Sau sun nam nui (~ Love on a Diet) ' Filminin Konusu : Sau sun nam nui is a movie starring Andy Lau, Sammi Cheng, and Rikiya Kurokawa. A depressed, obese woman tries to lose weight in order to win back her ex-boyfriend with the help of a fellow Hong Konger whom she met in Japan.
Ödüller :
Am zin(1999)(7,4-4936)
Yu long gong wu(1991)(7,0-288)
Dou sing(1990)(6,9-1794)
PTU(2003)(6,9-3643)
Dai si gin(2004)(6,7-4721)
Daai zek lou(2003)(6,7-2578)
To hok wai lung 2(1992)(6,7-1878)
Man tam(2013)(6,5-2641)
Best Original Film Song
28. uluslararası istanbul film festivalinde yeni türk sineması başlığı altında gösterilmiş filmdir aynı zamanda. filmin sunumunu alin taşçıyan yapmıştır. sonrasındaysa uzunca bir soru cevap seansı olmuştur. en ilginç soru ise festivalde belgesel bölümünde gösterilen ölüm elbisesi kumalık-kirase mirinê hewîtî filminin yönetmeni müjde arslanın yönetmene yönelttiği "kürt müsünüz ve bu olayları siz de yaşadınız mı" sorusu olmuştur. ayrıca mardinde ilkokula gittiği yılları hatırlattığını ve filmi hem gülerek hem acıyla izlediğini belirtmiştir. kimse belirtmemiş, film kurmaca değildir. yönetmenler ordu ve milli eğitim bakanlığı ndan gerekli izinleri alıp bölgeye gitmiş, çekimleri kabul edecek bir köy ve bu köye atanmış yine çekimleri kabul edecek bir öğretmen arayışına girmiş. sonuçta film bu okulla*, bu çocuklarla*, bu öğretmenle* ortaya çıkmış. okulda birşeyler öğrenebilmek için anadilde eğitimin ne denli gerekli olduğunu gösteren bir film olmuş. çocukların canla başla ödev yapmaya çalışırken bir yandan da yeni bir dil öğrenmeye çalışması ve ikisini de tam anlamıyla yapamaması, öğretmenin birşeyler anlatmaya çalışırken kendisine bakan boş gözler, bir tuvalete gitmek için bile 5 dakikalık dil işkencesi çekmeleri insanın içini acıtır.
(hakiki fare - 18 Nisan 2009 22:29)
evet nihayet izledim ve zülküf yıldırım'ın (ya da kendi ifadesiyle zilkif'in) güzelliğini yazdım taa derinlerde bir yere. --- spoiler ---güzelliği, saflığı, bakışları, "abc" yazılı yakası, karnesini alıp eve gittiğinde önlüğünü çıkarınca görünen arması silinmiş beşiktaş forması ve daha niceleri. rojda'nın mahçup bakışlarına da söylenecek bir söz yok. bir ülke düşünün ki bir yanda bütün servetini çocuklarının eğitimine harcayan, en iyi kolejlere, en iyi dersanelere gönderen insanlar mevcut. daha ilköğretim bitmeden "çocuğum 2. yabancı dili nasıl öğrenir acaba" diye kendini yiyor bu insanlar. teknolojik imkanlar, bilgisayar, internet vs.vs. diğer yanda ise derme çatma bir okulda, sobayla ısınmaya çalışarak bir şeyler öğrenmeye çalışan yavrucaklar. bu basit bir ajitasyon gibi geliyorsa işte bu belgesel izlenmeli. çocuklar karşılarında öğretmen dedikleri, ne dediğini anlamadıkları ama çok saygı duydukları insana bakıyorlar. o bakışlar işte samimi bakışlar. az önce bahsettiğim taa derinlere yazılacak bakışlar. ebeveynler öğretmene diyor ki "sen hocasın bilirsin, ayıp ettiysek affola, ama bizim elimizden gelen bu" evet onların ellerinden gelen o. anne ve baba birinci sınıfta okuyan kızlarını okula gönderirlerse evde minik bebeğe bakacak kimseleri olmayacak, kızlarını okula gönderip minik bebeğe bakmak için evde kalırlarsa tarlaya hasata gidemeyecekler. el kadar çocuğu tarlaya götürsen olmaz. oysa bakıcı tutsalar ne kolay değil mi?(!) ya da kreşe verseler çocuklarını ne bileyim (!). ve bu süreçte çocuklar hala öğretmenin gözünün içine bakıp "acaba bu adam bize ne diyor?" diyorlar. bu insanlar türkiyede yaşıyorlar ve anadilleri kürtçe. türkçeyi öğrenmeye çalışıyorlar ve öğrenmeye çalıştıkları dili bilinçli bir şekilde kullanamadan "ne mutlu türküm diyene" diyorlar. varlıklarını türk varlığına armağan ediyorlar(!). çok çok çok farklı şeyler hissettiriyor bu belgesel ve dolayısıyla belli bir düzende yazamıyorum. her kareye, her bakışa dair bir şeyler yazmak istiyor insan ama kelimeler kifayetsiz kalıyor işte.--- spoiler ---hasılı kelam izleyin! bir şekilde izleyin..
(ucyuzdoksaniki - 7 Haziran 2009 00:02)
kendim yapsam bu kadar severdim dedigim filmdir... bugunu bilmem, ne kadar izlenir, ne kadar izlenmez ama biliyorum ki iki dil bir bavul, turkiyenin kurt meselesinde, mesela 50 yil sonra cozum icin ne yaptiginiz diye soruldugunda animsanacak, tarihe atilmis bir centiktir. 80 yillik kurt meselesini bu kadar naif bir yerden anlatabilmek herkesin harci degildir. belli ki yapanlarin harci iyi karilmistir. nuri bilge ceylan'in altin koza odul gecesinde soyledigi gibi "sonbaharda vizyona girdiginde hepinizin izlemesini rica ediyorum!"
(kediaman - 15 Haziran 2009 12:57)
ozgur doganin altin portakal odul konusmasindan"biz bu filmi ogretmenler ve ogrenciler icin yaptik. ana dilde egitimin en temel insan hakki oldugunu dusunuyoruz. bu odulu 14 yasinda ikinci bir dili ogrenemeden bir havan topu saldirisiyla yasamini yitiren ceylan onkol'un anisina aliyoruz..."yuruyun be cocuklar, kim tutar sizi...
(kediaman - 18 Ekim 2009 14:44)
ilk gün saçını jöleleyen bir adamla, saçı tarakla açılamayan kızların hikayesi. bu adamla bu kızların hayal kırıklıklarının aynı yerden denize döküldüğü hikaye. ikinci bir dili öğrenenler çok iyi bilirler ki kızgınlıklarda, heyecanlarda, üzüntülerde, küfür ederken bile insan ana diline döner ve nihayet okul denen kurgu tatile girdiğinde öğretmenin ardından çocuklar yine kendi dillerine dönecektir. hiçbir zenginleştirmeye tabi tutulmamış hiçbir başka konuya yaslanmamış film. belki ben yanlış hatırlıyorum ama müzik duymadım. müzik bu filmden tonlarca babam ve oğlum ve ıssız adam çıkarırdı. ama son derece yalın bırakılmış herşey. oysa biz ziyarete müdür gelince silinen süpürülen okulların, bakan gelince yanilenen kaldırımların, general gelince haftalarca çalışılan adımların, müfettiş gelince hazırlanan cevapların ülkesiyiz. böyle olduğu gibi bırakılmasına alışkın değiliz hiçbirşeyin. öğretmen sabırlıdır bağırmaz mesela denetlenirken. hele kameralar karşısında. arkadan bir aşk acısına dayanır hikayeler. kemanlar girer araya. öğretmen sobasını yaktıktan sonra kitap okur bütün gece. belki de ilk defa bu kadar kurgusuz bir film izliyorum. iyi ki bu öğretmen. tiyatroda olsam gidip boynuna sarılacaktım. nasıl o kadar kendi gibi kalmış kameralara rağmen acayip heyecanlandırdı beni. kovayla jöleyi hak etti bence. bu arada aklıma gelmişken bir anlatıcı olarak anne ile konuşmalar da bence son derece keyifli bir seçimdi. bütün korkum amerikan tarzı bir ölü ozanlar derneği filmi olmasıydı ki şükürler olsun öğretmen ailen var mı diye sorduğunda anlamadığı için başını yukarı kaldıran çocuğa hade lan ordan diyebilmiştir. çünkü budur bir sınıfın gerçeği. bu kadar mı tadı yerinde olur bir filmin. ne fazla ne azdı. bir taraftan kahkahalar atarken gözlerimden de durmadan yaşlar sızdı. iki hayal kırıklığının da birleştiği o sahnelerde hıçkıra hıçkıra güldüm. o öğretmenle köy halkının çok az biraraya geldiği iki sahnede de gönülden gözlemlerine hayran oldum senaristin. meyvelerin defalarca yere döküldüğü sahne de, yaşlı kadının biraz da siz uğraşın dediği sahne de oralı bir sahneydi. bölgeye hiçbir batılı yapmacıklığı bulaştırmamış, hiçbir ajitasyonla da bezenmemiş kendi halinde ve hikayenin kendisiydi. elbette ne kadar uzun olursa olsun bu film her halukarda bu gerçeğin ancak bir özeti olacaktı. bütün emek sahiplerine helal olsun bütün portakallar altın ayılar oskarlar size gitsin.hiçbir film bu zamana kadar anadilini konuştuğu için azarlanan zilkif'in filmi olmamıştı. insan niye sabah kalkınca konuştuğu şey yüzünden, sokakta taşlardan kurduğu oyununu oynarken, kavgasını ederken, anasına nazlanırken, hastayken inilerken kullandığı dilden ötürü yabancılansın ki. hani öğretmen bir ara "anlamıyorsun beni, anlamıyorsun, anlamıyorsun di mi?" diyordu ya sahneyi persona filminde olduğu gibi bir de çocuğun tarafına çevirseniz aslında o da aynı şekilde bağırmıyor mu? anlamayan kim? anlaşılmak ya da anlamak neden sadece o'nun boynunun borcu? hani sayfanın kenarına yazdığı birkaç kelimeden ötürü azarlanıyorken, gözlerindeki o haksızlığa uğramışlığın hesabı bile değil defterinin kenarında yazılanlar. "kürtçe yok" diyordu öğretmen, sadece sayfanın kenarına yazdığı o kelimelerin neden suç olduğunu bile anlatmanız asırlar alır bir çocuğa. sonra aynı kamerayı öğretmene çevirdiğinizde o'nun yaşadığı travmanın da ne kadar sıkışmışlık içinde gidip gelen bir algı sorunu olduğu ortada. filmde öğretmene kızamamanızdan bile her iki yakaya da bakıldığını anlıyorsunuz. gitmek filminde de sınırdan geçerken ayça kürt kadının söylediklerini anlamadığında aynı yöntemle gerçeğe ayna tutulmuştu. öğretmen nasıl umutsuzluğa kapılıyorsa anlaşılmamaktan, ya o çocuklar, bütün o çocuk halleriyle konuştukları dil bir işe yaramadığında okul denen sanal dünyanın içinde, tek ayak cezası çekerken 'niye' diye sormayacaklar mı?eğer bizim dilimizi öğrenmeleri onları bizim dilimizde yapılan eğitimlerden ve haklardan pay sahibi kılacaksa o zaman en azından öğrendikleri dilin bir ikinci dil olduğunu ve bunu yaparak asıl bize bir adım geldiklerini varsaymak hatta bundan ötürü ayrıcalıklı kabul etmek de bizim boynumuzun borcu. hayatları boyunca başka bir dil öğrenmeden yaşamış olanlar ikinci bir dili öğrenmenin ne kadar afilli bir iş olduğunu bilemezler hele bunu daha çocukken ve hayatınızdaki herşey sadece buna bağlıyken yapıyorsanız. birçok akademisyen ingilizce yüzünden mesleklerinden oldu ya da kariyerlerinden bu ülkede. ben evliliği ve ruh sağlığı bozulanları gördüm. bir gurbet türküsü emirdağ belgeselini de amerikadaki türklerin hikayelerini de almanya fransa hollanda da ekmek parası için çalışanların düştükleri durumları da aynı yerden okursanız defterin kenarına alınan kürtçe notlardan ötürü zihninizde kimse tek ayak cezasına mahkum olmaz. belçikada bir türk anlatıyordu dili daha öğrenemedikleri zamanlar yanlarında nasıl soğan ve yumurta kabuğu taşıdıklarını. tabi tek oyuncağı taşlar olan bu çocukların toys r us dan oyuncak ya da rojdanın tarakla bile açılamayacak saçlarının şampuan talebi değil bu. en azından ruhlarının ve akıllarının yaptıkları şeye ikna olması gerek. bu da bizim boynumuzun borcu.edit: bu filmi felat'la izlemeyi isterdim.
(seagullineskisehir - 28 Ekim 2009 10:03)
dvd'si çıktı mı çıkacak mı bilmiyorum ama elime geçtiği anda aileme, akrabalarıma ve ve arkadaşlarıma izleteceğim. kürtçe'ye ve türkiye'de kürt hareketine dair cehaletimi ve negatif yaklaşımlarımı tepetaklak eden, [bugün geldiği noktayla insanı çileden çıkaran] alev alatlı'nın valla kurda yedirdin beni adlı müthiş kitabı olmuştu. 99'da okumuştum; 10 sene olmuş. tokat gibi gelmişti. kitap, devletin ve türk milliyetçiliğinin kürt tezlerini iptal ediyor ve meselenin yakıcılığını gayet de samimi anlatıyordu. alev alatlı resmen şaşırtıyordu. nereden nereye? neyse, sonra başka kitaplar, isimler, makaleler geldi. filmler, belgeseller, üniversitede kürt arkadaşların anlatımları, mücadeleleri...pkk'nın ve yasal kürt partilerinin söylemlerine bakıp yorumlar yapardık. onların söylediğinden bağımsız kendi kafamda kürt sorunununa dair şöyle olmalı, böyle olsa keşke dediğim şeylerin, dtp'den veya türkiye solunun farklı isimlerinden de duyuyordum.ama işte o samimiyetten yoksun; o söylenenle yapılanın farklı olması ve yapılanların arka planındaki karanlık ilişkiler algısı yüzünden kürt hareketine karşı bende iki duygu zuhur etti: bir, [sayısı az olmayan istisnalar hariç] çözüme odaklandıklarına inanmadım, iki, güçlerinin bütün kaynağı olan kürtleri ve onların kronik mazlumluklarını bir politik malzeme/nesne olarak gördükleri için nefret ettim.ha bu arada şunu da teslim edeyim: türkiye'deki [kürt sorunu haricindeki] demokratik kazanımlarda kürt mücadelesinin de payını ve devleti terbiye ettiklerini. nereye bağlayacağım? bu film (belgesel filan değil mis gibi film), 25 yıldır anlatılmak istenen bütün hikâyeyi, benzerine denk gelmediğimi bir samimiyetle anlatıyor, bu kadar iç yakan bir gerçeklik her filme nasip olmaz. keşke iki dil bir bavul benzeri filmlerin, romanların, 25 yıl önce yazılabileceği, çekilebileceği bir ülke olsaydı burası. olamadı. olsaydı zaten yılmaz güney de, ahmet kaya da sürgün de ölmeyecekti. başka bir sürü aydın he keza şimdi türkiye'deydi. devletin bu günahları bilmiyorum kime yazılacak? hepimize mi? kuvvetle muhtemel.yani bu film 20-25 yıldır gerek art niyetten gerek engellemeler yüzünden bir şekilde yapılamayanı yapmış ve 80 dakikada kürtçe gerçeğini, gözüne kulağına perde inmişlere anlatmıştır. bu filme emeği geçen herkesten allah razı olsun.not: bu arada zılkif* kardeşim, bundan gayrı adamımsın. sana yamuk bana yamuk. ayrıca sittiret o kitapları. yazın kitap neyin okumamaktaki ısrarına devam et.* ivan illich'in sana selamı var, onun 45'inde anladığını sen 7 yaşında anladın. gözlerinden öperim.
(itaatsiz - 22 Kasım 2009 12:28)
o çocukların kafalarının hep öne doğru eğik durması aklımda en çok kalan şey oldu. öğretmenleriyle konuşurken bile başlarını değil gözlerini kaldırarak konuşuyorlardı. ve rojda'nın o bakışları ne kadar tatlıydı.
(luna - 2 Şubat 2010 16:55)
18 yaşımdayken, orada görev yapan arkadaşımın yanına diyarbakır'a gittiğimde, sokakların köşebaşlarında kocaman panzerler görmüştüm. ilk kez orada yüzüme böylesine sert vurmuştu doğu gerçeği. batıda doğup büyümüş biri olarak, panzerlerin gölgesinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu, onların varlığının bile insana nasıl "her an bir şeyler olacakmış" gibi bir tedirginlik verdiğini, kaldığım 2 gün boyunca çok net yaşamıştım.filmi izleyen izlemiştir, anlatacak değilim. benim en çok merak ettiğim, gerçekliğe ne kadar yakın olduğuydu. çünkü sinemada gerçekliğe yakınlığı çok seven biri olarak buydu ilgilendiğim. yönetmenin röportajından anladım ki, başroldeki oyuncu gerçekten bir öğretmen, denizlili, doğuya yeni atanmış ve filmin başından itibaren her şey gerçek zamanlı çekilmiş. urfa'da öğretmenevinde görmüşler öğretmen emre'yi. bir başına, yıkılmış ve düşünceli halde öylece otururken. hemen yanına gitmişler ve sohbete başlamışlar. yönetmen, o civara yeni atanmış bir öğretmen arayışında olduğundan, emre'yle sohbet ederken, onun korkularını, kendini ifade edebilme yeteneğini, doğallığını sevmiş olacak ki, aradığı kişinin o olduğuna, görüştüğü diğer 20 öğretmen arasından karar vermiş. diğerlerini görmedik, bilemiyoruz ama, emre hoca gerçekten çok başarılı bir seçim olmuş.bir sene boyunca öğretmenlik yaptım, çocuklarla uğraşmanın, onlarla iletişim kurmanın nasıl emek, sabır ve zaman isteyen ve yoran bir iş olduğunu çok iyi biliyorum. üstelik benim öğrencilerim benim dilimde konuşan, bildiğin batılı orta sınıf ailelerin çocuklarıyken. emre hoca'nın yorgunluğu, çaresizliği, yılgınlığa düştüğü zaman sınıfta neredeyse gözyaşlarına boğulacak gibi olması, her canı sıkıldığında, batıdaki annesiyle telefonda dertleşmesi, bir şeyler için tek kelimeyle "çırpınması" insanın tüylerini diken diken eden, takdir edilesi bir şeydi. evet o bir öğretmendi, oraya devlet tarafından gönderilmişti ama sonuçta bir insandı. zaman zaman sert çıkan, sinirlenen, tatlı sert bir hocaydı. yönetmenin dediğine göre, çıkarılmış sahnelerde fiziksel şiddete kaçmadan çok daha sert sahneler varmış. psikolojisi altüst olmuş, hayatında ilk kez elektriksiz, susuz yaşamak zorunda kalmış bir öğretmenin bu tepkisini doğal karşılamak gerek sanırım.filmi izlerken zilkif'in okumayı çözdüğünü görerek siz de mutlu oluyorsunuz, rojda'nın okula gönderilmesi için siz de çaba göstermek istiyorsunuz, canan'ın saçlarını okşamak, ibrahim abi'nin evindeki sohbete kıyısından köşesinden dahil olup "sen de haklısın ibrahim abi" demek istiyorsunuz. en önemlisi, orada bir köy var ya hani uzakta, "o köy bizim köyümüzdür", diyoruz ya yıllardır. filmdeki köyün, aslında o çocuk şarkısında geçen köy olduğunu anlıyorsunuz.gitmesek de, görmesek de.
(kirlikedi - 25 Ekim 2010 00:06)
insanı, aldığı eğitimden,sıcak evinden,rahat hayatından utandıran film.ne şımarıkmışız hepimiz,ne şımarığız hala.alıyoruz alıyoruz doymuyoruz,elbiseye,renkli renkli kalemlere,defterlere.dersaneye gitmeyen öğrenciyi garipsiyoruz belki.halbuki bir yerlerde, kalem sahibi bile olunca sevinebilen çocuklar var.biliyordum da... unutmuştum galiba...iyi oldu hatırladım.ellerine sağlık hatırlatanların.
(karamell - 21 Kasım 2010 19:44)
evet trt haber gösterdi bu filmi az önce, 'benim anadilim kürtçe' diyen bir adamın anadilim kelimesini sansürleyerek... evet.
(felitto - 22 Kasım 2010 00:13)
Yorum Kaynak Link : iki dil bir bavul