye başladı? dert etmeyin! (burada bir sırıtma vardı – şimdi o sırıtmayı hayal edemeyeceğinizi düşündüm, yazma iştahım kaçtı.)

    70. “history lesson (part ii)”, minutemen

    kısacık şarkılardan oluşan, lakin her şarkısı hemen hemen aynı derecede melodik zenginliğe ve duruşa sahip bir albümün en iyisini seçmek oldukça güç. bizden önce seçmek zorunda olanlara en tatlı melodi bu gözükmüş olsa gerek. açıkçası hak veriyorum. “this is bob dylan to me.” ha, bir de bob dylan denince – david bowie’ye bir zamanlar belli bir sempati beslemişsem, kendisi bunu dylan’a borçludur, bunu da böyle bilsin yani.

    ayrıca (bkz: corona corona)

    69. “angel of death”, slayer

    ayrıca illaki (bkz: raining blood)

    68. “sex bomb”, flipper

    potansiyel distortionlı, saksafonlu, dolayısıyla gıcırtılı, nitelik bakımından olsun, ilham verebilirlik bakımından olsun, hâlâ gıcır gıcır, çılgın, avangart bir punk şarkısı – e uzun da. işten kovulduğunda patronun kafasına vurulacak cinsten.

    67. “walking on thin ice”, yoko ono

    bu şarkıyı john lennon ve zorlu efsanelerinden soyutlayıp düşünürsek oldukça güzel bir şarkı – hatta en oturaklı dans şarkılarından birisi.

    66. “problemes d’amour”, alexander robotnick

    65. “looking from a hilltop (megamix/restructure)”, section 25

    alexander robtnick’le bunu alt alta koymamız tesadüfî değildir elbette: ikisi de insanda dans etme isteğinden çok vuruşları, girip çıkan sesleri dinleme, kafa-içi mekanlarda salınma isteği duyuran şarkılar.

    64. “there she goes”, the la’s

    gitar popunun, pop çocuksuluğunun, çocuksuluk basitçiliğinin, basitçilik müziğinin doruklarından birisi. çok kısa olduğu için “loop’a alınası şarkılar” listenize rahatlıkla girebilecek, çok şeker olduğu için sıklıkla loop’a alınabilecek şarkılardan.

    63. “the breaks”, kurtis blow

    62. “don’t you want me”, the human league

    61. “can’t be sure”, the sundays

    gelelim şimdi de ingiltere’nin güzel gitar-pop gruplarından birinin ilk ve tartışılabilir (ve sonuca varılamaz) en güzel eserine.

    60. “lorelei”, cocteau twins

    cocteau twins’in zarif shoegaze’iyle liz fraser’in heretik ilan edilesi vokallerinin en bütünlüklü buluşmasıdır muhtemelen.

    ayrıca (bkz: amelia), (bkz: aikea-guinea), (bkz: blue bell knoll)

    59. “der mussolini”, daf

    tonu bizi parodiden başka bir yere götürmeyen bir vokal mussolini’den, hitler’den bahsediyor. arkada bağırıp çağırıp duran birileri var. synth hoplayıp duruyor. sandalye de hopluyor… ne oluyor yahu?

    58. “numbers/computer world 2”, kraftwerk

    albümde ayrı ayrı görünseler de aslında aynı olan iki farklı şarkı. ayrı değiller ama farklılar. neyse, saçmalamayı keseyim: bu efsanevî alman grup bildiğiniz gibi romantik birkaç robottan oluşuyor. bu da onların batarya hallerini en iyi yansıtan şarkılardan birisi.

    57. “waiting room”, fugazi

    müzikte siyasetin ustalarından fugazi’nin en iyi şarkısı.

    56. “primitive painters”, felt [feat. elizabeth fraser]

    indie pop her zaman böyle bir şey; ağırdan ağırdan zenginlikleri doldurur – ilk yokladığınızda hafif gelen ama yürüdüğünüz yol uzun olduğundan gittikçe ağırlaştığını hissettiğiniz bir yük gibi. bunlar da müzik tarihinin en güzel dizeleri arasına girebilir: “primitive painters are ships floating on an empty sea / gathering in galleries were stallions of imagery…”

    ayrıca (bkz: cathedral)

    55. “pink frost”, the chills

    hafiften hafiften, çok güzel koyuyor – eli hafif diş hekimi gibi, şefkatli katil eli gibi bir şarkı. özellikle vokalin dizelerin son hecesini yaydığı yerler, insanda sample alma itkisi duyuruyor. alıp da nerde kullanacağız, bir de o var tabii…

    54. “rise above”, black flag

    ilk on saniyesinde white stripes’ın kariyerindeki bütün gitar riffleri mevcut sanki. bir de ne olursa olsun, punk’la pop’un her zaman kol kola yürüdüğünün kanıtı gibi. [pop’un tek başına yürüdüğü de oluyor elbette, ama punk tek başına yürüyemiyor—tamam tamam, o da yürüyor. neden yürüyemesin ki?]

    53. “the sweetest girl”, scritti politti

    ilginç bir gruptan ilginç bir pop şarkısı: motorik bir beatin üzerine gayet soft bas yürüyüşleri, flüt’vâri bir enstrümandan çıkan mellow melodiler, robert wyatt’ça çalınmış bir piyano, ve hiçbir şekilde dengesini/sükûnetini kaybetmeyen bir vokal.

    52. “halber mensch”, einsturzende neubauten

    insan sesi kullanımı meselesinde dağları taşları bile yerinden oynatabilecek derece kuvvetli. bahsi geçenin nelere kadir bir enstrüman olduğunu kanıtı.

    51. “love like blood”, killing joke

    birazdan cure’æ dæ geleceğiz; ama “şu cure biraz daha sert müzik yapsaydı süper olurdu” minvalli dilekleriniz varsa, siz o durağa uğramayabilirsiniz bile.

    ayrıca (bkz: requiem)

    50. “emma’s house”, the field mice

    etliye sütlüye karışmayan, sakin sakin kendi yolundan giden, mood değişikliği yaşıyorsa bile kimseye sezdirmeden yaşayan şu güzel, günün her saatinde yanımıza alabileceğimiz gitar-pop şarkılarından.

    49. “pink turns to blue”, hüsker dü

    cayır cayır bir hardcore gitarının altında ilginç bir duygusal yoğunluk, pop duyarlılığı mevcut. hatta köprü görevi gören bir riffi var ki, günümüz ingiliz indie pop gruplarının ellerine verseniz, çok tatlı şarkılar çıkarırlar; hüsker dü’nün bu şarkısının tatlılığı, her ne kadar mensubu olduğu janra uzaksa da, gözümde/kulağımda hiçbir indie pop şarkısını aratmamakta.

    48. “chime”, orbital

    ömrümü minimal teknonun nimetlerinden faydalanarak geçirmeyi isterdim elbette; böyle gözlerini kapatıp arkana yaslanıyorsun diyelim, aynı “structure”, on dakika boyunca, burnunun üstünde, uçarken belli bir noktayı aşmaya bir türlü cesaret edemeyen sinek gibi deviniyor. siz post-rock guruları belki inanmazsınız buna ama, ben müzikte gerçekten bir manevi doygunluğa ulaşabiliyorsam bunları dinlerken ulaşıyorum.

    47. “you made me realise”, my bloody valentine

    sigur ros bir şarkının ortasından bir orkestra geçirir de my bloody valentine bir sanayi devrimi geçiremez mi? bu şarkı bulutlu bir hava gibi ama öyle değil. yani aşırı bulutlu, gökyüzünün mavisi görünmüyor, ama bir yerlerden sızan bir güneş-ışığı var. duygusal düşünmeyin ağbi…

    ayrıca (bkz: feed me with your kiss), (bkz: strawberry wine), (bkz: lose my breath)

    46. “just like heaven”, the cure

    ayrıca (bkz: close to me), (bkz: pictures of you), (bkz: disintegration)

    45. “me, myself and i”, de la soul

    rap tarihinin ilk radyo-tiyatrosu kıvamındaki konsept albümünün (bkz: 3 feet high and rising) en güzel şarkısı, ki o albümde bunlardan daha bir sürü var.

    ayrıca (bkz: the magic number)

    44. “8th wonder”, the sugarhill gang

    43. “blue thunder”, galaxie 500

    grubun “on fire”ı muhtemelen dünya üzerindeki en güzel “kış albümü”. özellikle kar yağarken albümün 3 numarası “snowstorm”u dinlemek “gerçek” bir kar fırtınası “sanrı”sına yol-açıyor. ne var ki, sakinliğini depresyon patlaması şeklinde dışa vurma potansiyeli bulunan giriş şarkısı, grubun diğer bütün şarkılarına da geçiş yolu gibi. onların bütün olarak hissettirdiklerini tek-başına hissettiriyor.

    ayrıca (bkz: decomposing trees), (bkz: temperature’s rising), (bkz: king of spain)

    42. “human cannonball”, butthole surfers

    butthole surfers’la punka istediğiniz yerinden yaklaşabilirsiniz; ancak kendilerinin punktan filan çok çok ötede duran bir müzikleri vardır – her ne kadar muhatapları “kısıtlı bir punkçı grubu”nu aşamamışsa da. bunu kendinize ispat etmek için bu şarkıdan maada, bahsi geçen şarkımızın ihtiva edildiği “locust abortion technician” isimli, bu satırların yazarının da en sevdiklerinden biri olan, albümü, en azından o albümden “kuntz”ı dinlemenizi öneririz.

    ayrıca (bkz: jimi)

    41. “my favourite dress”, the wedding present

    gitarı henüz yalnızca annesinin yardımıyla el sallayabilen bir bebeğin parmakları gibi, akarsu gibi.

    ayrıca (bkz: brassneck)

    40. “holiday in cambodia”, dead kennedys

    bu şarkıyı neden güzel addettiğimden filan bahsetmeyeceğim, bir kere olsun dinlemiş olan zaten bilir bu şarkının neden güzel olduğunu. benim meselem şu: kafamda ben de çok güzel punk şarkıları yazabiliyorum, ama iş onları icra etmeye geldiğinde bunu başaramayacağımı bilerek. yine de, bakın yemin bile edebilirim, biafra’nınki gibi bir punk vokaline sahip olduğumu bilsem, beni mtv’de bile görebilirsiniz – o derece. ya da görmeyin zaten beni mtv’de ağbi, ne yapacaksanız görüp de!

    39. “planet rock”, afrika bambaataa & soul sonic force

    38. “blister in the sun”, violent femmes

    37. “hey ladies”, beastie boys

    beastie boys’un funky hınzırlıklarının doruk noktası olduğunu düşünüyoruz.

    ayrıca (bkz: fight for your right to party), (bkz: johnny ryall), (bkz: no sleep till brooklyn)

    36. “the killing moon”, echo & the bunnymen

    birçok abartıların kışkırtıcısı, tetikleyicisi, körükçüsü haline gelmişse de, oldukça güzel bir şarkımızdır, “the killing moon”. aynı zamanda epey epey doğu mistisizmine sahip olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.

    35. “beat bop”, rammellzee vs. k-rob

    beastie boys’un en çok etkilendiği şarkılardan biri olduğunu söylemek ilk dinlemede bile olası.

    34. “call me”, blondie

    arkadaş ben bu grubun müziğini ne kadar seviyorum! “atomic”le bu şarkıyı alalım mesela sadece grubun güzel albümlerini bir kalem geçip, birbirlerini oldukça andırsalar da iki saat boyunca sadece bu ikisini dinleyebilirim. tamam, deborah harry’nin vokali çok iyi ama grubun başarısı daha çok o sesin bu güzelim gitar sounduyla müthiş kol-kolalığından kaynaklanmakta.

    33. “it’s like that”, run-d.m.c.

    sadece nakaratını aynı şekilde tekrarlasalar bile yetecekmiş aslında.

    ayrıca (bkz: walk this way), (bkz: it’s tricky), (bkz: rock box)

    32. “radio free europe”, r.e.m.

    murmur”ın açılış şarkısı, bu büyük grubumuzun ilk ve muhtemelen en büyük işi.

    ayrıca (bkz: so central rain), (bkz: it’s the end of the world as we know it), (bkz: oddfellows local 151)

    31. “just like honey”, the jesus and mary chain

    elektrik gitarlı pop tarihinin en önemli albümünün açılışını yapar ağır ağır – ve hatta: cayır cayır.

    ayrıca illaki (bkz: head on)

    30. “kerosene”, big black

    noise tarihinin en sağlam organizasyonlusu, en dibe oturanı, özellikle sonuna geçiş, notasız bile olsa, dünya üzerindeki en güzel geçişlerden biridir. tabii uzayda ses gitmiyor – ki star wars’un bilim-kurgu olamama sebebidir.

    29. “running up that hill (a deal with god)”, kate bush

    şarkının orijinal ismi olan “a deal with god”daki “deal”ın “anlaşma”dan çok “hesaplaşma” anlamında kullanıldığını düşünürüm hep. bush’un vokalindeki yoğun arzu ve davulların tehditkâr devinimi, şarkının ortalarındaki neredeyse heretik yükseliş filan… hepsini de haklılığıma kanıt olarak görürüm; ama meselemiz kate bush olunca, emin olamıyoruz elbette.

    ayrıca (bkz: cloudbusting)

    28. “i know you got soul”, eric b. & rakim

    grubun çığır-açıcı kabul edilen albümünün*, tartışılır ama, en iyisi, diyelim.

    ayrıca (bkz: paid in full)

    27. “straight outta compton”, n.w.a.

    herkes “fuck tha police”i bilse, övse, şu bu addetse de, en sevdiğim rap albümlerinden biri olan “straigt outta compton”ın en iyisinin bu isim şarkısı olduğunu düşünürüm. üç metrelik karın üzerinde büyüyen bir çığ misali pürüzsüzcesine yuvarlanan dizelerin ve folk-blues tınılarının yanı sıra, “vapur funk,” diyeceğim, ne anlarsınız bilmiyorum. “that shit is tough!”

    ayrıca (bkz: fuck tha police), (bkz: 8 ball)

    26. “pump up the volume”, m/a/r/r/s

    aritmi, willy van der kerkhoff ve secret omen bu şarkıyla ilgili entry yazmışlar…

    25. “welcome to the jungle”, guns n’ roses

    24. “the magnificent seven”, the clash

    clash’ın hem erken dönem hip hop’ın üstatları kadar funky takıldıkları, hem de kendilerinin aslında bulunmayan ska köklerini unutmadan icra ettikleri bir şarkı. bende machine’in “there for but the grace of god go i”ının uyandırdığı tepkileri uyandırıyor genelde.

    ayrıca (bkz: should i stay or should i go), (bkz: rock the casbah)

    23. “rawhide”, scott walker

    climate of hunter”dan – tabii bu görkemli giriş albüm hakkında iyi görüşler edinmenizi sağlayacak. sağlamasın diye biz de görkemli girdik. walker’ın en iyi şarkısıdır, yine de.

    22. “cities in dust”, siouxsie and the banshees

    müziğin ilk notası sizi ayağa kaldırmaya yetmedi mi? valla isabet olmuş aga… çünkü ilerde siouxsie’nin sesini işitip kafanı dayayacağın bir yer arar hale geleceksin: hele bridge misali kısımdaki öyle ayakta dinlenebilecek bir vokal değil.

    ayrıca (bkz: dazzle)

    21. “freak scene”, dinosaur jr.

    bana seksenlerin “smells like teen spirit”ini seçmem söylenseydi koşa koşa amerika’ya gider, bu şarkıyı kapıp gelirdim: belki “smells…” daha güzel bir şarkıdır ama bu şarkı bana hep daha zenginmiş gibi gelmiştir ve, doğrusunu isterseniz, ben bunu, sürekli sound değişikliklerini, gitar sololarını filan daha çok severim.

    ayrıca (bkz: tarpit), (bkz: in a jar)

    20. “dream baby dream”, suicide

    sevdiği kıza kendisini kıskanmadığını gösterirmiş gibi gözükürken bile aslında onu kıskanmasının çok doğal olduğunu anlatmaya çalışan âşık adamın, sevdiği erkeğin açık açık başka bir kadına ilgi duyduğunu görüp aslında kıskanmıyormuş gibi kayıtsız kalarak sevgilisinin kendisini hatırlamasına ve hatta kıskanmasını sağlamayı arzu eden âşık kadının obsesyonuna sahip. böyle olunca: “bir obsesyon olarak kara sevda”yı en iyi anlatan şarkılardan birisi. sözlerinin sürekli rüyaya/hayale devamı telkin etmesi de tam olarak obsesifin fantezi dünyasının yıkılmasını temsil ediyor. o ateşi daha fazla yakamayacak, bundan böyle karanlık kalacaklar.

    19. “o superman (for massenet)”, laurie anderson

    big science” isimli eşsiz benzersiz bir albümden, albümün kendinden bile daha eşsiz benzersiz bir şarkı, ki 11 eylül sayesinde gerçek efsanelere konu olmuşluğu bile var. bir şarkı bütün kompleks hallerine karşın nasıl dupduru ilerler, nasıl bir sonuca varır, 80’lerde yayınlanmış en robotik şarkılardan biri olduğu halde nasıl aynı zamanda en duygusal şarkılardan biri de olabilir, ve bunu nasıl hiçbir şekilde duygu sömürüsüne yer vermeden gerçekleştirebilir sorularının cevabıdır aynı zamanda. kimse de sormadı yahu!

    18. “youth of america”, wipers

    şarkının öylesine eşsiz, muhtemelen yazıldığı tarihe dek bir benzeri daha yazılmamış bir gitarı var ki, içerdiği agresifliği, protestosunu, hatta ikisini birleştirelim: progresifliğini, hatta solosunu, hatta muazzam progresyonunu bile unutturabilir.

    17. “the day before you came”, abba

    ilk saniyesinden bile “odamı ne düzeltecem lan şarkı dinlemek dururken!” etkisini yaratabilen eserlerden. en iyi pop akışlarından birisiyle o güzel vokalin, o hemen hemen oturaklı sözlerin işbirliği zaten yeterince güzelken, bir de yaylılar ve arka-vokaller dahil olur işin içine zaman ilerledikçe. ağır ilerleyen bir pop şarkısının nasıl olması gerektiğine dair bir ders bile sayılabilir bu şarkı.

    16. “how soon is now?”, the smiths

    smiths’in şarkıları o kadar duygularla bağdaşıktır ki çoğunda isteseniz bile müzikle birlikte adamakıllı ilerleyemezsiniz; grup, hemen hemen her zaman sizi kendi duygularına ortak etmek ister. ancak, bu şarkıda morissey’in vokalleri bile tam olarak müziğin sizin için akışının bir parçasıdır. kendi çapında dronelar olsun, sağdan soldan geçen gitarlar, diğer enstrümanlar olsun, zamanının -fikrimce- çok çok ötesindeki ritmi olsun, hepsi bir arada dinleyici için akar, dinleyiciyi çeker.

    ayrıca (bkz: this charming man), (bkz: there is a light that never goes out), (bkz: the queen is dead)

    15. “ace of spades”, motörhead

    bu şarkı için tek bunu söyleyip geçmem garip olacak belki: bugüne kadar dinlediğim en “gitar riffi – şarkı sözü uyumu”na sahip şarkıdır büyük olasılıkla. bunda lemmy’nin o şarkı sözlerini kart destesinden çıkmış, yaşı dolayısıyla kısık sesli ama metalci papaz’vâri vokalinin etkisinin büyük olduğunu da söylemeye gerek yok.

    14. “the message”, grandmaster flash & the furious five

    efsanevî baslı, klasik funky hip hopların kralı olarak listemizde manevi olarak üst, maddi olarak alt sıralarda arz-ı endam etmekte. “it’s like a jungle sometimes…”

    ayrıca (bkz: the adventures of grandmaster flash)

    13. “ghost town”, the specials

    herkesin ucunu kulağını bir yerden duyduğu, ilk kez dinleyenin bile kendini bir şekilde daha önce işitmişçesine “familiar” hissettiği şu şarkılardan biri. komik sayılabilecek arka vokaller, ürkütücü mü yoksa ürkütücü-parodisi mi olduğu belli olmayan ön vokaller, saksafon filan. epey de oryantal, söylemesi ayıptır. [değildir – söylemesi ayıp değildir yani.]

    12. “rebel without a pause”, public enemy

    bu şarkıda tanımlayamadığım bir ses var. o sesi neyin çıkardığını merak ediyorsanız secret omen gibi, funkychild gibi yazarlarımıza başvurabilirsiniz. açıkçası, ben merak etmiyorum: buradan “insan beyninin derinlerine gömülmüş bir şeyi nasıl merak eder?” gibi retorik sorular çıkarmak daha zevkli. “bring that beat back!”

    ayrıca (bkz: don’t believe the hype), (bkz: black steel in the hour of chaos)

    11. “teen age riot”, sonic youth

    iki dakika süren intro’vari müzik yerini en ufuk açıcı gitar rifflerinden birine bırakır; davul ve perküsyonun ve thurston moore’un “rahvan gidelim” telkinli vokallerinin eşliğiyle, o riff bizi şarkının sonuna dek takip eder. bunlara rağmen, şarkıya nüfuz etmek oldukça güçtür; çünkü kendisi depresyonun asık-suratlı ağırbaşlılığına da sahiptir. her daim mesafesini koruduğu halde nikâh şahidiniz olmasını isteyeceğiniz bir arkadaşınız gibidir. (“bu ne biçim benzetmeydi?” demeyin, bence gayet hoştu ve hoş olduğunu düşünen benden başka üç kişi daha bulabilirim.)

    ayrıca (bkz: death valley ‘69), (bkz: cross the breeze), (bkz: shadow of a doubt)

    10. “billie jean”, michael jackson

    ayrıca (bkz: beat it), (bkz: thriller), (bkz: smooth criminal)

    9. “born under punches (the heat goes on)”, talking heads

    david byrne ve ekibi o kadar zengin bir iş çıkarmışlar ki, aynı anda çalan enstrümanları ayırsan üç dört farklı şarkı yazabilirsin.

    ayrıca (bkz: this must be the place), (bkz: once in a lifetime), (bkz: listening wind)

    8. “third uncle”, bauhaus

    baş döndürücü bir şekilde başlar, ayakların hareketsiz bir şekilde kalmasına imkân yoktur, sonra alttan üste bir gürültü seli aktığını işitiriz. fani dünyayla ilişkisini büyük ölçüde kesmiş, sadece helalleşecek iki üç dostu kalmış vokalimiz mısraları çatır çatır dökmeye başlar; mısralar dökülürken gitarlar gittikçe agresifleşirler; daha sonra, vokalimiz “ulan ne kesecekmişim dünyayla ilgimi!” moduna girer – sonra çift-vokale döneriz; şeytan melek kapışmasından bile öte bir şeydir çift-vokal bu şarkıda: şeytanla şeytan çarpışır. sonunda kimin kazandığını kimse bilmez, çünkü şarkı bitmez, sadece fadeoutla kaybolur.

    7. “totally wired”, the fall

    post-punk’a post-punk’ı (joy division misal) alıp başka yerlere taşıyanların eserlerinden başka bir marş seçmek gerekir: “totally wired”, alçak tavanlı bir odada boyu hemen hemen tavana değiyor olmasına rağmen kendisine eğilmeyi yediremeyen otoriter erkek gibi; ama aynı zamanda, aynı odada bulunan ve belli ki endişelendiği için o erkeğe biraz eğilmesini telkin edip duran, biraz da “witness for the prosecution”daki hemşireye benzer, genç bir kadın gibi.

    ayrıca (bkz: how i wrote elastic man), (bkz: the classical), (bkz: spoilt victorian child)

    6. “where is my mind?”, pixies

    bu şarkıyı dinlemek gerçekten, birçok başka pixies şarkısını dinlemek gibi, insanda kafasının üzerinde yürüyormuş hissi uyandırıyor. özellikle café’vari, nüfusunun yarısı playstation, diğer yarısı tavla oynayan bir mekânda, yani hiç beklemediğim bir yerde omlet yerken çalmaya başladığında bu hissim tavan yapmıştı: o durumda tavan, aslında normal durumlarda taban oluyor tabii anlayacağınız üzere. sonra, şarkı bittiğinde, omletimin soğuduğunu, bütün tadının da kaçtığını fark ettim tabii, ama değmediğini söyleyemem, o derece güzel bir şarkı.

    ayrıca (bkz: wave of mutilation), (bkz: gigantic), (bkz: monkey gone to heaven), (bkz: hey)

    5. “i wanna be adored”, the stone roses

    şarkı mükemmel ismi ve uzun introsuyla artan beklentilere o denli güzel bir gitar melodisi ve vokal işbirliğiyle karşılık veriyor ki, sonlara doğru yükselen tempoyu, havadaki ihtiras kokusunu, gerilen atmosferi, kırılan kadehleri, “i wanna…”dan “i gotta be adored”a dönüşen sözleri filan artık bütün güzellikleriyle algılayamıyoruz bile.

    ayrıca (bkz: fools gold), (bkz: she bangs the drums), (bkz: made of stone), (bkz: waterfall)

    4. “atmosphere”, joy division

    joy division’ın obsesif ritimlerinin, depresif atmosferlerinin, kendilerinden başka kelimelere ihtiyaç duymayan şarkı-sözlerinin dibi. joy division’ın en feci noktası.

    ayrıca (bkz: love will tear us apart), (bkz: the eternal), (bkz: decades), (bkz: heart and soul)

    3. “new year’s day”, u2

    u2’nun seksenlerde birçok iyi işi var ama en iyisini seçmek için iki kere düşünmeye bile gerek duymadım: kendileri böyle bir gitar şarkısı daha yazmadılar, muhtemelen yazamayacaklar da, muhtemelen başka yazan da olmayacak. o derece güzel, eşsiz, benzersiz…

    ayrıca (bkz: bad), (bkz: with or without you), (bkz: i still haven’t found what i’m looking for), (bkz: sunday bloody sunday)

    2. “blue monday”, new order

    new order bu şarkıyla joy division’ın, daha doğrusu ian curtis’ın açtığı yoldan çıkmayı mı denemiştir, emin değilim. bana daha çok ian curtis’ın açtığı yolu daha bir dallandırıp budaklandırmak istemişler gibi geliyor. sonuç olarak müziği de dallandırıp budaklandırdılar. kendi başlarına bir âlem olmayı başardılar – dünyanın en güzel şarkılarından birkaçını yaratarak on seneden daha az bir süre içinde.

    ayrıca (bkz: temptation), (bkz: bizarre love triangle), (bkz: confusion), (bkz: age of consent)

    1. “when doves cry”, prince

    prince, seksenlerin yozluğunu büyük ölçüde hayat felsefesi olarak kabul etmiş, ama muhtemelen çok zeki bir adam olduğu için ne bu hayat felsefesini ne de kendisini, öyle gözükmese bile, hiçbir zaman pek ciddiye almamıştı. bu açıdan, kendisinin seksenlerde bugün bize kanye west neyse (zamanının en iyi müziğini yapan asshole, lâkin prince’in entelektüel düzeyi de tartışmaya kapalı: öyle de garip biri) o olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “when doves cry”a gelirsek, gitarı, synthi, synthleştirilmiş yaylısı, ritmi, şarkı-sözleri, vokal düzenlemeleri ve sessizlik anları bu kadar uyumlu giden, bu kadar düzgün kurulan, ve kurulduktan sonra çok da iyi bir şekilde sonuca bağlanmayı başarabilen şu nadir uzun şarkılardan. bunun bir benzerini geçtiğimiz on sene içinde outkast’tan (bkz: b.o.b.), ve yetmişlerde the who’dan (bkz: baba o’riley) görmüştük. [ben pek görmüş sayılmam gerçi.]

    ayrıca (bkz: kiss), (bkz: raspberry beret), (bkz: i could never take the place of your man), (bkz: little red corvette)


    (me that ave been what i ve been - 12 Şubat 2012 20:43)

  • comment image

    fair control: symphony of love

    roxanne : charlene

    aphavılle: bıg ın japan

    falco: vıenna callıng, rock me amadeus, jeanny vs.

    bolero: ı wısh

    scotch: dısco band

    modern talkıng: say say bıtmez


    (equinoxe - 27 Ekim 2014 10:19)

Yorum Kaynak Link : 80'lerin en iyi şarkıları