The Fall (~ Düsüs) ' Filminin Konusu : Video klip ve reklamların usta yönetmeni Singh bu kez, sakat bir adam ile küçük bir kızın hastanede yaşadıkları olağandışı aşk hikâyesi ile karşımızda. Adam ve kız kendi aralarında, intikam peşindeki beş kahraman hakkında bir masal uydururlar: Maskeli bir kabadayı, Afrikalı kaçak bir köle, Hintli bir mistik, İtalyan bir anarşist ve bir doğabilimci, ıssız bir adaya sürgün edilmişlerdir. Düşüş, akıl almaz sahnelerin rengârenk canlandırma planlarıyla harmanlandığı son dönem filmler arasında, izleyiciyi görselliğiyle yakalayacak, akıllardan kolay silinmeyecek bir yapıt.
Samsara(2012)(8,5-28914)
Big Fish(2004)(8,0-426532)
Ying xiong(2002)(7,9-165521)
Wo hu cang long(2000)(7,8-249869)
The Fountain(2006)(7,3-217446)
Melancholia(2011)(7,2-165827)
The Cell(2000)(6,3-88493)
rüya gibi bir film... (bkz: tarsem singh)
(rast - 7 Nisan 2008 23:40)
lee pace'in döktürdüğü, 2 saatlik klip tadında harika bir yapım..
(hassan - 7 Nisan 2008 23:49)
--- spoiler ---şehrazat'ın ölmemek için anlattığı binbir gece masallarının aksine roy'un ölmek için anlattığı binbir gündüz masallarıyla harika bir iki saat geçirmenizi sağlayacak film. gerçekle masalın iç içe geçişi harika..--- spoiler ---
(the owl of minerva - 8 Nisan 2008 00:56)
başta the wizard of oz'a, tüm aksiyon filmlerine ve dublörlere saygı duruşunda bulunan başyapıt düzeyinde film. hayalgücünün, fedakarlığın ve içtenliğin, görsel görkemin hiç mi hiç altında ezilmeden, kah tebessüm ettirerek kah da salya sümük ağlatarak harmanlandığı gerçek bir sinema şöleni.
(uzunada1969 - 8 Nisan 2008 02:03)
david fincher ve spike jonze'un kefil olduğu bir düşüş filmi. dublörlük kurumuna da açık bir saygı duruşu var. çok güzel film ama. hatta festivalin yıldızı gibi duruyor. -- gerisi biraz spoiler içerebilir --öncelikle bu yapımın büyüklüğü karşısında aklımın çıktığını belirterek söze başlamak istiyorum efenim. dile kolay 26 ülkede çekilmiş film. üstelik bir saniyelik bir piramit sahnesi için mısır'a filan gitmişler yani. bu değirmenin suyu nereden geliyor arkadaşım ? nasıl bir yapım bu ? kim veriyor parasını ?.. bütün dünyayı bütün gizli yerlerin güzelliklerini set olarak kullanmışlar, takdir etmemek elde değil. film 1920 civarı los angeles'taki bir hastaneye düşmüş bir gençle omzunu kırmış küçük bir kızın sıradışı arkadaşlığını konu alıyor. genç adam kıza bir hikaye anlatmaya başlıyor ve anlattığı şey ilerledikçe kızla ortak hikayeleri oluyor. bu hikayede 5 kahraman ortak bir intikam amacıyla birleşiyor. tabi bu hikaye gerçek dünya ile yer yer paralellik gösteriyor.nasıl desem, film gerçekten o fiks tabirle "görsel şov" niteliğinde. bunlar nasıl planlar aklım almadı. çöller, okyanuslar, ormanlar, dağlar, şehirler, doğunun gizemli sarayları, ne ararsanız var. ve hiç tekrar yok. normalde uzun filme karşı olmama rağmen bir saniye bile canım sıkılmadı. öyle yerler var ki filmde, ki sanıyorum hepsi gerçek mekanlar, hayatımda ilk kez gördüm ve "ulan dünyada böyle yerler var mıymış ya.." şeklinde akıl çıkması yaşadım. dünyada ne kadar güzel yer varsa bir saniyeliğine bile olsa koymaya çalışmışlar filme. düşüş duygusal bir film. özellikle sonlara doğru. daha doğrusu finalden az öncesi (sonlara doğru, özellikle kızın salya sümük ağladığı sahnelerde biraz "hadi ağlayın bakalım" tadı yakalanmış) çok güzel bir sınır yakalamış, ama orada kalmamayı tercih etmiş. kızın kafasından ameliyat olduğu sahnede sedyede yatarken, adamın "bende mutlu son yok, git hemşire anlatsın" diyaloğu güzel bir özet olmuştu halbuki. ayrıca ufacık kızla "hayır mutsuz olacak benim hikayem bu sana ne!" diye inatlaşması da manidardı. kızın bir anda hikayeyi sevmediğini farketmesi de güzeldi, ama işte orada dursaydı keşke, zira gerisi biraz duygu sömürüsü olmuş. filme yakışmayan unsur ise bu şairane görselliğin yanında senaryonun güçsüz kalmış olması. hani fikir güzel, tuhaf arkadaşlık ve ortak bir hikaye, ama işte o hikaye de aşmış bir hikaye olsa efsane bir film çıkacaktı ortaya be kardeşim. insan azıcık daha uğraşır. içime sinmeyen bir diğer nokta da kızın ameliyat sahnesinin direk frida'daki gibi olmasıydı, hatta neredeyse birebir. ve gelelim küçük kıza. ben böyle bir şey görmedim. çocuk oyuncuların önemli yere sahip olduğu filmler arasında da sanırım gördüğüm en tatlı kızdı. o nasıl bir aksan, nasıl bir ingilizce, nasıl bir gülümseme... ingilizce bilmemesi de güzel bir detaydı. adamla şapelden aldığı ekmekler hakkında tartıştıkları sahnede (-ruhumu kurtarmak mı istiyorsun ? / -evet / -dediğimi anladın mı ? / -ne ? / -ruh nedir biliyor musun ? / -ne ?) gülmemek elde değil, bir de "parmaklarını çapraz yapma!" filan.. o kız ve oyunculuğu direk +1 puan katıyordu filme. ha bir de unutmadan, maymun da çok güzel oynuyordu bariz.anlamadığım bir nokta var. film 2006 yapımı. ve devasa bir yapım, paralar su gibi akmış, hiç bir masraftan kaçınılmamış. peki niye bu film hiç bir yerde yok iki yıldır ? vizyonu bırak, internette bile izine rastlamak çok zor. imdb'de bile daha düne kadar 250 oyu vardı. nasıl böyle oldu anlamadım, kim niye saklıyor bu filmi insanlıktan. yazık günah. şimdi kolaysa bul bakalım dvd'sini.işte kısaca böyle. tablo gibi bir film. kancası da ilginç, ama senaryosu biraz hafif kaçıyor. o da güçlü olsa gerçekten inanılmaz bir film çıkacakmış ortaya. çoktaan unutulmazlar arasındaki yerini alacaktı. gerçi gene de çok güzel bence, masalsı filmlerden hoşlananları zevkten çıldırtmak için yeterli. "we are a strange pair, aren't we?"
(rwn - 16 Nisan 2008 23:48)
kalbi kırık ve intihara meyilli genç bir dublörün küçük bir kıza anlattığı/uydurduğu hikayelerden oluşan görsel bir şölen. bir anda fantastik ve renkli bir dünyaya giriş yaparken, hemen ardından gerçek dünyaya döndürüyor. oyuncular çok başarılı, özellikle roy * ile alexandria rolündekiler... o bakış, gülüş, ağlayış ve rol yeteneğiyle ikisi de harikaydı. espriler de gayet dozunda. filmin en hoş yanı, muhteşem renkleri ve görkemli planlarıydı kanımca. küçük kız, adama iyilik yapıyorum derken neye sebep olduğunu bilmese de elinden geleni yaptı. sonrası roy'un vicdanına kalmış. dublörlere saygı duruşu ve charlie chaplin filmlerine göndermeler de ilginçti. kısa bir dünya turu sayılabilecek, hiçbir masraftan kaçınılmamış film, tam arşivlik. genç bir adamla küçük bir kızın arkadaşlığını, fantastik hikayelerle şahane harmanlayan bir seyirlik. tuhaf ama sevimli bir çift olmuşlar. dört gözle bekliyoruz dvd'sini.
(kacin kurbagasi - 22 Nisan 2008 18:37)
salvador dali tablolarında geçen fantastik film.edit:torrent'i olmayan film.
(cutthroat standards black pop - 5 Haziran 2008 18:28)
david fincher ve spike jonze filmi izledikten sonra ‘’tarkovski, oz büyücüsünü çekseydi, böyle bir şey olurdu’’demişler. ve sanırım sonrasında da film daha geniş kitlelere yayılsın diye ‘’david fincher ve spike jonze sunar’’ diye ekleyivermişler filmin başına. tarsem singh’e bir faydası olacak olsaydı ve isteseydi, ben de yedi sülalemin adını verirdim, filmin başına, kıçına, bir yerine eklesin diye.film yaklaşık 4 yılda toplam 23 ülkede çekilmiş. bu ülkelerin hemen hepsi, tarsem singh’in reklam ve film yönetmek için gittiği ülkeler. filmi izleyenler zaten adamın ne kadar takıntılı ve titiz olduğunu anlar. çünkü bu deli adam, yeri gelmiş tek kare için bir ülkeye gitmiş. ama gelin görün ki, 2006 yılında çekimleri biten filmin post prodüksiyonu bitmek bilmemiş. tabi çekimlerde böyle kasan adam montajdan mı kaçacak. düzelttikçe düzeltmiştir. içimden bir his, onunla çalışanların delirdiğini söylüyor. ama onlar iki çift lafım var. şöyle bir sakinleşin, arkanıza yaslanın ve şu filmi dışarıdan biri gibi izleyin. o zaman aşk neymiş, tutku neymiş, sinema nelere kadirmiş görecek ve iyi ki delirmişim, balataları yaktım ama olsun, şu an belki sümüğümü yiyorum ama değer diyeceksiniz. filmin derdi büyük, yükü ağır, işi çok. hayal kuruyor, boru mu? hem de öyle böyle hayaller değil bunlar, çöllerden geçiyor, tapınaklardan kaçıyor, adalarda hapsoluyor. hiç üşenmeden hepsini bir bir çekiyor. hadi bakalım, şimdi de sen bir hayal kur, ama bak ben eşiği yükselttim diyor.bir de içine öyle oyuncular koyuyor ki, canın acıyor onlar ağlayınca. gülünce, böyle sokak çalgıcılarının maskotu, çığırtkan velet gibi bağıra bağıra şarkı söyleyesin, göbek atasın geliyor. alexandria var mesela, catinca untaru diye bir yaratık oynuyor bu karakteri. yaratık diyorum çünkü bu kızımız, film çekilirken dokuz yaşında olmasına rağmen beş yaşındaki bir kızı canlandırıyor ama ne canlandırma. bildiğin alexandria diye biri olmuş yeryüzünde. hastanede yatarken öğrendiği ingilizcesiyle ‘’ay yazık, çocuk gerçekten film sırasında öğrenmiş bu dili’’ dedirtiyor. oysa kendileri üç yaşındayken ‘’ben tiyatro oyuncusu olmak istiyorum, insanlar da gelip bana çiçek versinler’’ demiş. o yaşta kariyerini planlamış ve romanya’nın ilk uluslar arası yapımda oynayan çocuğu olmuş. bu arada ingilizce derslerini de ihmal etmeyip, birçok aksanda ingilizce konuşur olmuş. lee pace için bir şey söylemeye gerek yok. ilk öptüğü kızı seven bir turta ustasına ne denir ki? onu alma beni al denilebilir mesela. öhü öhü, pardon konumuz adamın oyunculuğuydu. roy karakteriyle, ‘’dakika bir kalp kırıklığı bir’’ durumu içinde. bir şarkı söylese sanki ‘’allahım bu dünyaya ben niye geldim’’ ilk aklına gelen şarkı olacak. hadi gerçek hayatta kırıldın roy, bari hayallerinde dağıt ortalığı, hep kazan hep mutlu ol diyesi geliyor insanın. ama işte insan bir kere acının tadını alınca, anneanne böreği yemiş gibi başkasını beğenmiyor. film boyunca bir hastane odasında, roy anlatıyor, alexandria dinliyor. hep susmuyor ama bizim kız, beğenmeyince değiştir diyor. ara verince kızıyor. zorluyor, masalda kendine bir rol kapıyor. en etkili anlardan biri de yönetmenin, bile isteye frida’danın ameliyat sahnesini birebir çektiği bölüm. insan boğazında kocaman bir düğüm varken gülebilirmiş, bunu da öğrendik the fall sayesinde. biraz abartarak anlatmış olabilirim. ama bazen bir film öyle bir anda çıkıyor ki karşınıza, sanki o an sadece ona ihtiyacınız varmış hissi uyandırıyor. benim için öyle de bir anlamı oldu bu filmin.kylie minogue, where the wild roses grow şarkısında nick cave ile o muhteşem düeti yaptığında ‘keşke bu kadın bu şarkıdan sonra müziği bıraksaydı’’demiştim. muhteşem bir işti, sonrasında yakınından bile geçmeyen işler yaptı, bu şarkıdaki büyüsü de bitti gitti. eğer ki the fall’dan sonra geriye gidecekse tarsem signh, bıraksın, yapmasın. böyle dağınık kalsın.
(pul - 21 Eylül 2008 20:15)
ilk kez 2006 toronto international film festival'da gösterilmiş, 2008'de david fincher ve spike jonze desteğini almıştır. daha ilk saniyelerinden* itibaren "aha galiba farklı bir şey izleyeceğim" dedirtmeyi başaran, koltukta insanı şöyle bir doğrultup iki tokat atan filmdir ayrıca. sen diğerlerine sinema mı diyorsun al sana al sana yapıyor 117 dakika boyunca. bir pazar günü tesadüfen dvdciye gitmesek izleyemeyeceğimiz, burada asla vizyona girmeyecek türden bir baş yapıt. dvdci abi dedi ki:- abla 15 tane film aldın ama önce bunu izle.- neden?- bilmiyorum abla bunu izle bi acaip film bu. anlatamıyorum ama bunu izle.heh öyle pek anlatılmayan yaşanan cinsinden. siddetle tavsiye.
(aburcubur - 22 Eylül 2008 16:31)
çekildiği yerlerin arasında ayasofya da var.dikkatli izleyiciler kaçırmamıştır umarım.
(ben eskiden kucuktum - 27 Eylül 2008 21:31)
--- spoiler ---artık sinema'nın sanat mı değil mi tartışmalarının sonu gelmeli. the cell'de fazlasıyla kafayı kırmış olduğu belli olan tarsem'in yeni işi the fall. bu film, eğer hala şüphesi olanlar varsa, sinema'nın şu anda varolan tüm sanat türleri arasında en önemlisi olduğunun bir kanıtı. hala sinema sanat mıdır değil midir diye kafayı bu tür alter düşüncelerle bulandıranlar için, the fall sinemanın sanat olduğunun bir kanıtı olması bir yana, diğer sanat türleri arasında günümüzde en şahanesi olduğunun da bir göstergesidir. filmin ne kadar muhteşem bir görsellik içerdiği, ne denli özenle çekildiği, catinca untaru'nun ne kadar şahane olduğundan bahsetmeyeceğim. burada yine çok sembolik bir filmle karşı karşıyayız. buradaki sembolizm the fountain'daki kadar her saniyeye yayılı bir sembolizm değil. efsanelere, masallara ve masalların aslında gerçeklikle arasında ne kadar ince bir sınır olduğuna dair bir sembolizm burada söz konusu olan. aslında filmin alt metni, gerçek hayatta gördüğümüz şeylerin bir çocuk zihninden bakıldığında ne kadar masalsı olabileceğine dair. özellikle çocuğun ilaçları almaya çalışırken düşmesinden sonra olan her sahne tam bir sembolizm fırtınası. ama masalların gerçekten yaşanmış olabileceğine dair imayı ilk kez tarsem yapmadı elbette. bu imayı en güzel biçimde anlatan ve yaşatan jorge luis borges isimli insandır. the fall, her ne kadar görüntüleriyle ve renklerin çok yoğun oluşuyla bize salvador dali tablolarını çağrıştırsa da, aslında filmin özünü besleyen düşünce, büyülü gerçeklik ya da gerçeğin masalsılığı tamamen borges'in mirası. borges hikayelerini bir gün filme çekmeye kalkışacaklarsa bunu tarsem'den başkasına yaptırmamaları benim kişisel vasiyetimde yerini alacaktır bundan sonra. filmde yer alan bazı şeylerin açılımını da yapalım;-roy alexandria'ya hikayeyi ilk kez anlatırken hintliden bahsederken ''indian'' diyerek kendisini anlatıyor. ancak burada kastedilen indian hintli değil kızılderili. bu kızılderili'de daha sonra filmin sonunda hep beraber izledikleri siyah beyaz filmde ortaya çıkıyor. o siyah beyaz filmde bir hintli yok. bir kızılderili var. ancak ufaklık ''indian'' kelimesini kendi geldiği yere yoruyor ve bunu hintli olarak algılıyor. aslında gördüğümüz masal her ne kadar roy'un ağzından anlatılıyor olsa da alexandria'nın masalı çünkü o'nun gözleriyle bu masalı seyrediyoruz. hatta roy hintlinin karısına squaw diyor. bu kelime de kızılderili lisanında kadın demek.-darwin ile wallace ilişkisi çok şahane. alfred wallace diye genç bir çocuk darwin senelerdir süren araştırmasını bir türlü sonuca bağlayamazken darwin'e bir makalesini yolluyor ve darwin'de şimşekler çakıyor. böylece evrim teorisi ortaya çıkıyor. seneler boyunca bilim dünyasında darwin'in wallace'dan fikirlerini aşırdığı söylenir durur. filmde de wallace darwin'in maymunu ve wallace darwin'e sürekli bişiyler söyleyip duruyor. darwin de maymunu diğerlerinden gizleyerek ondan fikirlerini çaldığını gizliyor. bariz biçimde darwin aslında wallace'tan aldı bu evrim olayını diyor film. üstelik de darwin'in en iyi arkadaşını bir maymun yaparak. - filmde sürekli görülen kelebek figürü, yeniden doğuşun sembolü. film de aslında roy'un bir masal ve çocuk üzerinden yeniden doğumunu anlatıyor. -filmde eski köle olan otto benga'nın ölüm şekli ok yatağı üzerinde gerçekleşiyor. benga sırtından o kadar çok sayıda okla vuruluyor ki sonunda geriye düşünce o okların üzerinde kalakalıyor. bu imge de mahabharata'daki bhishma adlı karakterin ölümüyle birebir aynı. http://commons.wikimedia.org/…_death_of_bhishma.jpg-aynı şekilde mahabharata'da krishna da ayağından bir okla öldürülüyor. tıpkı patlayıcı uzmanı luigi'nin ölümü gibi.-dünyanın en güzel kadınıyla evli olan hintli'nin karısının odious tarafından kaçırılması da yine bir hint tarihi hikayesine dayanıyor; rani padmini'ye. http://en.wikipedia.org/wiki/rani_padmini-alexandria'nın ayağını masaya vurup kahveyi dökmesi ise filmin dönüm noktalarından birisi. o anda roy ufaklıktan ilaçları getirmesini istemeyi aklına getiriyor. o anda masumiyet biraz sarsılıyor. zaten masalda da kan, gerçekteki kahve olarak metaforlaştırılıyor. -filmde yine diğer her sembolik filmde olduğu gibi bir ağaç metaforu var. mistik, o ağacın içinden çıkıp geliyor. yine tree of life diyebiliriz bu ağaca da. zaten her mitolojide karşımızda bir ağaç.-aslında filmin adı, filmin ana metaforunu da belli ediyor. düşüş, nerdeyse tüm varoluşumuzun mitlerinde ortaya çıkan bir şey. ademle havva'nın düşüşünden başlıyor olaylar. zaten filmde de alexandria ilaçları çalarak günaha bulaşıyor ve yine ilaçları almaya çalışırken ''düşüyor''. şairler her zaman söylemişlerdir; hepimiz düşüyoruz.. diye. bu düşüş, bir nevi erdemin, doğruluğun olduğu yerden başlayan bir düşüş. alexandria gibi masum bir çocuk bile, günaha düşüyor. masumiyetin bitmesi kaçınılmaz ve sonunda da büyük bir suçlulukla bu düşüş ya hayat boyu yayılan bir pişmanlığa ve sonunda da bir intiharla taçlanıyor. aslında hepimiz ''düşüyoruz''. ama farkında değiliz. -filmin afişindeki maskenin elbette ki salvador dali'nin il volto di mae west'i ile bağlantısı var. filmin afişi de zaten bu dali eserinin bir etkileşiminden farksız. http://en.easyart.com/…mae-west,-1934-35-83809.html-bu filmde de portakal'ın ayrı bir yeri var..alexandria'nın sürekli bir rahibin kafasına portakal fırlatmasını o rahibin birazdan öleceğine yorabilirdik godfather serisinden aşina olduğu üzre. ama ölmedi rahip. -filmin kurgulanış biçimiyle yani hikayenin gerçekle paralel seyretmesi numarasını en son pan'ın labirenti'nde de izlemiştik ancak the fall bu konuda del toro'nun filminden çok daha ilerde. filmin bence en üzerinde durulması gereken yeri, son 15 dakikasındaki görüntü sağanağı. tüm hikayenin karmaşası içinde herşey bilinçaltında kendi kendisine yerini bulmaya başlıyor. filmin başında görülen sudan çıkarılan ölü at, o telaş o insanlar ve film neden siyah beyaz başlıyor çok daha iyi anlıyorsunuz. ve o anda bunu anladığınız anda siz de düşüyorsunuz. --- spoiler ---filmle ilgili bilgiler imdb'den alıntılanmıştır.
(madeath - 26 Kasım 2008 15:34)
diyorum ki bu film diğer yönetmenlere küfür eder gibi hazırlanmış.. ama aslında sinema sanatına çok büyük bir saygı duruşuna sahip.. filmin başlarında alexandria bir kapının arkasında duruyor.. kapının anahtar deliğinden güneş ışığı süzülüp içerideki duvara vuruyor.. sonra kapının dışında, dışarıda, bir at güneş'in önüne geçiyor.. ve atın görüntüsü içerideki duvarda ters olarak yansıyor.. işte fotoğraf makinasının en temel çalışma prensibi.. sinemanın başlangıç noktası sayılabilecek bu temel fizik yasası filmde böyle işleniyor.. ayakta alkışlıyorum..
(koparnick - 4 Aralık 2008 01:14)
117 dakikalık harikulade fotoğraf sergisi.bu da yaklaşık olarak 25 fps'den 175.500 tane fotoğrafa hızlıca baktığımız anlamına gelir. renkler, kontrast, uyum ve görsellik, national geographic dergilerinin fotoğraflarını aratmayacak kadar güzel. uzun zamandır dinlenmemiş masal kadar huzurlu. çok geç buldum filmi, download özürlü oluşum nedeniyle blue-ray rip versiyonunu ancak indirdim. bir kasım öğleden sonrasıydı. hava yağmurlu, yıllardan 2007 idi. kaliteli olsun, tek bir pikselin hakkını vereyim diye bekledim. yıllar değişti, 2008'in tamamı bu filmi beklemekle geçti. son bir hafta bilgisayarı kapatmadım ve dün akşam eve geldiğimde inmişti; şerefsiz gibi bir de upload ediyordu. geri almasınlar diye ethernet kablosunu kestim. o benim kıymetlimdi.izlemeyen varsa ve bu sene içinde izlemek istiyorsa, hemen downloada başlasın. aylardan daha şubat. 11 ay var 2010'a. tek bir karesinden pişman olmayacaksınız.
(mies - 4 Şubat 2009 12:01)
bir filmde gördüğüm en güzel maymun ölme sahnesine sahip olan film ..
(rwn - 23 Mart 2009 03:05)
yeryuzundeki en harika yaratıkların neden cocuklar oldugunu bir kez daha hatırlatan masal gibi enfes film.buyuklerin dunyasının kırık duslerle bezenmis karanlıgını bir cocugun kendi dunyasının umut yuklu guzellikleriyle aydınlatmasının hikayesi..--- spoiler ----( dunyanın en bi seker cocugu)dont kill him.-(esas adam)there is no happy endings with me..-dont kill him.-he has nothing..-he has his daughter.-he is not her father..-but she loves him...--- spoiler ---
(tuzbuzz - 27 Ekim 2010 22:45)
çekimlerinin dört yıl sürdüğünü, 28 farklı ülke gezildiğini ve ayrıca hiçbir sahnesinde özel efekt kullanılmadığını, tamamen doğal ortamlardan yararlanıldığını öğrenince saygımın ikiye katlandığı film.
(tahrik olmusken objektif olamam - 21 Temmuz 2012 00:55)
tarsem'de nasıl bir kafa var ki böylesine bir film çekebiliyor arkadaş. yani neresinden bakarsak, neresini incelesek tek kötü söz söyleyemiyoruz filme. senaryo, kurgu, göndermeler, metaforlar, dramatik yapı, oyunculuk, sinematografi, renkler, vırt, zırt... hepsi tavan... müthiş bir zeka gerçekten.--- spoiler ---bir hikaye anlatılıyor, bir çocuksa onu düşlüyor. sen de açıp izliyorsun. o düşün içine giriyorsun.--- spoiler ---bir de yazılmış mı bilemiyorum ama yazmadan geçemeyeceğim:--- spoiler ---darwin'in maymunu wallace öldüğünde "her şeyi senden öğrendiğimi herkese anlatacağım" demesi, yapılan evrim göndermesi çok çok güzeldi. --- spoiler ---
(delicewatt - 21 Ekim 2012 00:42)
- neden herkesi öldürüyorsun? (alexandria, ağlayarak)+ çünkü bu benim hikayem.- benim de!şimdi bana bir insanoğlu çıksın ve tanrıya bunları söylemek istemediğini söylesin. beni inandırsın.sen hayatımın filmisin the fall.
(kamera motor - 22 Mayıs 2013 22:44)
oryantalist bir film.filmde charles darwin bir karikatür olmaktan öteye gidemez: maymun, sahicilik, bilimsel kariyer vb. görsel dertleri olan bir filmdir the fall. her şey “görselliğin gücü adına”dır burada; dolayısıyla darwin de, filmin henüz başında fanteziye hapsolan büyük iskender de şatafatlı görselliğin renkli bahçesinde geri planda kalmaktadır. darwin bir karakter, ama önünde sonunda bir figür olarak konumlanmaktadır ve film bir hintli yönetmenin elinden çıkmıştır. doğu kökenli tarsem singh, batı aydınlanmasının nadide fügürlerinden biri konumunda bulunan darwin’i gerici sinemasal metotlarıyla (ideoloji de diyebilirdik aslında) alaşağı etmeye çalışır. “darwin olmanın” komedisi.(parantez içinde söylüyorum: tarsem singh’in kamerası mevlevi dergahı’na da uğrar kaşla göz arasında. ron fricke’nin 1992’de çektiği baraka adlı belgeseli anımsattı bana. evet, hepsi “görselliği kurtarmak için”, her şey egzotik olma adına. ah, şu oryantalizm!)
(hanging rock - 29 Ağustos 2013 22:49)
dizisi olacak şeyden bahsedicem.yayında, yapımda emeği geçen herkesin götüne koyiim ben. 6 yaşımdan beri dizi izlerim, dunkof'un dilek'e sulandığı sahneler hariç böyle gerildiğimi hatırlamıyorum. niye böyle oldu anlamadım lan, dil altı ilacıyla izliyorum diziyi yemin ederim. 2. sezon 3. bölüme geldim, bitse de kurtulsam allahın belasından.
(lalalanoluyola - 23 Aralık 2014 13:29)
Yorum Kaynak Link : the fall