Süre                : 1 Saat 59 dakika
Çıkış Tarihi     : 25 Aralık 2004 Cumartesi, Yapım Yılı : 2004
Türü                : Aksiyon,Macera,Komedi,Drama,Romantik
Taglar             : orijinal hikaye,Köpekbalığı,Sefer,okyanusbilimci,intikam
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Touchstone Pictures , American Empirical Pictures , Scott Rudin Productions
Yönetmen       : Wes Anderson (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Wes Anderson (IMDB)(ekşi),Noah Baumbach (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Bill Murray (IMDB)(ekşi), Owen Wilson (IMDB)(ekşi), Cate Blanchett (IMDB)(ekşi), Anjelica Huston (IMDB)(ekşi), Willem Dafoe (IMDB)(ekşi), Jeff Goldblum (IMDB)(ekşi), Michael Gambon (IMDB)(ekşi), Noah Taylor (IMDB)(ekşi), Bud Cort (IMDB), Seu Jorge (IMDB), Robyn Cohen (IMDB), Waris Ahluwalia (IMDB), Matthew Gray Gubler (IMDB), Seymour Cassel (IMDB), Eric Chase Anderson (IMDB), Niccolò Senni (IMDB), Noah Baumbach (IMDB), Hal Yamanouchi (IMDB)

The Life Aquatic with Steve Zissou (~ Steve Zissou ile suda yaşam) ' Filminin Konusu :
class="text-collapsed" style="overflow: hidden;"  Steve Zissou (Bill Murray), belgeseller yapmak için dünyayı dolaşan efsanevi su altı kaşifi. En iyi arkadaşı ve iş ortağının yırtıcı bir köpekbalığı tarafından öldürülmesi bir yana gözden düştüğü dedikodularıyla da zor anlar yaşıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir gencin (Owen Wilson) çıkagelmesiyle kafası daha da karışıyor. Çünkü yardımcı pilot olduğunu söyleyen bu genç, Steve'in uzun yıllardır kayıp olan oğlu olabileceğini iddia etmekte. Sonuçta 'Zissou Ailesi'ni yeniden toparlayarak tam takım olarak denizlere açılan kahramanımız arkadaşını öldüren köpekbalığını bulmak ve yıpranan şöhretini canlandırmak için maceraya kalkışıyor. Amnerikan bağımsızı Wes Anderson'un özgün kara mizahıyla yansıyan yeni bir macera.


  • "her repliği ve karesi birbirinden anlamsız görünen ama tam da öyle olmayan bir dahiyane film.not edit: altyazısına hiç güven olmuyor. dikkatle incelenmesi şart bu filmin."
  • "david bowie dolu, kırmızı bereli, ıslak ve mavi, çok çok güzel bir film. ilk kez izlendiğinde bile nostalji hissi veren, sanki milyon kez izlenmiş gibi tanıdık ve samimi, milyon kez izlenesi."
  • "kendine özgü bir görsellik ve dil yakalamayı başarmış dolayısıyla özgün bir film olabilmeyi başarmış wes anderson filmi. sanat yönetimi ve detaylar harika."
  • "bu filmde klaus'u tanitirken kullanilan "calm, collected, german." lafini hatirladikca gulerim, nerede bir alman tanisam (ve hepsi de bu kaliba uyar istisnasiz) wes anderson'u anarim. saygilar."
  • "bill murray*'nin balon ateşiyle sigara yaktığı film. evet, böyle acayip ve şahane bir film."
  • "animasyonlarinin "tim burton's the nightmare before christmas"in yonetmeni henry selick tarafindan yapilan film."
  • ""ps. do you ever wish that you could breathe under water?""always""
  • "cok enteresan diyaloglari muhtevasinda barindiran filmdir.. jane (karnindaki bebekten bahseder): - 12 yil icinde 11.5 yasinda olacak.zissou: - bu benim en sevdigim yas."
  • "seyrettiğim en naif filmlerden biri."
  • "sırf renk kompoziyonu adına dahi izlenebilecek film."
  • "muhteşem bir hayal gücünün eseri muhteşem film. seu jorge ağırlıklı müzikleri de muhteşem. oyuncu seçimi de daha iyi olamazdı dedirtiyor."




Facebook Yorumları
  • comment image

    her repliği ve karesi birbirinden anlamsız görünen ama tam da öyle olmayan bir dahiyane film.

    not edit: altyazısına hiç güven olmuyor. dikkatle incelenmesi şart bu filmin.


    (porsgemsheniark - 27 Şubat 2008 17:08)

  • comment image

    david bowie dolu, kırmızı bereli, ıslak ve mavi, çok çok güzel bir film. ilk kez izlendiğinde bile nostalji hissi veren, sanki milyon kez izlenmiş gibi tanıdık ve samimi, milyon kez izlenesi.


    (aton karimca - 18 Kasım 2009 12:34)

  • comment image

    kendine özgü bir görsellik ve dil yakalamayı başarmış dolayısıyla özgün bir film olabilmeyi başarmış wes anderson filmi. sanat yönetimi ve detaylar harika.


    (turgut ozben - 21 Aralık 2009 09:12)

  • comment image

    kahkahalar attıran absürt hava ve komik atmosferin içinde, bir o kadar yürek burkar. bu manada önemli bir başyapıttır benim arşivimde. ve en önemlisi steve zissou gibi çizmesi oldukça zor bir dramatik karakteri çizme başarısını gösterir, diğer bir çok özel karakterle örerek:

    --- spoiler ---

    adam bi kere hayatı televole gibi yaşar. sadece spor-magazin programı değil, kendisinin başrolde olduğu bir belgeseldir hayatı. truman show’da truman’ın karısı gibi (bkz: the truman show/#9348829) daha filmin başında, köpekbalığı (ya da herneyse) tarafından yenilen arkadaşının şokunu yaşadığı anı görürüz. bir yandan ciddi ciddi arkadaşını kaybetmenin üzüntüsünü yaşarken, diğer yandan çekim ekibine talimatlar yağdırmaktadır. filmin devamında göreceğimiz klasik belgesel sunum formatında açılışı yapıp, “aşağıda bağlantı kopmadan son görüntüleri yakalamaya çalışın acele edin” diye ekibi yönlendirmeye çalışırken, acı içinde “estebaaan… estebaaan…” diye bağırmaktadır…

    çünkü esteban can dostudur, ama onun öncesinde projesinde çalışan biridir. herkes öyledir zaten. karısı zissou ekibinin beynidir (her ne kadar finansörü olduğunu düşünmek istese de aslında biraz da beyni olduğunu kendisi de kabul etmektedir). klaus diye kardeşi gibi sevdiği adam vardır ekipte. ve son olarak da yıllardır görüşmediği oğlunu katar ekibe. (sadece parası için değil, aralarında güzel bir enerji olduğu için ve oğlu kendisine saygı duyduğu için… para kısmı sonradan ortaya çıkar.)

    narsisttir, sorunludur, hayat kendi üzerine kurulmuştur. wes anderson'un birçok filminde olan yaş-olgunluk uyumsuzluğu bu adamda da görünür, 50 yaşındadır, ama heyecanı uğruna feda ettiği şeylere, sorumsuzluğuna ve düşüncesizliğine, kıskançlıklarına, rekabet tutkusuna vs baktığınızda 5 yaşındaki çocuktan daha olgun değildir.

    film öyle güzel işlenmiştir ki… ekipteki diğer birçok adamın da sorunlu tipler olduğu atlanmamıştır. klaus, belli ki ailesiyle sorunlu bir tiptir. steve ve esteban’in kendisini kardeşi olarak görmesine üzülecek kadar manyaktır, nedeni ise onun daha çok onları babaları gibi gördüğüdür. karısı, arıza adamların peşine düşmekte oldukça istikrarlı bir görüntü sergilemiştir. filmin başında çok az görünen ve aralarında bir şey geçtiğini anladığımız zenci kadının da nasıl rahatsız bir tip olduğu her halinden bellidir. yani steve, yaklaşacağı – iyi anlaşacağı adamları buluyordur. hamile kadın da mesela sorunlu bir tip olduğundan ona da yaklaşmayı dener. bunu açık açık söylemekten de çekinmez, kadın “benim için çok yaşlısın” dediğinde “ama sen babası olmayan bir çocuğa hamilesin” diye gayet masumane bir şekilde mantıksal açıklamasını yapar.

    ned ise steve’in tam tersidir. yine wes anderson film kahramanlarındaki, bu sefer tersi yaş-olgunluk kahramanıdır. çocuktur ama babasından daha olgundur. bencil değildir, duygulara önem verir, cömerttir. babasıyla yakınlaşmak uğruna askeri kariyerini hiçe sayar. annesinden kalan yüklü mirası, üzüldüğünü gördüğü babasını mutlu etmek için düşünmeden feda eder. oysa steve’e karısı “çocuğun parasını batırmaktan çekinmiyor musun?” diye sorduğunda anlarız ki babası için o hala bir “yatırımcı”dır. samimi hissettiği bir anda “sana baba diyebilir miyim” diye sorduğunda ise steve’den “o pek havalı bir şey olmaz” cevabını alır, ama yine de anlayışlıdır. zaten en başından beri steve’in kendisinden yeni haberi olduğu konusunda yalan söylediğini biliyordur. ama anlayışla sabır gösteriyordur.

    steve için dramatik karakter dedik, ama buraya hep kötü yanlarını yazdık. her ne kadar bir televole formatında yaşasa da hayatı, bunu televole sanatçıları gibi, ya da truman’ın karısı gibi para için ya da kariyer için yapmaz. adam hayatını havalı bir kaptan olarak yaşamak istiyordur, ve bunu yapmaya çalışır… yaşarken kendi romanını yazan bir kahramandır. yeri geldiğinde canını tehlikeye atacaktır ekibi için. oğlunun ya da parasız çalışan asistanların hayatları tehlikeye girdiğinde kendi hayatını ortaya atmaktan çekinmez. gerçekten de kahramanca bir hayatın meyvelerini yemekle kalmaz, fedakarlıklarını da yerine getirmeye hazırdır. ekibindeki elemanların hiçbirinin uzmanlığı olmasa da, hepsine sadıktır, çünkü önemli olan ekip ruhudur. bu ruhu taşıdıktan sonra otobüs şöföründen kameraman da olur, öğretmenden teknik sorumlu da… ve hepsi ruhlarını koydukları sürece orada kalmaya devam edecek, daha profosyonel biriyle değiştirilmeyecektir. ha, şurası ayrı: kendisi hayatından bu kadar kolay vazgeçebilirken, esteban’ın ya da ned’in ölmesini de, üzüntüyle karşılasa da, maceranın bir parçası olarak görür ve macera devam ediyordur. filmin anahtar karelerinden biri yine baştadır aslında. kalabalığın içinde birisi “bu maceranda kimi canından edeceksin?” diye sorduğunda, o adamı dövmeye girişecek kadar üzgündür kaybettiği esteban ya da ned için. ama macera devam edecektir…

    hiç bitmeyecek bir maceranın artık eskisi kadar başarılı olmayan kahramandır steve zissou, başarısızdır ama kahramandır.

    ---
    spoiler ---


    (daginik - 27 Ağustos 2011 15:35)

  • comment image

    bu filmde klaus'u tanitirken kullanilan "calm, collected, german." lafini hatirladikca gulerim, nerede bir alman tanisam (ve hepsi de bu kaliba uyar istisnasiz) wes anderson'u anarim. saygilar.


    (yandim sevket - 31 Temmuz 2012 16:28)

  • comment image

    --- spoiler ---

    "i wonder if it remembers me"

    bu filmde wes anderson sinemasının kendine has görselliğine, absürdite denizlerinde yüzdüren mizahına dair pek çok şey bulabilirsiniz, ama beni anderson filmlerine en çok bağlayan şey hiç alakasız, saçma sapan bir anda o an ile uzaktan yakından alakası yokmuş gibi gelen bir duyguyu o anın içinde bir anda doğuruverip izleyiciye adeta anlamsızca deneyimletmesidir. işte sigur ros'tan staralfur'un girdiği sahne bunun yönetmenin filmografisindeki belki de en güzel örneğidir. intikam duygusunun ateşiyle çıktığı avının sonunda, o kasıtlı amatörlüğüyle yaratıclığı okşayan görüntülerin arasında steve zissou tek bir cümle eder*:

    -i wonder if it remembers me.

    siz daha ne olduğunu anlamadan bir anda o yücelik sularının ortasından bir hüzün güneşi yükselir, yüceliğin akacağı, insanda bulacağı karşılık olarak hüznü yaratıverir. henüz daha neye hüzünlendiğinizi fark edemeden kaptırıverirsiniz kendinizi. sonra düşünceler doluşmaya başlar hüznün ışığında. muhteşemdir.

    steve, bu büyüleyici yaratık uğruna kaybettiklerini, kaybedilenin geri dönüşünün olmadığını*, intikamın arayışının onda açtığı yaraları, film boyunca karşılaştığımız sahip olduğu her şeyin unutulan gerçekliğini şu cümle ile anlatır ve film boyunca ilk kez ağlar.
    ---
    spoiler ---


    (marley - 2 Kasım 2013 19:34)

  • comment image

    steve zissou en yakın dostu esteban'ı gözünün önünde yiyen daha önce varlığı bilinmeyen fantastik bir köpekbalığının peşine düşmeye karar verir, olaylar gelişir.

    gayet nitelikli ve ince esprilerle örülmüş, gülmekten yatırmak yerine hikayesini gülümseterek anlatan bir film.

    portekizceye uyarlanmış david bowie şarkıları söyleyen tayfa "pele dos santos" brezilyalı şarkıcı/aktör seu jorge tarafından canlandırılmış, şarkılar youtube üzerinden dinlenebilir.

    --- spoiler ---

    esteban'ın öldüğü filmin galasında seyirci soruları bölümü:

    adam- jaguar köpekbalığını hiçbir sahnede göstermemeniz bilinçli bir tercih miydi?
    steve zissou- hayır, kamerayı düşürdüm.

    kadın- bu köpekbalığı, varsa, en azından soyu tehlikededir. öldürmenin bilimsel dayanağı nedir?
    s.z.- intikam...

    ---
    spoiler ---


    (sokart - 18 Kasım 2014 20:00)

  • comment image

    (dikkat: bu entry, cok az da olsa spoiler icerebilir)

    yetmislerin sonu, seksenlerin basi. henuz bilgisayarla modelleme, film grafikleri ve benzeri seyler daha herkese cok yeni. star wars'dan daha iyi grafik bilmeyen bir jenerasyon, jaws ile tanisiyor ve bugune kadar suren bir kopekbaligi fobisi insanlarin beyninde yer ediyor, bir daha atilamiyor. denize girmeye korkan koca bir jenerasyon yetisiyor ve jaws serisinin etkileyiciligi herkesi, uzun bir sure daha sasirtmaya devam ediyor.

    sonradan doksanlara geliniyor. terminator 2 cekiliyor ve ozellikle turkiye'de jaws, ilk defa ozel kanallarin "gosterecek birseyimiz yok, bari populer bir film gosterelim" isimli, kemal sunal filmleri, beethoven ve evde tek basina gibi filmlerden olusmus kervanina katiliyor. ici disi jaws olmus bu yeni nesil, eski neslin halen daha kabuslarini susleyen filme, normalde gulmek icin kullanmadiklari organlariyla gulmeye basliyorlar: "o yuzen sey bir maket mi? saka mi bu? copy paste mi etmisler? heh... heheh... hahaha!!!".

    ancak eski jenerasyon, kirmizi beresi ve dillere destan takimiyla, daha once hic gidilmemis derinlikleri insanlara sunan ve bircok insana dalis merakini asilayan jacques yves cousteau ile buyuyor. regulatoru icad etmis, mikrofonlu maskeleri dalis dunyasina sunmus ve dalisi herkese goturmus olan bu insan, oldugu zaman eski jenerasyonu inanilmaz uzuyor. sanki denizler altinda 20000 fersah gercekmis hissi veren bu insanin olumu, yeni jenerasyon arasinda kendisini tanimayan birtakim kimseler icin ise sadece, 70ler stili muzikler ve yazilar doneminin bitisi anlamina geliyor.

    life aquatic with steve zissou, tamamiylen eski jenerasyonun filme, televizyona ve deniz hayatina olan bakis acisini alip, yeni jenerasyonun eskilerden pek birsey ogrenememis bazi uyelerinin eskiye olan bakis acisini birlestirerek, bir de ustune muthis komik bir hikaye serpistirerek sunulmus bir basyapittir.

    daha filmin ilk dakikasindan itibaren filmdeki abzurtluk goze carpiyor. henuz filmin ilk bes dakikasina girilmisken kullanilan grafik animasyonlar, "saka mi bu?" dedirtiyor ve hemen akla jaws'i, ve onunlan dalga gectigimiz gunleri getiriyor. "ha? ne? ahah ne oluyoruz ya? bir dakika, anlamadim" gibi ic dusuncelerden siyrilmaya calisilarak izlenen ilk on bes - yirmi dakika ise, sanki wes anderson tarafindan izleyiciye sunulmus bir "filmin cekim stiline ve genel atmosferine alisma suresi" olarak birakilmis.

    ancak zaman gectikce, gercekte var olmayan ve cogu tamamiylen hayalgucunden yaratilmis yaratiklar, neredeyse basarili bir dev sehir akvaryumu gibi duzenlenmis, ancak sahte oldugu her yerinden akan fantastik, yer yer surreal ortamlar, dalisa gecerken arka planda calan muzikler, inanilmaz bir atmosfer yaratiyor. hele albino yunuslar, steve zissou'nun besledigi orca, geminin icindeki sauna, vs., atmosferi bir o kadar fantastik ve sarkastik yapmayi basariyor.

    biraz tutarsiz gozuken, kafa karistirici gozuken seyler ise, aslinda wes anderson'un yaratmaya calistigi fantastik dunyaya eklenmis detaylardan ibaret. film italya'nin aciklarinda, akdeniz'de mi geciyor? yoksa film filipinler'de filan mi geciyor? bilemiyoruz, cunku surekli karaya cikildiginda italya'ya gidiliyor, karada olan hersey hemen hemen italya'da oluyor. ancak filmde bahsi gecen ve filmin en komedi special-operations sahnelerinin oldugu adalarin akdeniz'de olmasina imkan olmadigi goruluyor. hem, akdeniz'de filipinli korsanlarin ne isi var? tabii bunlar "garip, sacma, baglantisiz" olmaktan ziyade "inanilmaz komik" olarak kategorize edilse daha dogru olur.

    peki kiyafetlere ne demeli? kirmizi berelerin cousteau'dan alinmis oldugu apacik ortada, ancak o erken 70ler donemini cagristiran cirkin renk kombinasyonlari (turkuaz ve beyaz!), vucudu sarip sarmalayan dar, tulum gibi esofmanlar, yine 70ler tarzi wetsuitler, long johnlar, parasizliktan kivranan bir takimmis imaji veren, daginik ve birbirinin her zaman, her kosulda aynisi olmayan uniformalar, ve hepsinden ote, caki gibi delikanlilardan olusma, jeff goldblum'un oynadigi adamin kendi takimi ile olan kontrast, kesinlikle gorulmeye deger.

    filmde, sanki hicbir noktada tek bir kelime bile "laf olsun torba dolsun, filme fazladan uc bes saniye eklenmis olsun" tadinda kullanilmamis; hicbir cumle heba edilmemis. en ufak ve bir iki saniyede soylenip bir daha ustunde durulmayan, sanki senaryo dolduruyormus hissiyati veren bir replik bile (
    spoiler: "i'll get an intern to fix it") izleyiciyi saatlerce guldurebiliyor.

    bir de filmin basinda, bill murray'in karakteri olan steve zissou (yani kendi kullandigi takma adiyla stevezy) kendi takiminin elemanlarini tanitirken, ozellikle de klaus'un uyrugunu "he's german" diye ustune basa basa soyluyor. bu da ufak bir detaydi ve filmden ciktiktan sonra aklima takilan ve tekrar gulmeme neden olan bir durum oldu.

    karakterlerin de inanilmaz basarili yaratilmis olduklarini soylemeden edemeyecegim. stajyerler, senaryo yazari kiz, klaus, sikh eleman, zenci eleman, ned, hepsi inanilmaz basariliydi. zaten karakterlerin isimleri de ona gore secilmisti. her karakterin kendisine has bir takintisi vardi (biri surekli sakiz cigner ve cikarir, biri piposunu tutturur, biri gitarini calar, biri elektrik sistemini bozar, biri surekli telefonda "simdi yuz ifaden nasil?" diye sorar, vs.) ve bu da karakterlerin orijinalitesine, ozellikle de ekibin farkliligina renk katti.

    ancak, filmin hakikaten de cok basarili ve muthis bir film olduguna karar verdigim an, herhalde staralfur'un calinmaya baslandigi andi (bkz: staralfur/@spincrus). kulaklarima inanamadim; sahneye hakikaten cok yakisan bir muzikti kanimca.

    cok, ama cok basariliydi.


    (spincrus - 26 Aralık 2004 09:47)

  • comment image

    insanın içinde belafonte'yi ilk demir attığı limanda yakalayıp, unpaid intern olarak mürettebatına katılma isteği uyandıran film. cousteau'nun emektar calypso'sundan sonra, steve zissou'nun ismini calypso kralı harry belafonte'ye borçlu olan gemisi bile aslında başlı başına tüm filmi alıp götürebilecek kadar güçlü bir karakter. set ve sanat tasarımcılarına hayran olmamak mümkün değil. tabi diğer yandan belafonte'yi belafonte yapan en önemli etkenlerden biri de mürettebatı. bu kadar saçma sersem karakteri bir arada hiç görmemiştim. hele hele o duygusuz tonlamalarla ifade edilen replikler (ki bill murray bunu lost in translation'da bir hayli yapmıştı zaten ama wes anderson murray sendromunu tüm oyunculara bulaştırmayı bir şekilde başarmış ve iyi de yapmış), kryptozooloji websitelerinden fırlamış cheesy mahlukatlar, portekizli david bowie varyasyonları ve denizler altında 20.000 sigur rós...
    ooof ki of. film boyunca steve zuzu üfledi otları ama seyrederken benim kafam güzel oldu.


    (arsonist - 5 Ocak 2005 20:43)

  • comment image

    izledikten sonra kirmizi bere takmak istedigim film. anderson yine dokturmus. ozellikle sonlara buyuk keyif veriyor. korsan sahneleri, adadaki adam kurtarma sahnesi, cody adindaki kopegin adada birakildigi an... hepsi birbirinden absurd, birbirinden iyi cekilmis sahneler. filmin sonuna dogru, ned'in steve zissou'nun gercek oglu olup olmadigini pek onemsemiyorsunuz. cunku o da ekibin bir parcasi oluyo, gemidekilerin yeni maceralara duydugu hevesi o da kendi icinde hissediyo. onca absurd ve sacma sahnenin ardindan nasil da oluyor, duygulaniyorsunuz bilmiyorum, ama yine anderson bunu basariyor. steve zissou filmin sonunda kucuk bir cocugun parmagina zissou yuzugu taktigi an, gozelerinizden yaslar bile gelebilir. ve tum aptalligina ragmen siz de kendinizi, zissou ailesinin bir parcasi olmak isterken, onlarla birlikte denize acilmak, onlarla birlikte oyun oynamak isterken bulabilirsiniz. wes anderson'in filmlerinin duygusudur bu, siradisi bir hayat yasayanlarin yaninda olma istegi ve en sacma seyleri onlarla paylasma istegi. jaguar kopek baliginin pesinden gitme istegi. varolup varolmadigi belli olmayan, aslinda pek onemli olmayan, o baligin pesinden zissou ekibine takilmak istegi. kirmizi bere takma istegi.


    (favez - 16 Mart 2005 02:03)

  • comment image

    daha ilk dakikasından itibaren insanın içine kocaman bir sıcaklık yayan bir film bu. albino yunusları, cousteau bereleri, jaguar köpekbalıkları, üç ayaklı cody, david bowie şarkılarının portekizce versiyonları, adidas zissou, sigur ros, kostümleri, korsanlardan rehine kurtarma sahnesi... ve daha niceleri ile. rengarenk. gerek insan ilişkilerine bakışı, gerekse olaylara eleştirel yaklaşımı ile abzürtlük ile sarmalanmış ama mizahın dozunu da mantıklı bir şekilde koymayı ihmal etmemiş muhteşem bir film.


    (pumuckl - 27 Ekim 2005 00:22)

  • comment image

    bill murray'in artık kenan ışık'a teklif edilecek rollerde oynayabileceğini bize gösteren filmdir.
    saçı, sakalı ve tipiyle kocamış bir murray görmek doktor peter venkman'ın hınzır tavırlarını hatırlayanlara yaşlanmışlık duygusunu yaşatsa da hala bu adamda iş olduğunu görmek insanı mutlu ediyor.
    sonlarına doğru, final kısmına gelindiğinde, olayları bağlama isteği artan anderson'un filmin iki ayağını bir pabuca sokması rahatsız edici olsa da o tuhaf royal tenenbaum havasını daha önce ciğerlerine çekenler için pek bir huzursuzluk kaynağı olmuyor..
    oyuncu seçimlerinin kalitesine dil uzatacak biri olamayacağına inandığım için ne oyuncu seçimine ne de seçilen oyuncuların performansı hakkında ağzımı açmayacağım; herifler ve bayanlar(kibar olmak lazım) bayağı bir iş çıkarmışlar ayrı ayrı. bu konuda illa bir eleştiri getirilecekse jeff goldblum'a doyurtmayan senaryo yazarına sallamak gerekir.
    izlenmesi her anderson filmi gibi çaba isteyen, renkli bir belgesel tadındaki bu filmi izlemek kafanızı rahatça boşaltır. boşalan yere ne koyacağınız ise size kalır.


    (seyuranto - 4 Şubat 2006 02:27)