The Queen (~ La reine) ' Filminin Konusu : The Queen is a movie starring Jim Dine, Jack Doroshow, and Bruce Jay Friedman. Jack is 24, sometimes he's a drag queen named Sabrina. In 1967, as Sabrina, he's the mistress of ceremonies at a national drag queen contest in New York...
Pose(2018)(8,5-10231)
RuPaul's Drag Race(2009)(8,4-10944)
The Trixie & Katya Show(2017)(8,2-653)
Paris Is Burning(1991)(8,1-8171)
Outrageous!(1977)(7,9-856)
The Celluloid Closet(1996)(7,8-5722)
Drag Race: Untucked!(2010)(7,7-1734)
Plata quemada(2000)(7,2-5771)
Strike a Pose(2016)(7,2-1334)
The Death and Life of Marsha P. Johnson(2017)(7,1-998)
stephen frears'ın yönettiği ve başrol oyuncusu helen mirren'a bu yılki venedik film festivali'nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandıran film. bunu takiben gelecek olan oscar adaylığı ise sanırım hiç kimseyi şaşırtmayacak. (dün gece tanışma şerefine nail olduğum helen mirren'a, oscar adaylığı ile ilgili bu dileğimi şahsen ilettiğim zaman nazikçe gülümsedi ve "we'll see" diye yanıt verdi.) filmin konusuna gelirsek; lady di'nin ani ölümünün ardından kraliyet ailesinin yaşadığı şok ve devamında gelen zor zamanlar ele alınıyor. lady di'nin cenazesinin fransa'dan ingiltere'ye getirilmesinden tutun da, cenaze töreninin formatına ve neredeyse tüm dünyada yas nedeniyle bayraklar yarıya inerken, sarayda bir türlü yarıya indirilmeyen bayrak krizine dek bir sürü nedenden ötürü kraliyet ailesi gergin günler geçiriyor. ve belki de hepsinden önemlisi, ingiliz halkı da prenseslerini kaybetmelerinin acısını, kraliyet ailesine nefret kusarak çıkarıyor ve işte tam bu noktada başbakan tony blair devreye giriyor ve kraliçe ile yaptığı görüşmeler sonucunda gerginliği azaltarak, olayların bir şekilde tatlıya bağlanmasına ön ayak oluyor.filmi henüz seyretmedim ama senaryosunun tamamını okudum. son derece güçlü bir film olduğu çok açık ve aynı zamanda beraberinde bir çok tartışmayı da gündeme getireceği kesin. örneğin senaryoda prens charles, son derece korkak ve pasif bir karakter olarak ele alınıyor. kraliyet ailesinin prenses diana'ya karşı tutumları ve aile içinde geçen konuşmalar da, ingiliz halkının kızgınlığını haklı çıkaracak ölçüde ancak kraliçe 2. elizabeth karakteri son derece derin ve içten bir şekilde yansıtılıyor ve eminim "dame" helen mirren gibi bir oyuncunun bu karakteri hayata geçirmesini seyretmek, tüm sinemaseverler için keyifli bir deneyim olacak.
(arsonist - 18 Eylül 2006 18:08)
helen mirren'in döneminin en iyi aktrislerinden biri olduğunu bir kez daha sergilediği film. bir insandan ziyade ikon olarak öne çıkan kraliçe figürü, kanlı canlı izleyicilerin karşısında. seyrederken omuzlarım ağırlaştı kadının yükünden. "yaşasın kraliçe elizabeth" diye naralar atacak derecede sempati duymuş değilim ama empati- işte o kuruldu tarafımdan sıkça. gayet yıpratıcı olabilecek bir görevi doğuştan, seçme şansı olmadan yüklenmek durumunda kalmış bir insanın portesini, senaryonun kendine verdiği imkanları sonuna kadar kullanarak hipnotize edici bir şekilde sergiliyor mirren. aynada kendine bir bakışı, izleyiciyle kurulmuş telepatik bir bağa dönüşüyor. geçtiğimiz senenin hafif siklet mrs. henderson presents'inden sonra stephen frears için de sağlam bir dönüş "the queen". kısa bir süre akışı sarksa da, türlü iç ve dış çatışmaların başarılı anlatımı ve oyuncularının gücü, dikkati her daim koruyor. ödül döneminin kuvvetli atlarından biri haline gelmesi boşuna olmayacak.
(amphibian - 1 Kasım 2006 11:10)
yönetmeni stephen frears, senaryo yazarı peter morgan ve başrol oyuncusu helen mirren'in hanelerine kocaman bir a+ olarak geçen film.--- spoiler ---özellikle bir sahneye takılıp kaldım. filmin sonlarına doğru kraliçe, tek başına dört çeker aracına atlayıp gidiyor kocaman arazisinde. tam bir nehirden geçerken araç bozuluyor ıssızlığın ortasında. cep telefonunu çıkarıp (tıpkı annelerin cep telefonu kullandığı şekilde) yardım istiyor. sonra orada bir kayanın üzerine oturup beklemeye başlıyor. filmin en başından beri kraliçenin kendisiyle başbaşa kaldığı tek an bu. sonuçta o da bir insan ve doğal olarak tüm yaşananlardan sonra o da başlıyor ağlamaya. kimsenin kraliçeyi ağlarken göremeyeceği bir yerde ağlıyor. işte tam bu sırada bir geyik görüyor yakınında. o kadar güzel bir erkek geyik ki bu, insan doğanın ortasında ihtişamla duran bu hayvanın güzelliğinden gözlerini alamıyor. kraliçeye, normalde insanlara yaklaşmadığı kadar bir yakınlıkta duruyor bu geyik. derken kraliçe, bir kraliyet geleneği olarak av partisine çıkmış prens charles ve oğullarının seslerini duyuyor, köpeklerin seslerini duyuyor ve geyiğe "kışt" diyor: "git, yoksa seni vuracaklar" ve geyik göz açıp kapayıncaya kadar kayboluyor. gerçekten orada mıydı, yoksa hayal mi, o an için bilmiyoruz. sonra öğreniyoruz ki, kraliçenin arazisinden komşu araziye geçen bir geyik, avlanan yabancı misafirler tarafından vurulmuş. kraliçe gidiyor komşu malikaneye ve vurulan geyiği görmek istiyor. ve evet, vurulan geyik, kraliçenin gördüğü o muhteşem hayvanın ta kendisi. geyiğin kafası kesik bedenini okşuyor kraliçe ve buradan ayrıldıktan sonra da kraliyet ailesi olarak londra'ya gidip, diana'ya son görevlerini yerine getiriyorlar. mitolojideki av tanrıçası diana, bilindiği üzere geyik ile tasvir edilmiştir. filmdeki geyiğin göz kamaştıran güzelliği, kuşkusuz lady di'nin tüm dünya insanları üzerindeki o tarif edilmez etkisini temsil ediyor. geyiğin kraliyet arazisinden çıkıp başka arazilerde, yabancı konuklar tarafından vurulup öldürülmesi de, paparazziler tarafından ölümüne sebebiyet verilen di'nin ölümüne oldukça paralel. kraliçe, londra'daki cenazeye gidip gitmeme kararını işte tam bu noktada alıyor, vurulan geyiğin ölü bedenini ziyaret ettiği anda. filmdeki geyiğin bir erkek geyik olduğu (ing. stag) bir kaç sahnede vurgulanıyor. wikipedia sağolsun, mitolojideki diana ve erkek geyik bağlantısı da bir hayli ilginç. acteon (ya da actaeon) isimli bir prens, av tanrıçası diana'yı nehirde çıplak yıkanırken görüyor. buna sinirlenen diana, acteon'u bir erkek geyiğe dönüştürüyor ve kendi av köpeklerini de geyiği öldürmeleri için üzerine salıyor. diana'nın nehirde çıplakken görülmesi, yani mahrem alanına girilmesi de lady di'nin prens charles'dan boşandıktan sonra 7/24 medyada gözaltında olması ve mahrem alanına girilmesi ile örtüşmekte. sinirlenen diana'nın prensi erkek geyiğe çevirmesi de, magazin basınının yani modern zaman acteonlarının cezalandırılması olabilir pekala.--- spoiler ---imkanınız varsa, bu film ile yakın tarihlerde, mini dizi elizabeth i'i de bir yerlerden edinip izleyin ve daha geçen sene queen elizabeth i rolüyle emmy kazanan helen mirren'ın, bu sene de hm queen elizabeth ii rolünde nasıl usta işi bir performans çıkardığına şahit olun. "yaşasın monarşi" dedirtiyor bu kadın bana.edit: imkanınız varsa seyredin demiştik, alın size imkan. elizabeth i mini dizisi aralık ayında cnbc-e'de yayınlanıyormuş. eyo eyo...
(arsonist - 7 Kasım 2006 20:09)
bu filmde benim ilgimi en çok blair'in sıradan bi adam gösterilmesi çekti. hakkaten de evi o kadarcık mı?televizyondan ülke gündemini takip ederken karısı mutfak önlüğüyle "yemek hazır, hadi gel" diye çağırıp adamı zorla masaya mı oturtuyor. hakikaten de beyin takımıyla 10 m2 büyüklükte tıkış tıkış kalabalık, üstelik eşşek kadar ve çirkin bi su sebilinin olduğu bir ofiste mi toplanıyor. ya da ne biliiim tükenmez kalemle mi yazı yazıyor. karısıyla sarayın merdivenlerinde kraliçeyi çekiştirme cesaretini nerden buluyor, yahu güvenlik kamerası filan olur, korkmuyor mu. neredeyse blair'i kendi halinde, ne karışanı görüşeni ne de pek sorumluluğu olan; ne yapıyorsa hobi niyetine ya da iyilik olsun diye yapan bi ev babası gibi göstermişler, tek bulaşık yıkarken ya da çöp dökerken görmediğimiz kalmış. ne diiim, eğlendim.
(indiegirl - 25 Ocak 2007 01:17)
beklentilerimi fazlasıyla karşılayan bir filmdi diyebilirim. ama bu enrty'mi film şöyle güzeldi, yok aktris oscar'ı böyle güzel haketti gibi eleştirilerden çok, film içinde yakaladığım bir goof'u siz okuyucuarla paylaşmak için yazmaktayım efendim.--- tam spoiler sayılmaz ama yine de uyarımızı koyalım ---şimdi prens charles lady di'nin naaşını fransa'daki hastanede gördükten sonra tony blair'i cepten arıyor ya, hah, tony blair makam aracının arka koltuğunda trafikte seyrederken arkada görünen arabalara dikkat edin bi. yıl 1997 ve arkada 2007 model bir mercedes s320 ve yine 2007 model bir suzuki vitara jeep görülüyor*. yine tony blair'in konuştuğu cep telefonu bir nokia 6210, ki bu model 2000-01 gibi piyasaya çıktı gibi hatırlıyorum.--- spoiler ---
(motorla odun kesilir - 4 Mart 2007 23:41)
--- spoiler ---stephen frears'ın kraliçesini aklama projesi. bu film sayesinde prenses diana'nın ölümünden saray'ın sorumlu olabileceği olasılığı akıllardan silinecek, tarih kraliçe'yi sadece diana'nın ölümüne yeterince ilgi gösterememiş bir ev hanımı, büyükanne olarak kaydedecek; insanlar da öyle bilecekler. ciğerlerini bilmesek ingilizlerin/saray'ın biz de kanardık filmdeki geyik alegorisine.--- spoiler ---
(psykhe - 2 Nisan 2007 12:05)
vakti zamanında gandhi filmindeki oyunculuğuyla ilgili ben kingsley için "he is more gandhiesque than gandhi himself" diye bir yorum okumuştum, helen mirren da kraliçeden çok daha kraliçeydi. gece 3'te seyrettiğimden kelli bir ara uyukladığım film, bbc prime seyrediyorum sanrısıyla kanal değiştirmeye çabalatacak kadar ingiliz. gelelim karakterlere: charles'ı pısırık olarak göstermeleri bence haksızlık olmuş. adam sevmeden zorla evlendiği ve uğruna sevgilisini bırakmak zorunda kaldığı saftirik anaokulu öğretmeninden 2 çocuk sahibi olmuş, onları yetiştirmiş, öyle ya da böyle medyadan korumuş. hatta öyle korumuş ki kendini ve ailesini detaylı anlatan filmde, bırak görüntülerini 1-2 referans hariç çocukların adı bile geçmiyor. bir gün kralı olacağı halkın gözünde hep karısından daha az popüler olmuş, hep ikinci plana düşmüş. diana gibi hush puppy bakışlı bir rakibin karşısında çok da fazla şansı yoktu zaten. artık bir noktada "aa yerim lan başkalarını" diyebilmeyi başarması ve de yılların metresini hem annesine/saraya hem halka kabul ettirmesi bile aferini hakediyor. charles pısırıktan ziyade frustrated, kinayeli konuşan ve kararlı bir tip gibi gelmiştir hep bana. prens philip'e ise şaşırdım. sonuçta bbc'de yayınlanan portrelerde anlatıldığı kadarıyla, kendisi soylu falan olmadığı halde genç elisabeth beğendi diye iç güveysi alınan, eli yüzü düzgün bir denizci. o kendini beğenmiş "off bu şımarık diana yine naaptı" tavırları, annelerini trajik bir biçimde kaybetmiş çocukları sabah akşam ava götürmesi ve de kraliçeye başbakanla konuşurken çayı soğudu diye öfkelenmesi gayet iticiydi. bu arada kraliyet ailesinin birileri onları telefonla update etmedikçe, olayları tv'den takip ettiğini de öğrendik. hafazanallah, ya kazara fox falan seyretseler?? saldım çayıra mevlam kayıra olayının suyu çıkmış. 71 yaşındaki ingiltere kraliçesi, tek başına kırda bayırda eski bir ciple takılıyor ve telefonla arabam bozuk diye aramasa ya da telefonu bozulsa falan yanmış yani. tamam özel hayat falan filan da koca götlü korumaların bilmem kaç km ötede klübede okey çevirip kraliçe belki arar diye bekleyeceklerine, uzaktan bir surveillance olayına girmiyor olmaları da inandırıcı değil yani. blair ailesi ise bildiğin keeping up appearances ile yes prime minister karışımıymış meğer. cadı, vıdı vıdıcı, yol yordam bilmeyen varoş kadın ile heyecanlı, annesiyle ilgili çözemediği sorunlar olan, arkadaş yardımıyla halk önünde takılan, hafif clumsy, sevimli ama yeri geldiğinde kalbinin sesini dinleyen, kitleleri sürükleyebilen adam. yani şimdi bu film için kurgu diyemeyiz, karakterler gerçek, olaylar gerçek, görüntüler gerçek. ama belgesel diyemeyeceğimiz de ortada. ne diyeceğimi de bilemedim doğrusu * . sanırım oyuncuları süper, diyalogları hoş ancak genel olarak vasat konulu bir film demek geliyor içimden.
(oceanus - 2 Nisan 2008 11:49)
helen mirren'ın olağanüstü oyunculuğuyla taçlandırdığı bir film. uzun zamandır bilgisayarımda olmasına rağmen "ne kadar iyi olabilirki ya boşversene..." diye düşünerek izlemeyi epey ertelemiştim. fakat beklentilerimin oldukça üzerindeydi. monarşinin yavaş yavaş şekil değiştirmesi, modernleşmek durumunda bırakılması ve kraliçenin de nihayetinde bir insan olduğu çok iyi yansıtılmış. kraliçenin danışmanının blair'ın kraliçeye verdiği tavsiyenin ardından blair'ı arayıp ona, "o, olan biten her şeyin tanrı'nın dileği olduğuna inanacak şekilde yetiştirildi..." diyerek kraliçeyi savunması, yönetme erkini tanrı'dan alan ve yalnızca ona hesap vermekle yükümlü olan monarşilerin, yönetme erkini halktan alan ve gerekirse onun isteklerine uygun olarak "yalakalık" yapma esnekliğine sahip cumhuriyetlerle kıyaslandıklarında ne kadar hantal kaldıklarını açıklar nitelikte. filmde gösterildiği üzere eski yollar veya eski gelenekler gerekli esnekliği sağlayamıyor. kuklalaştırılmış ve güçten mahrum edilmiş monarşiye sadece tavsiyelere uymak düşüyor. özellikle hükümetin tutumu ve kraliçenin tutumu arasındaki farklılıklar ve bu farklılıkların arkasında yatanlar çok dikkat çekiciydi. kraliçenin ve kutsal meryem'in yüksek izinleriyle bir entrymi daha burada sonlandırıyorum sayın sözlükçüler. tanrı sizleri korusun. tanrı kraliçeyi korusun.
(ara - 21 Haziran 2008 13:08)
born this way albümünden harika bir lady gaga şarkısı. özellikle "starry night.." diye başlayan kısım ve sonrası ile finaldeki gitar solosu muhteşem.
(icdeddpeople - 26 Haziran 2011 13:59)
the king’s speech’i izlemiş olanlar için şu bilgiyi paylaşmak isterim: kraliçenin annesi olarak gördüğünüz ya da göreceğiniz asabi kadın king’s speech’teki prensin (yine iskoçluğu ve inatçılığı vurgulanan) eşi, york düşesi oluyor: elizabeth bowes-lyonbraveheart’ı izlemiş olanlar için de şu bilgiyi paylaşmak isterim: kraliçenin annesi (ve dolayısıyla kraliçenin kendisi) braveheart’taki robert the bruce’un soyundan gelmektedir. hani cüzzamlı babası tarafından ezilen, filmin sonunda da “bağımsız olalım gari” deyip hücuma geçen ezik iskoç kralı.filmde bir de kraliçenin katibi var. kraliçenin her işine koşturuyor. filmde adı geçen katip (robin janvrin) aslında o yıllarda katip değildir. 1999’dan itibaren katiplik yapmıştır. kraliçenin o yıllardaki katibi ise filmde adı geçen katibin selefi olan robert fellowes’tir. ki robert fellowes aynı zamanda prenses diana’nın ablasının kocasıdır. charles ile diana’dan 3 yıl önce evlenmişlerdir ve diana o düğünde nedime olmuştur.oldu olacak bir de komplo teorisi kurayım. ama robert fellowes ile ilgili değil. şöyle ki:blair başbakan ilan edilecekken telefon çaldığı için kraliçenin kalkıp gittiği sahneyi hatırlayalım. büyük britanya kraliçesi ile başbakanı arasındaki bu görüşmeden daha önemli ne olabilir ki? diana’nın ölümünden 3 ay önce gerçekleşen bu görüşme muhtemelen diana’nın özel hayatında yaptığı fakat sarayı da enterese eden fevkalade acil bir tercih/gelişme hakkındaydı: dodi el-fayed. bir prensesin bir arap zenginin oğlunun sevgilisi olması hangi derinlikteki kimleri rahatsız etmiş olabilir diye tahmin etmek zor değil.fakat kraliçenin devlet sisteminin bir parçası olarak değil de birey olarak o konu hakkında ne düşündüğünü hatırladığım kadarıyla hiç duymuyoruz. zaten filmde kraliçenin yalnız kaldığı tek bir sahne var. işte o sahnede o boşluğu doldurmuşlar. her ne kadar ‘saray’ o geyiğin peşinde olsa da aslında kraliçe o ölsün istememiştir.daha önce de yazıldı çizildi; filmdeki geyik diana’yı temsil ediyor. mitolojideki av tanrıçası diana yanında geyikle tasvir edilir. kraliçenin geyikle baş başa kaldığı andaki tutumunu ve geyiğin komşu arazide (fransa) ölümünü duyunca üzülüşünü ve geyiğin ölüsünü görmeye geldiği sahnede diana’nın da cenazesine gitmeye karar vermesini ben buna yordum: saray diana’yı sevmiyordu ama kraliçe hiç kimsenin helvasını yemek meraklısı değildi.belki bu dediğim ağır ikilemi yaşadığı için kraliçe, the queen filmi çekileli 5 yıl olduğu halde “o günleri tekrar yaşamak istemiyorum” diyerek tamamen ona atfen yapılmış bu filmin tek bir karesini bile izlemek istememektedir.
(matarama su ko - 11 Ocak 2012 11:42)
Yorum Kaynak Link : the queen