• "kitabin baslarinda, 1. dunya savasinda isgal edilen istanbul'un durumu ve halkin hissiyati da cok iyi anlatilir."
  • "deniz, dağlar, çiçekler ancak bu kadar güzel tasvir edilebilir diye düşündüren bir kitap. hele cevat şakir'den halikarnas balıkçısı'na dönüşümü anlatan bölümü bir şahanedir."
  • "halikarnas balıkçısının istanbuldan bodruma sürgün olarak gönderildiğinde yolda ve bodrumda başından geçenleri yazdığı kitabın adı"
  • "okudukça aydığınız bir kitap. yanlış zaman ve yanlış yerde doğduğunuzu hatırlatır. bu kitap gibi birşey yazabilseydim geride kalan hayatıma bakıp gönül rahatlığıyla ölebilirdim herhalde."
  • "halikarnas balıkçısı deniz kenarında bir ev beğenir,kirayı sorar ve 25 lira çıkarır, ev sahibi ne 25 lirası 25 kuruş diyerekten olayı kapatır."
  • "keske her surgun boyle olsa dedirten ceza"
  • "okuduğum ve okuyacağım en güzel kitaptır.bu entry'nin de ilerde "aa, yanılmışım" diye editi olmayacaktır, bu kadar da emin yazıyom bak !"
  • "ege."
  • "an için bile olsa kapanılan mavi sıkıntısı."




Facebook Yorumları
  • comment image

    kitabin baslarinda, 1. dunya savasinda isgal edilen istanbul'un durumu ve halkin hissiyati da cok iyi anlatilir.


    (dreamania - 26 Nisan 2007 10:02)

  • comment image

    öncelikle bize balıkçıyı hediye ettiği için istiklal mahkemelerine teşekkürü borç biliriz(bkz: special thanks to)
    beynini kemiren soru işaretleriyle eziyetli yolculuklar sonunda ulaşır bodruma,sonrası malum.üç yıllık cezasının ikinci yarısını güya kendisine lütuf olsun diye istanbul da çekmesi söylenir.işte asıl sürgün ozaman başlar.


    (ikimarsbiduz - 24 Nisan 2008 20:42)

  • comment image

    bir kuple sadece, ısrarla okuyun, balıkçı'yı tanımak için yola çıkmışsanız, evvela mavi sürgün'ü okuyun.

    "...
    tren istasyondan istasyona geçtikçe kimi yolcular iniyor, başkaları biniyordu. bir yerde kompartımanımıza iki delikanlı girdi. birbirine ürünlerin nasıl geliştiğini, havayı, yağmuru sorup cevapladılar. ondan sonra söyleyecekleri kalmadı ki, sustular. ben içimden, «bu kadar mı?» dedim, başımı pencereden yana çevirdim. yine dışarısına daldım gitim. derken bir istasyondan, biri yaşlı, biri gencecik iki kadın bindi. gencine kadın demiyeceğim, o mutlaka bir kızdı. kapalı duran bir gonca gibiydi; açılmak için güneşi mi bekliyordu ne!.. yaşlı kadın annesiydi herhalde; çünkü ikisinin arasında bir benzerlik vardı. kız, kompartımana girer girmez bir cazibe merkezi oldu. farkındaydım, herkes kıza bakıyor, fakat, «gözüm kaymasın» diye düşünerek başını başka tarafa çeviriyordu. kız da olağanüstü güzeldi. simsiyah saçlar ve gözler, fildişi bir ten, klasik bir yüz. ama bunlar ayrıntılardı. onda ne diyeyim, bir olağanüstülük vardı. mutlaka kleopatra gençken böyle bir şeydi. demincek değindiğim ve laf kıtlığından dolayı, haklarında, «bu kadar mı?» dediğim delikanlının biri, adamakıllı vuruldu. gözlerini kızdan ayıramıyordu.

    kız bakışıyla kompartımanı çepçevre süpürürken delikanlıyla göz göze geldi. iki ayrı elektrik akıntılı tel uçları birbirine deyince, çat çat diye kontak yapışları gibi bir şey oldu. ikisi de birbirine bakışlarının uzamasına dayanamadılar. hani insan, parmağının ucunu ateşe dokundurur da parmağı yanınca nasıl hızla parmağını çekerse, bakışlarını birden başka tarafa çevirdiler. eh bu da pencereden görülen yaradılış kadar yaradılıştı yahu! seyretmeye değerdi doğrusu. bir bakıma inatla başka tarafa bakış, birbirine bakışın tam karşıtı olduğu için, inatla birbirine bakışın aynısıydı bu.

    içimden, «hele bakalım şimdi ne olacak?» diyordum. yavaş yavaş sanki hiçbir şey olmamış gibi, bakışlarını çevirmeye başladılar. ama yine şırakk diye gözler birbirine geldi. bu sefer biraz daha uzunca sürdü. fakat yine dayanamadılar. başka tarafa baktılar. ne var ki, bu ikinci göz göze gelişte, öz mahremiyetlerinde karşılıklı bir çekicilik akıntısı ve bir anlayış oldu. şunu da söylemek gerek ki, bu ikinci kez girişim, delikanlınındı. bunu böyle diyorum, ama acaba kızdaki pasiflik kadın yaratılışının bir davranışı değil miydi?

    üçüncü göz göze geliş, biraz önce başlamış olan işi adamakıllı geliştirdi. kızın bütün kanı yüzüne çıkmıştı. sanki delikanlının o bakışıyla kızın giysileri şii...i...i...rt diye baştan aşağıya yırtılıvermişti de kız, delikanlının gözü önünde tepeden tırnağa çırılçıplak duruyordu. kız daha da kızardı, fakat bu kızarışta ve başını yine döndürüşünde bir gurur vardı. artık kompartımana giren pısırık, utangaç çocuk değildi, ilk defa bir erkeği kadınlığıyla uyandırdığının farkına varan bir kadın olmuştu. nasıl ki yavru kuş ilk defa uçunca artık kanatlarına emin olursa o da artık kadınlığına emindi. hani açılmamış goncadan söz etmiştim. artık o gonca açılmıştı.

    bu iş hangi sonuca varacak diye merak ediyordum. istasyonun birinde kız, anası olduğunu sandığım yaşlı kadınla birlikte ayağa kalktı. anlaşılan, orada ineceklerdi. kompartımandan çıkarken kız, yarı kalkmış olan delikanlıya dönüp baktı. gözündeki şükranı okuyamamak için kör olmalıydı insan. bakışında cennetîmsi bir hal vardı. aynı zamanda, «sen gelmiyor musun?» diyen bir şey vardı. kızla anası çıktılar, onların ardı sıra da delikanlı çıktı. ben, ne oluyor diye merak içindeydim. fakat iki jandarmaya, «siz farkına varmadınız, şimdi ta burnumuzun dibinde şöyle bir olay geçti. merak ediyorum. haydi birlikte çıkıp bakalım!» diyemezdim ya. zaten tren kalkmak üzereydi. delikanlı daradar trene yetişip oturdu. dışarıda olup biteni bilmiyorum.

    iki insan arasında bu yürek ilgisi —ne de olsa ölünceye kadar hatırlanacak—, ama o günlerde bir devamı olmayan gelgeç bir esinti mi olarak kalacaktı?.. yoksa bu iki insan eninde sonunda birbirine mi kaçacaklardı? anlayamadım gitti. tren yol alınca ben yine pencereden dışarıya bakmaya koyuldum.

    kompartımanda trenin gürültüsü ve bir de birinin geviş getiriyormuş gibi ağzındaki lokmayı «plaaç, plaaç!» diye öttürmesinden başka ses seda yoktu. yanımdaki jandarmanın uykusu geldi. başı yavaş yavaş omuzuma düşüp dayandı. gerekirse —yani ben kaçmaya davrandığım takdirde— beni öldürecek olan bu gencin uykusu ve gelip de kardeşçe başını omuzuma dayaması çok hoşuma gitmişti. önümdeki jandarma, onu dürtüp uyandırmaya kalkıştı. «bırak, yorgun! istersen sen de şekerleme kestir» dedim. sırıttı, ama uyumadı.

    her günkü hayatta bir yerden bir yere giderken olanağı yok, çevremdeki insan ve olaylarla böylesine ilgilenmez ve batının observation dedikleri gözlem yeteneğim bu kadar uyanık olmazdı. herhalde aylardan beri başıma gelenlerden ve bir yerde kapalı kaldıktan sonra birdenbire az da olsa bir özgürlüğe kavuşmam bende çevremle ilgilenme yetisini kat kat artırmıştı. her günkü hayatın şu fenalığı vardır ki, insanın ilgisini her günkü hayatın dar gereksinmelerine toplar. ben âdeta can kulağıyla dinliyor ve gönül gözüyle bakıyordum. dostoyevski, «budala» adlı eserinin başında bir adamı uzun uzun konuşturur. ben onu okurken lafı neden bu kadar uzatıyor diye şaşardım. şimdi neleri anlatmak istediğini anladım. dostoyevski, az daha idam edilecekken, edilmeyen bir adamdı. yazar, böyle bir tehlikeyi geçiren adamın hayatla ilgisinin, her günkü hayatı yaşayan bir insanınkinden bambaşka olduğunu anlatmak istiyordu.
    ..."


    (jimi the kewl - 19 Mayıs 2008 22:33)

  • comment image

    halikarnas balıkçısının istanbuldan bodruma sürgün olarak gönderildiğinde yolda ve bodrumda başından geçenleri yazdığı kitabın adı


    (ne2000 uyumlu - 4 Temmuz 2002 13:42)

  • comment image

    okudukça aydığınız bir kitap. yanlış zaman ve yanlış yerde doğduğunuzu hatırlatır. bu kitap gibi birşey yazabilseydim geride kalan hayatıma bakıp gönül rahatlığıyla ölebilirdim herhalde.


    (hayvan evladi seni - 18 Ocak 2009 22:44)

  • comment image

    istiklal mahkemesi için getirildiği ankara'da nezaharette bekletilirken:

    ...ne yaparlarsa yapsınlar diyordum. evet, haksızlıktı. ama o zamana kadar sanki haksızlık çekmemiş miydim? o yaşa gelinceye kadar içinde doğduğum dünyanın bir cennet olmadığını öğrenmiştim. oysa sekiz mi on mu yaşımdayken, etrafıma hayran hayran bakardım da, dünyayı tadına doyulmaz bir cennet, geleceği de bir nur sayardım. cenneti de nuru da işte buydu.
    dört-beş dakika sonra yine içeriye çağırıldık...

    --o--o--o--

    bodrum'da tarım memuru musa ve sevgilisi:

    musa:
    "nişanlın nasıl adam?"
    "bilmiyorum ki, annem vermiş beni."
    "ya topal, kör bir şeyse."
    "yok a canım, annem beni vermezdi. hem ben varmam ki köre."
    "annen hiç söylemedi mi şöyledir, böyledir diye"
    "yoo. galiba annem de nasıl olduğunu pek bilmiyor. cevat beygiller hiç de kusuru yok demişler anneme."
    "peki sen nasıl olmasını isterdin?"
    ....
    "yahu, nişanlının şöyle ya da böyle olduğunu istersin değil mi? söz gelimi gümrük ambar memuru hüseyin bey var. ya da telgrafçı süleyman bey?"
    kız;
    "yok onlar gibi istemem. gönlüm ısınmaz onlara" demiş.
    "eh kimin gibi olsun istersin?"
    yine cevap yok.
    "bak şehirde kaç kişi var. hangisi gibi olmasını isterdin?"
    "sana benzerse iyi!" demiş kız. musa da nişanlısının kendisi olduğunu söylemiş. kız kıpkırmızı kesilmiş ve sıçrayıp kaçmış ceylan gibi.

    --o--o--o--

    bodrum'un renkleri ve domates çardakları:

    bu pembe sabahlar, mavi öğlenler, altın ikindiler, menekşe akşamlar diyarının iklimi öyleydi ki, domates fidanları beş-altı yıl yaşıyordu.


    (bulut83 - 25 Mart 2010 13:38)

  • comment image

    bodrum'a varırken o hadi lan artık hissini çok güzel veriyor balıkçı, onunla birlikte denizin gözükmesini, sonsuz maviliğin -deniz ve gök- gözükmesini bekliyoruz. işgal istanbul'u, aylar süren yolculuk, balıkçı'nın kaygıları... mükemmel bir kitap. filmini bilmiyorum.


    (noryth aquanum - 30 Eylül 2011 10:46)

  • comment image

    kitabın ilk kısımları cevat şakir'in istanbul yaşantısı ve traji komik istiklal mahkemesi günlerini anlatır. sonraki bölümler sürgün için alınan yoldaki gezi notları gibidir. batı anadolu'nun erken cumhuriyet döneminde ne menem bir yer olduğunu insana göstermez adete yaşatır, yoksulluk, beli bükülmüşlük ve şark kurnazlıkları...ve son olarak bodrum, sürgünlerin en mavisi.

    okuyup okunabilecek en ustaca anlatım, gözleriniz kelimelerin arasında kayıp giderken aklınız balıkçı'nın yanında, geçtiği yollarda, çektiği özlemlerde...


    (andyduffraine - 26 Şubat 2012 00:36)

  • comment image

    cevat şakir'in o yıllarda bile istanbul'un "routine" hayatının nasıl bunaltıcı olduğunu anlattigi kitaptır aynı zamanda. o zamanlar için bile bir "routine" den söz edilebiliyorken, ve o routine bile bunaltıcıyken düşünün şimdiki halimizi.


    (italo - 21 Eylül 2012 09:55)

  • comment image

    halikarnas balıkçısı deniz kenarında bir ev beğenir,kirayı sorar ve 25 lira çıkarır, ev sahibi ne 25 lirası 25 kuruş diyerekten olayı kapatır.


    (batigol - 8 Ekim 2003 22:52)

  • comment image

    ...
    bir yere geldik, iki köylü kızı güneş yanığı esmer mi esmer. birisinin gözü yoktu diyeceğim geliyor. çünkü yüzüne bakınca gözlerin bulunması gerektiği kara kirpikli çatlaktan başının arkasındaki mavi gün görünüyor,ta öylesine çakır bakışlı.
    ...


    (yarasa - 13 Ekim 2003 15:48)

  • comment image

    okuduğum ve okuyacağım en güzel kitaptır.
    bu entry'nin de ilerde "aa, yanılmışım" diye editi olmayacaktır, bu kadar da emin yazıyom bak !


    (ne2000 uyumlu - 19 Haziran 2014 10:12)

  • comment image

    bana hediye edilen ve edilecek tüm kitaplar içinde en güzeli, en anlamlısı. ilk sayfalarındaki yazı yeter tek başına.

    kopyacı zihniyet:
    bu entry'nin de ilerde "aa, yanılmışım" diye editi olmayacaktır, bu kadar da emin yazıyom bak !


    (jlborges - 20 Haziran 2014 10:20)

  • comment image

    ilk çocukluk travmamı yaşatan hikayeyi barındıran kitap.

    hikayeyi okudum mu yoksa biri mi bana anlattı hatırlamıyorum. ya ikinci ya da üçüncü sınıftaydım. günlerce rüyamda kafes içindeki kuşları görmüştüm. bayramda dedemlere gitmiştik, kafesteki kanaryayı görünce sinir krizleri geçirdiğimi hatırlıyorum. biz gidene kadar komşuya verip unutturmaya çalışmışlardı da ertesi gün nerede diye sorunca akıllarınca beni sakinleştirmek için "sen çok üzülünce saldık" demişlerdi. tabii bunu duyunca daha çok krize girmiştim. çünkü bence o da kördü ve dışarıda ölürdü.

    sol frame'de evde civciv beslemiş efsanevi nesilbaşlığını görünce gece gece aklıma geldi "iğne+kör+kuş" şeklinde aratınca tak diye karşıma çıktı, gözlerim doldu yine... kitabı okumadım ama yarın ilk iş alıp okuyacağım.

    --- spoiler ---

    italya'da tarla kuşlarını hiç durmamacasına öttürmek için ateşle kıpkızıl kızartılmış toplu iğne uçlarıyla cızz diye bir gözünü, cızz diye öteki gözünü yakarlar. iki gözü kör olan tarla kuşunu bir kafese koyarlar. mavi, açık, dur göklere özgür uçmaya alışkın kuş, ilk önce gözlerini öttürdüğü sandığı kapkara paçavrayı tırnaklarıyla parçalamaya başlar ve zavallı, kendini bir kat daha yaralar. karanlığın gözüne yapışan bir paçavra, is ya da kurum değil, bir zindan gece olduğunu anlayınca, kanat hızıyla geceyi aşmaya, güne güneşe ulaşmaya çabalar. çırpınır, çırpınır, her kanat vuruşu katı kafese çarpar, acır, acır!.. kara gece aşılmaz bir kara duvardır. uçucu kanatlardan kat kat güçlü, iç hızıyla ötmeye koyulur, öter öter. gecenin öte tarafında gönlünün gününü güneşini, nur alemini yaratır. yine o mavi göklerine çıkar, ta altında ufuklara kadar ıssızlaşan yeryüzüne pırıl pırıl pullar gibi renk renk cıvıltısını döker, döker allah esirgesin duramaz; çünkü durunca karanlık, ökseci kuşçunun kara parmak ve avuçları gibi varlığını kavramaya koyulur. öter, öter yaradılışa bütün canını, gönül cömertliğiyle harıl harıl döktükten sonra, boynu bükük. şu dar-ı dünyaya kör gözleri açık, aramızdan şükranla ayrılır. o da en kısa tanımıyla iyi insana benzer. aldığı kadarını, hatta aldığından çoğunu dünyaya verir.

    ---
    spoiler ---


    (chipcrescent - 3 Temmuz 2014 00:57)

Yorum Kaynak Link : mavi sürgün