Süre                : 1 Saat 3 dakika
Çıkış Tarihi     : 18 Aralık 2002 Çarşamba, Yapım Yılı : 2002
Türü                : Döküman
Ülke                : Fransa
Yapımcı          :  C.N.D.P. , Canal+ , Centre National de la Cinématographie (CNC)
Yönetmen       : Agnès Varda (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Bodan Litnanski (IMDB), Macha Makeïeff (IMDB), Agnès Varda (IMDB)(ekşi), François Wertheimer (IMDB)

Les glaneurs et la glaneuse... deux ans après (~ Deux ans après) ' Filminin Konusu :
Les glaneurs et la glaneuse... deux ans après is a movie starring Bodan Litnanski, Macha Makeïeff, and Agnès Varda. Agnes Varda returns to the people she met in her 2000 documentary on gleaning and meets some new people who were...


  • "-abi bu hatun kim?-patronun yeni dalgası-ha yazılmıyım yanı ben-e bı zahmet buna da yazılma..."
  • "(bkz: nouvelle vague)"
  • "turkcesi kulaga cok nahos gelen akim"
  • "yillardir eskimeyen mikrodalga bakis acisi."




Facebook Yorumları
  • comment image

    yeni dalga devrimci olmaktan çok isyankardır. gözlerini toplumun temellerinden çok, günlerin köpüğüne çevirmiştir. yeni dalga gerçekten de birçok tabuya saldırmış, ahlaki ve siyasi sansürlere meydan okumuş, mali çevvrlerin ve sendikaların iktidar ve alışkanlıklarına karşı çıkmış bu da yetmemiş yıldız sistemini reddedip, teknik kalite yönünden özgürleşmiştir. şöyle ki, örnek vericek olursak: jean luc godard'tan bahsedebiliriz. bu adam serseri aşıklar'da bütün sıradanlığı içinde ve kendi kavrayaşı açısından bütün bir dönemi yoğunlaştırılmış olarak sunar. amaçssız ve değerlerden yoksunn, araba hırsızı, kazayla bir adam öldüren, kısa aşklar yaşayan ve hattaaa mübala olmaksızın bir hayvan gibi ölen genç bir adamın anlatıldığı bu hikaye, hem amerikan tarzına yönelik bir saygı gösterisi, hem paris üzerinde bir belgessell, hem de belmondo'nun başarıyla sunduğu umursamaz bir yeni gençliğin çekici portresidir.

    misal başka bir örnek daha vermek gerekir diye düşünüyorum. fotoğrafçı agnes varda'dan bahsedelim: dünyaya yönetilen bu kaygılı dikkati ve anlatımdaki özgürlüğü temsil eder; bu özelliği daha çok, sinema hikayecikleri olan kısa filmlerinde ortaya çıkar. örnek eser: "kısa uç 1955 olması lazım tam hatırlamıyorum 1956'da olabilir. buna yakın bir vurguyla ama gerçeküstücülükten devralınmış bir şiirsellikle günlük yaşamı anlatan georges franju, belgesellerinde ve uzun metrajjlı filmlerinde toplumsal ve estetik iki yüzlükle savaşırken prevert tarzı bir anarşizmle kameranın kural dışı bakışını birleştirir. suratsız gözlerine eserinden de anlayabilirz bunu.


    (hexagram - 10 Ocak 2008 18:15)

  • comment image

    tıpkı italyanlar gibi fransızlar da 2. dünya savaşı’nın sona ermesiyle ortaya çıkan sıkıntılarla boğuşuyorlardı. yirmi yıl faşizmle yönetilen italya’da savaştan sonra genç bir yönetmen kuşağı ortaya çıkmış ve yeni gerçekçilik akımını yaratmıştır.

    fransız sineması da savaştan sonra tıpkı italya’da olduğu gibi hollywood’un işgali altındadır. her yerde amerikan filmleri gösterilmekte, ulusal kültürlerine düşkünlükleriyle bilinen fransız sinemacılar kendi ürünlerini ortaya koymakta zorlanmaktadırlar. fransız film endüstrisi 50’lı yıllarda daha çok hollywood yapımlarıyla yarışacak büyük bütçeli benzer filmler peşine düşmüşlerdir.

    1951’de andre bazin tarafından yayınlanmaya başlanan le cahiers du cinema dergisi genç sinemaseverlerin etrafında toplandıkları bir olanak olur. italyan yeni gerçekçiliği’nin ve jean renoir ve rene clair gibi usta fransız yönetmenlerin filmlerini yakından takip eden bu gençler sinemayla ilgili düşüncelerini dergide yayınlamaya başlarlar. bir süre sonra fransız sinemasının önde gelen yönetmenleri olacak olan françois truffaut, claude chabrol, jean luc godard, jacques rivette gibi gençler bu dergide sinema sanatının sorunları ve çözüm yolları üzerine tartışmaya girişirler.

    aynı dönemde alain resnais, agnes varda, jacque demy gibi sonradan yönetmenlik koltuğuna oturacak gençlerin çıkardığı arts dergisi de yayınlanmaya başlar. bu iki dergi etrafından toplanan gençler, fransız sinemasının kurtuluşu için formüller sunarlar. paris’te bir sinema tek kurulmasıyla kendilerinden önceki yönetmenler tanımaya başlayan bu genç kuşak, özellikle andre bazin’in gerçeklikle ilgili yazılarından etkilenirler. yeni gerçekçilik’in yöntemleri bu genç kuşak için de bir umut ışığı oluşturur. sokakların mekan olarak kullanılması, amatör oyuncular, basit hikayeler ve küçük kameralarla çekim yapılması ve hareketli mikrofonlar taşınması gibi yeni gerçekçi çözümler; fransız sineması için maliyeti düşük ama kaliteli filmler yapmanın olanaklarını sunar. bunun yanında bu genç kuşak paris’te bulunan bir sinema okulu, ulusal sinema merkezi ve ulusal filmlere mali destek sağlayan yasa gibi olanaklara da sahiptirler.

    bu sırada bu genç kuşağı cesaretlendirecek gelişmeler yaşanmaktadır. 1956 yılında daha önce adı duyulmamış bir isim olan roger vadim, et dieu crea la femme (ve tanrı kadını yarattı) isimli filmiyle bir anda dikkatleri üzerine çeker. bu genç yönetmenin filmi ülkede büyük bir başarı kazanırken, cinsel kimliğini arayan bir kadının hikayesini anlatan film yeni bir kadın tipinin habercisidir de. vadim’in başarısı fransa’da genç kuşağa olan güvenin artmasına neden olur.

    bir başka umut verici gelişme ise claude chabrol’den gelir. 1958’de çekilen le beau serge (yakışıklı serge) filminin ilgi görmesi, cahiers du cinema dergisi etrafında toplanan genç sinema eleştirmenlerinin cesaretlenmesine vesile olur. bu filmden bir yıl önce l’express dergisinde françoise giroud tarafından kullanılan yeni dalga tanımlamasını sahiplenecek ve fransız sinemasını dünyanın en önemli sinemalarından birisi haline getirecek genç kuşağın yolu da böylece açılmış olur.

    yeni dalga yönetmenleri

    yeni dalga akımı’nın adından en fazla söz ettiren yönetmenleri claude chabrol, eric rohmer, alain resnais, françois truffaut ve jean-luc godard’tır. claude chabrol, cahiers du cinema üyelerinden biriydi. 1957’de eric rohmer ile hitchcock üzerine bir kitap yazan chabrol’un sinemasında hitchcock etkisinin varlığından sözedilir. bu temelsiz bir değerlendirme de sayılmaz. çünkü chabrol en çok dekor ve kompleks kamera hareketlerinin kullanımıyla gelişen bilinçli cinayet hikayeleriyle tanınmıştır. le beau serge (yakışıklı serge, 1958) ilk filmidir ve kimi sinema tarihçileri yeni dalga’nın başlangıcı olarak bu filmi kabul ederler. chabrol’a şöhreti getirense 1959 yılında çektiği les cousins’dir (kuzenler). daha çok burjuva ilişkilerin deşifre eden sanatsal korku filmlerinin yönetmeni olarak bilinir. kimi önemli filmleri şunlardır: la femme infidele (vefasız kadın, 1968), le boucher (kasap, 1970) ve le decade prodigieuse’dir (1972).

    andre bazin’in ölümünden sonra 1963’e kadar cahiers du cinema’nın şef editörlüğünü yapan eric rohmer ise ilk uzun metraj filmini 1959 yılında le signe du lion (aslan burcu) adıyla çemiş, 1960’tan itibaren de altı ahlak hikayesi olarak tamınladığı seriyi çekmeye koyulmuştur: le carrier de suzanne (1963), la boulangere de monceau (1963), la collectionneuse (1966), ma nuit chez maud (1968), le genou de claire (1970) ve l’amour l’apres midi (1972) bu altı filmdir. bu hikayelerin hepsi aynıdır. kendini bir kadına adamış genç adam, şans eseri bir başkasıyla tanışır ve ilişkisini sorgulamaya başlar. her filmde hikayeler, hikayenin mekanı ve zamanında geçmektedir. rohmer’in filmleri bir bakıma şiirsel gerçekçiliğin etkinsinde de sayılabilir.

    yalnızca film eleştirmenliğiyle değil, aynı zamanda belgeseller çekerek sinemaya giren alain resnais ise, yeni dalga akımı içinde sayılacak ürünler verse de bu akımın dışındaki yönetmenlerle çalışmaktan sakınmamıştır. savaşın ertesinde aralarında guernica (1950) ve dünyanın tüm belleği (toute la mémorie du monde, 1956) gibi yapımlarında bulunduğu belgesellere imza atan yönetmenin bu döneme ait en etkili yapımı yine 1956 yapımı olan nuit et brouillard’tır (sis ve gece). nazi toplama kamplarını anlatan film, renkli çağdaş kamp görüntüleriyle, geçmişin siyah-beyaz belgesel görüntülerini biraraya getirerek geçmişle gelecek arasında bağlantılar kuran resnais, yeni dalga’ın bu kavrayışı yeni dalga’nın önemli özelilklerinden biri haline gelir. film, temel bir soru etrafında döner: bunların sorumlusu kim ve kendi içinde sorunun cevabını da yaratır: bu tür koşulların var olmasına izin verdiğimiz sürece sorumlu biziz.

    ama resnais’in en önemli filmi bu değildir. 1959 yılında çektiği hiroşima sevgilim (hiroshima mon amour), tüm dünyada ilgiyle izlenir. bir japon mimar ile bir fransız aktrist hiroşima’da barış hakkında bir filmin çalışmaları sırasında başlayan ilişki bir anda sorgulamaya dönüşür. yeni aşk kadın için bir sorgulamaya dönüşür. çünkü ikinci dünya savaşı yıllarında, daha sonra öldürülen bir nazi subayı’na aşık olmuştur ve savaştan sonra aşağılanmış, hapse atılmıştır: “japon erkeği daha az konuşur, ama kadın sürekli düşünür, tartışır, anımsar, sorar, araştırır. filmin odak noktası ve bilinci odur. her şey kadının belleğinde oluşur, film tümüyle görkemli bir hatırlama eylemi, bir bellek ziyaretidir. hiroşima kentinin küçük daireleri, kederli lokantaları, neonlu caddeleri, sıradan gece kulüpleri, tren istasyonu ve başka şeyleriyle oluşturduğu dekor, sadece yaşanılan zamanı anımsatmak için gösterilen ayrıntılara dönüşür. her şey bellek çevresinde ve zaman içinde sürekli gel-gitlerle oluşur. film görkemli bir anımsama ve etkileyici bir zaman içinde yolculuktur.” (atilla dorsay-yüzyılın yüz filmi) resnais, geçmişi ve şimdiği, fantazi ve gerçeği birbirine bağlayarak; insan hayatının farklı dönemleri ve deneyimleri olarak algılananlara biraraya getirmeye çalışır. filmde kadının japon sevgilisi ve nazi sevgilisi karşısındaki tavırları birbiri ardısıra verilir. hiroşima ve fransa sokakları birbirine benze şekilde çekilmişlerdi. böylece geçmişi ve şimdiki zamanı aynı hafıza içinde toplamak ister resnais.

    daha sonra geçen yıl marienbad’da isimli bir film çeker. bu filmde de bir sarayda kaybolmuşa benzeyen x ve a isimli bir kadın ve bir adamın hikayesini anlatır. filmin en önemli teması insanların gerçeği nasıl oluşturduklarının keşfedilmesidir.

    truffaut ve godard

    fransız yeni dalgası’nın en etkili yönetmenleri ise truffaut ve godard oldu. françois truffaut, sinemayı film seyrederek öğrenmiştir. ayrı zamanda cahiers du cinema’da etkili yazılar kaleme alan truffaut, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren kısa filmler çekmeye başlamıştır. rossesili’nin çıraklığını yapan ve godard’ın ilk filmi “serseri aşıklar”ın senaryo yazımında görev alan yönetmen 400 darbe isimli ilk filmiyle bir anda dikkatleri üzerine çekmiştir. film 1958’de cannes’te engellenirken ertesi yıl yönetmenine ödül kazandırtmıştır.

    400 darbe, antoine doinel’in hikayesidir. 12-13 yaşlarındaki antoine annesi ve üvey babasıyla birlikte paris’in kuzeyinde yaşamaktadır. okulu sevmez, öğretmenleri tarafından sevilmez. sık sık okuldan kaçan ve arkadaşı rene ile paris sokaklarını arşınlayan antoine, bir gün annesini yabancı bir adamla öpüşürken yakalar. ertesinin okula gelmemesinin nedeni olarak annesinin ölümünü gösterir. ama kadın durumu farkeder ve gerçek ortaya çıkar. annesi ve üvey babasıyla yaşadığı gerilimler onu ıslahevine düşürür. ama bir gün oradan da kaçmayı başarır. amacı denize ulaşmaktır. filmde paris’teki karşıtlıklar ustaca kullanılmıştır.

    truffaut stil olarak rosselini ve renoir’a göndermelerde bulunurken, karakterlerini stüdyo dışında tutmakta ve kendilerini uzun uzun ifade etmelerine izin vermektedir. truffaut, yine jean-pierre leaud’un oynadığı aynı karakterin farklı yaşlardaki durumlarını ele alan dört film daha yapmıştır: la amour a 20 ans (yirmi yaşında aşk, 1962), baisers voles (çalınmış buseler, 1968), domicile conjugal (aile yuvası, 1970), l’amour en fuite (kaçan aşk, 1970).

    truffaut, sanat ile hayat, gerçek ile kurgunun sınırlarını tartıştığı başka filmlerde yapmıştır. bunlardan birisi de 1960 yılında çektiği piyanisti vurun’dur (tirez sur la pianiste). david goodis’in down there adlı dedektiflik romanından çekilen filmde, truffaut amerikan sinemasını taklit eder ve bir kara film (film noir) yapmaya çalışır. ancak, gelereksel film noir kalıplarıyla oynar. örneğin film boyunca ciddi konuşmalar, komik hareketlerle kesilir.

    1962’de çektiği jules ve jim’de ise dünya savaşı korkuları üzerine üçlü bir ilişkiyi ele almaktadır. ama gelenekten köklü bir kopuş önermez. truffaut daha sonra 1966’da ünlü filmi fahrenheit 451’i, bir yıl sonra da la mariée était en noir’i çeker. bu filmlerinde de gerçek ve kurgu arasındaki farkları sorgulamaya devam edecektir.

    truffaut sonraki dönemde amerika’ya gidecek ve stüdyo sisteminin içinde filmler üretmeye devam edecektir. ama hümanizm görüşünden ödün vermeden tutarlı bir çizgide filmlerini yapmaya devam eder.

    godard ise onun tam tersidir. yeni dalga’nın bu önemli yönetmeni 70’lı yıllar gelindiğinde bu akımın ilkelerini bir yana bırakmış ve sinemanın dünyanın değişimine yardım edecek bir araç olması gerektiğini savunmuştur.

    ama 1960’da gösterildiğinde büyük yankılar yaratan serseri aşıklar (à bout de souffle) filmi yeni dalga’nın kendisini en etkili biçimde gösterdiği film oldu. chabrol ve truffaut’unda katkılarının olduğu filmi atilla dorsay, “belki de gerçek anlamda modern sinemanın başlangıcı” olarak tanımlar. paris’te karşılaşan iki umutsuz insanan hikayesini anlatır. sokaklarda serserilik yapan ve kazara bir polis öldüren michel poiccard ile gazete satarak karnını doyuran amerikalı turist patricia’nın hikayesidir anlatan film bir çok bakımdan hollywood’a göndermelerle doludur. film el kamerası kulanılmıştır ve geniş bir hareket alanı vardır. godard, truffaut’un yazdığı sinopsisten hareketle filmini senaryosuz çeker. çoğu zaman dialoglar bir gün önce kaleme alanır ve ertesi gün oyunculara verilir. filmdeki çekimlerin süresi, o sahnenin önemine göre belirlenmez. kimi zaman fim içindeki önemsiz sahneler için uzun planlar uygulanır. godard böylece yönetmen olarak herşeyin elinde olduğunu ve filmdeki herşeyin onun istekleri doğruldusunda gerçekleştiğini gösterir. kurguda sürekliliğe yer vermez. bütün bunlar bir bakıma hem geleneksel fransız sinemasında hem de hollywood’tan kopuşu temsil eder.

    godard’ın sinemayi sonunu kestiremediği entellektüel bir macera olarak görmesi, onu sürekli yeni arayışlara iter. seyirciyi film seyrettiğinin farkına varmaya zorlayan, yabancılıştırıcı ve özdeşleşmeyi ortadan kaldırıcı bir etkil yaratmak ister. karakterleri onlara uymayan seslerle seslendirir, sahte mekanları gerçekmiş gibi sunar. onun izleyiciden istediği aktif ve entellektüel bir katılımdır.

    godard 68 hareketlerinde etkilenir ve uzün süre ticari sinemaya ara verir. bu dönemde çeşitli demeler ve propaganda filmleri çeken usta yönetmen 1979’da herkes başının çaresine baksın (sauve qui peut la vie) ile dönüş yapar. 1983’te çektiği adı carmen (prenom: carmen) ile venedik film festivali’nde büyük ödülü alır.

    yeni dalga’nın özellikleri

    yeni dalga yönetmenleri konularda ve stillerinde farklılıklar gösterseler de, hikayeleri ele alış tarzları, mizanseni kullanış, ses ve kamera kullanımı vb. gibi bir çok konuda ortak özellikler sergilerler. bu ortak özellikler şöyle sıralanabilir. büyük oranda hepsini harekete geçiren şey sinematek fransa’da izledikleri filmlerdi. bir başka esin kaynağı da andre bazin’di. bazin’in dergilerde yazdığı yazıların tamamına katılmasalarda onlar için bir esin kaynağıydı. yeni dalga yönetmenleri bazin’den sinemanın doğal bir konu olmadığını fakat insanlar tarafından yaratılan bir sanat eseri olduğunu öğrenmişti. hollywood’un aksine seyircinin izlediğinin bir film olduğunun farkına varmasını istemişlerdir. ana mekanları paris sokaklarıdır. taşınabilir ucuz teçhizat kullanmışlar, dostlarını filmlerinde oynatmakta sakınca görmemişlerdir. hepsi taşınabilir kameralarla çalışmışlardır. sokakların doğal ışıklarında çalışma yapmışlardır. kurguyla, kamera çalışmasıyla, ses ve mizansenle oynamayı sevmişlerdir. kendilerinden önce çekilen, önemli filmlerden alıntılar yapmışlar, filmlerinde bu filmlerden kareler göstermişlerdir.

    yeni dalga filmlerinde sahneler öyküyü tamamlayacak şekilde gelişmez. bir sonraki sahnede ne olacağı kolay kolay kestirilemez. bu filmlerin çoğu net bir kapanışla sona ermez. hiç umulmadık bir anda da bitebilirler. yeni dalga’nın karakterleriyle toplum arasında bir uyumsuzluk sözkonusudur.


    (handeyener - 4 Aralık 2008 15:42)

  • comment image

    yeni dalga (new wave), 1960 ve 1970’lerde bilimkurguya yeni bakış açılarının getirildiği, deneysel metinlerin öne çıktığı bir akımdır. içinde birçok tema ve türden eser bulundurur ancak bunlar genelde hard sci-fi çerçevesinde olmaz. yeni dalgacılar teknolojik gelişmelerin değil; politika, psikoloji, toplum bilim gibi sosyal bilimlerin ya da felsefenin öne çıktığı ve genelde alternatif toplum biçimlerinin sorgulandığı kurgulara önem verirler. bu teknoloji karşıtlığında, doğaya dönüşün kurtuluş olduğunu söyleyen william morris’in etkisi de yadsınamaz. akımın en önemli temsilcisi j. g. ballard, bilimkurgunun uzaya sıkışıp kalmaması gerektiğini savunur. “asıl yabancı gezegen dünyamızdır.” der ve geleceğin bugünü anlamakta geçmişten daha etkili bir araç olduğunu vurgular. böylelikle feminizm, lgbti, beat, punk ve anarşizm gibi birçok alt kültürü de içinde barındırır. bu dönemde bilimkurgunun tanımı genişlemiş ve farklı bir boyuta evrilmiştir.


    (thewalkingideas - 1 Temmuz 2016 01:46)

  • comment image

    birinci dünya savaşının şoku tam atlatılamamışken, çok daha büyük bir deprem oldu. ikinci dünya savaşı ve artçı depremleri ile avrupa yeni bir döneme girdi. modernitenin yıkılan pekçok kurumu ve akımı ile birlikte, avrupa'nın aydınlanma idealleri, insan, bilim, toplum, politika kabulleri sorgulanmaya, didiklenmeye başlandı. problem nerede, diye aranırken modernite kabul ve algıları ağır bir eleştiriye maruz kaldı. artık hiçbir şeye eskisi gibi bakılamayacak ve bir post-modern, post-sömürgecilik, post-yapısalcılık vb. postlar dönemi başlayacaktı. hakim olan duygu karamsarlık olsa da; karanlık dehlizlere ışık tutulması, yalanların örtülerinin kaldırılması gerekliliğinin hissedilmesi, bakış açılarındaki büyük yer değiştirme, aydınlanma eğrisinde ani bir yükselişe işaret eder.

    süregidenden böylesine cebri bir kopuş, sinema alanında da birey ve toplumun karanlık dehlizlerini araştıran yeni arayışlar doğurdu; kuralların yıkımı sinemada da kendini gösterdi ve 1950'lerde birleşik krallık’ta “özgür sinema” (lindsay anderson, karel reisz, tony richardson, ...), italya’da “yeni gerçekçilik” (roberto rossellini, michelangelo antonioni, luchino visconti, vittorio de sica,...), fransa’da (françois truffaut, jean-luc godard, éric rohmer, claude chabrolve,...)ve japonya’da (susumu hani, hiroshi teshigahara, shohei ımamura,…) “yeni dalga” denilen benzer akımları ortaya çıkardı.

    yeni dalga yönetmenleri bir roman yazarı gibi, eseri her açıdan belirleyen kişiler oldular. “toplumsal gerçekçi”; anlatılan hikâyelerin gerçek hayattan beslendiği, belgeselimsi bir anlatımı benimsediler. ikiyüzlülüklerin, gerçekliği örten toplumsal uzlaşmaların ifşası bu dönem sanat ve düşüncesinin en değerli derdidir. japon yenidalgası toplumsal klişeler, gelenekler, cinsel şiddet, ırkçılık, politik radikalizm gibi tabu temaları ele aldı; görselliği toplumu şok edici, sarsıcı olarak kullandı.

    bu akımın öncüsü denebilecek izlenimci, sürrealist ve gerçekçi unsurları birleştirerek işçi sınıfının traji- komik yaşantısını, imkansız aşkları hümanist bir gözle anlatan “şiirsel gerçekçilik”te (1934-1940), gelmekte olan bir felaket sezilir, bir çeşit boyun eğme, çaresizlik duygusu ifadesi olarak nitelendirilebilecek nihilizm vardır; “yeni dalga”da felaket gerçekleşmiştir ve isyan duygusu ağır basar. yönetmen özellikle fransa'da kendi sosyal sınıfı olan küçük burjuvaya, kişisel anlatılara odaklanır. geleneksel kurgular artık yeni hayat algısını ifade edememektedirler; filmlerde gerçek hayatın kesintililiği, şaşırtıcılığı, algılandığı gibi aktarılmalıdır.

    gelelim bu girişi yazmamın karartılı, muğlak nedenine... türkiye'de yeni dalga: (bkz: platonik ayinin derdi beni deldi)

    edit: bir-iki yerde anlatım ve ifade bozuklukları düzeltildi.


    (ayserap - 8 Haziran 2017 19:08)

  • comment image

    bergman zamanında godard için demiş ki; "kendisinin hiçbir filminden zevk alamadım açıkçası. yapaylık ve çakma entelektüelizm kokuyorlardı, ha bir de acayip tatsız tutsuzdular. sinematografik açıdan gayet yavan ve son derece sıkıcıydılar. godard kafa ütülemeye iyi geliyor yahu. filmlerini eleştirmenler için çekiyor. masculin, féminin isimli bir filmini isveç'te çekti hatta. öyle sıkıcı filmdi ki, bezmiştim resmen."

    bunu bence komple fransız yeni dalgasına söyleyebiliriz. aynı yıllarda italyada çekilen toplumcu filmlere bakıyorum, macaristanda çekilen siyasi filmlere bakıyorum, o kör göze parmak anlatımı yüzünden çok da sevmediğim bunuel'in ispanyol sinemasına getirdiği saygıyı düşünüyorum, japonyada savaş sonrası buhranı anlatan başyapıtlara bakıyorum, bir de bu kof, kaybedenler kulübü ayarında, hiçbir şey anlatmayan, entelektüel bir yığın gevezelik olmanın ötesine geçmeyen, serseri aşkına sıçtığımın filmlerine bakıyorum da, düpedüz komedi yani. fransız yeni dalga sineması kadar kanser bir sinema daha yok. ve bu kanserin sinema tarihinin altın dönemlerinden biri olarak lanse edilmesi kadar trajikomik bir durum da yok.


    (bela tarr - 1 Mart 2019 22:28)

Yorum Kaynak Link : yeni dalga