Süre                : 1 Saat 37 dakika
Çıkış Tarihi     : 03 Eylül 2010 Cuma, Yapım Yılı : 2010
Türü                : Komedi,Aile,Müzik,Müzikal,Romantik
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  Alan Sacks Productions , Walt Disney Television
Yönetmen       : Paul Hoen (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Dan Berendsen (IMDB),Karin Gist (IMDB)(ekşi),Regina Y. Hicks (IMDB)(ekşi),Karin Gist (IMDB)(ekşi),Regina Y. Hicks (IMDB)(ekşi),Julie Brown (IMDB),Paul Brown (IMDB)
Oyuncular      : Demi Lovato (IMDB)(ekşi), Joe Jonas (IMDB), Nick Jonas (IMDB)(ekşi), Kevin Jonas (IMDB), Daniel Fathers (IMDB)(ekşi), Daniel Kash (IMDB)(ekşi), Maria Canals-Barrera (IMDB), Chloe Bridges (IMDB)(ekşi), Matthew 'Mdot' Finley (IMDB), Meaghan Martin (IMDB), Alyson Stoner (IMDB), Anna Maria Perez de Tagle (IMDB), Jasmine Richards (IMDB), Roshon Fegan (IMDB), Jordan Francis (IMDB), Arisa Cox (IMDB), Frankie Jonas (IMDB), Shemar Charles (IMDB), Charles Vandervaart (IMDB), Abigail Chu (IMDB), Erin Pitt (IMDB), Jesse Bostick (IMDB), Nikki Shah (IMDB), Aurora Kruk (IMDB), Shaun Shetty (IMDB), Robert Feggans (IMDB), Courtney Galiano (IMDB), Alex 'Shorty' Welch (IMDB), Tallie L. Brinson (IMDB), Justin Deanda (IMDB), George Alexander (IMDB), Claude Racine (IMDB), Amanda Damaren (IMDB), Michel Issa Rubio (IMDB), Janaye Upshaw (IMDB), Mike Rhodes (IMDB), Jordan Clark (IMDB), Zachary Burke (IMDB), Tanya Karn (IMDB), Justin David (IMDB) >>devamı>>

Camp Rock 2: The Final Jam (~ Camp Rock 2: Büyük final) ' Filminin Konusu :
Devam filmi, Mitchie’nin (Demi Lovato) ve arkadaşlarının eğlenmeye ve rock’a hevesli bir şekilde Camp Rock’a geri dönüşleri ile başlıyor. Hiç kimse, müzik dolu bir yazdan daha fazlasını bekleyen Mitchie’den daha heyecanlı değil. Bir dünya turnesinden yeni dönen rock grubu Connect 3 de tüm yaz boyunca orada vakit geçiriyor. Shane (Joe Jonas), Mitchie ile geçen yazdan kalan aşkının peşine düşerken grup arkadaşları ona destek oluyorlar. Camp Rock’ın sahibi gitar efsanesi Brown Cesario da rock‘n roll yapmaya hazır. Ama bu gençlik cennetinde her şey göründüğü gibi değil. Gölün öbür tarafında, yeni Camp Star parlamaya başlıyor: Brown’un kin dolu eski grup arkadaşı Axel Turner (Daniel Kash) tarafından finanse edilen yüksek teknolojili,  güçlü bir müzik kampı.  Kendi halindeki Camp Rock’ın tutkusu, yeteneği ve bağlılığı olabilir ama Camp Star kaynakları, altyapısı ve parası ile kendini gösteriyor – Camp Rock’ın danışmanlarını kapıp Camp Rock’ın işini kaybetmesine yetecek kadar çok para. Ama Axel’in, çok sevdiği kampını kurtarmak için yemin eden Mitchie gibi doğuştan bir lideri yok… En iyi kamp kazansın.


  • "guns n roses'i da listeye ekleyen festival."
  • "180 değil 380 avroyu bile hak eden festivaldir.yukardakilerden sadece bir tanesi gelse burada hezarfen'i doldurur.* *** *"
  • "başlamasına 20 saat kalmış, dünyanın sayılı müzik organizasyonlarından biridir. biletlerin bittiği söylenmektedir bu da 75.000+ kişinin festivale geleceğini öngörmektedir."




Facebook Yorumları
  • comment image

    part ii:

    cumayı cumartesiye bağlayan gece çok uzaklardan ve büyük kalabalıkların arkasından scissor sistersa göz atıp çadıra yönlendikten sonra, ertesi gün uzun bir günün beklediğini bilerek, uykuya çekiliyoruz.

    cumartesi günü ana sahne "sert"leşiyor; konuklar: deftones, primal scream, tool (ve kanye west)

    güne 14.45'te daha önce ziyaret etmediğim ballroom çadırındaki cabruera konseri ile başlıyorum. festivale, gönüllü çalışma (çöp toplama) karşılığında bedavaya gelmiş ispanyol arkadaşlar (ki daha sonra konser saatinde çöp toplamaktansa; bilet parasını ödemeyi tercih ettiler) ın daveti üzerine ballroom'a yollanıyorum. eğlenceli ispanyollar; etnik müziğin sahnesi olan ballroom'da takılmayı yeğliyorlar. bu konserlerden birinde, brezilyalı grup cabruera'yı ziyaret ediyorum. arkadaşları bulamasam da, epey dans ettirecek ritm yakalanabiliyor, hem de aynı anda kieran hebden (nam-ı diğer four tet) + steve reid projesi kaçırılsa da.

    günün ve belki de festivalin en bomba sürprizi 70 sonları punk devrinin hollandalı temsilcilerinden, şimdinin tatlı amca ve teyzeleri olmuş, gitar, bas, davul minimal üçlüsünü 50li yaşlarına rağmen optimum seviyede, enerji kaybetmeden kullanan the exin 16.00daki pavilion sahnesindeki konseri oluyor. birkaç (nispeten hareketli) avrupalı'nın arasına 2 yağız türk olarak karışınca, ufak sahnenin önünde ufak çaplı bir pogo başlatmak işten bile olmuyor (her yerde yapılmasını tasvip etmem ya; yeri ve zamanında da uygulamadan kaçınmamak lazım). tabii, her duruma anında tepkili roskilde görevlileri bu durumda da hemen kıllanıyorlar ama aralarında bir kaç anarşist görünümlü ve birkaç "yitik" arkadaşın da bulunduğu bu grubu dağıtmaktansa; (avrupai) çözümcü bir biçimde diğer seyircilerle biz azmış heriflerin arasında çemberden bir duvar örerek hem onları korumayı hem de bizi engellememeyi akıl ediyorlar bir iki telsiz görüşmesi ve koordinasyon ile. bize de deliler gibi eğlenmek kalıyor; en sonunda ufak bir "güneş gözlüğü" kaybı krizi ile.

    bu güneş gözlüğü kaybı bambaşka bir sürprize yönlendiriyor bizi. bir önceki konserde düşmüş mü mantığıyla bir önce konser izlediğim sahneye yhönlenirken; orange blossom ile tanışıyoruz. göçmen fransızlardan ilahi müzikler. sanki bir tony gatlif filminin içindeyiz. önce mauritanya çöllerinden cezayir'e uzanan ezgiler; avrupa'ya ufak geçişler ve arap çölleri ve orta doğu, anadolu havalarına doğrun seyreylen bir repertuvar, bol bol darbuka ve kendinden geçen seyirciler. hem de hepsi, bir deftones konseri pahasına da olsa!.. the ex'in üzerine orange blossom ufak sahnelerin bir festivali nasıl bir gerçek festival yapabildiğini gösteren en güzel sürprizleri oluyor roskilde 2006'nın...

    maynard bizi diskoya götür

    saat 19.00da primal scream ana sahnede mütevazi ama eğlenceli bir konser veriyor. belki ön sıradan izlendiğinden, belki de gerçekten o sahnenin onlara ufak durmamasından ama her halükarda bobby gillespienin karizmasından da olsa gerek; tool'a iyiden iyiye hazırlayan bir konser izliyoruz. bu arada tool için ön sıra kuyrukları oluşmaya başlamıştı bile primal scream'e girerken...

    toolun nasıl büyük bir ilgi göreceğini tahmin etmiş olmalı kı organizatörler; konseri zamanında yapabilmek için primal scream ile aralarına 3.5 saatlik bir dilim koymuşlar. dolayısıyla tool'dan önce yaklaşık 2 saatlik bir hazırlanma süreci oluyor. bu da, ancak saatlerdir sırada bekleyenlerin içeri girmesi, seyirci düzeninin kurulması ve hepsinden öte sahnede inanılmaz bir şov yapacak olan tool'un bütün sahne düzeninin hazırlanması için gereken vakit oluyor. maynard james keenan ve arkadaşları sahneye çıktıklarında ilk defa bir konseri en en önden izleyenler arasında olmak epey keyifli geliyor. konser başlar başlamaz dev sahnenin yanlarındaki dev ekranlarda da, farklı zaman ve mekan boyutlarından gelen bilgisayar efekti şovlar hipnotize görevini başarıyla üstleniyor. sonraki 1.5 saati tasfir etmek biraz zor. yarım saatin sonunda girilen schism ile kayış bir yerden sonra kopuyor. keenan bütün konser boyunca hafif arkaya doğru eğik, mikrofonu emin ve (uzun) ellerle dik bir açıda tutarak, "sahne benim" mesajını veriyor. aralarda, görevli kıyafetlerinden giyip, seyirciye fener tutarak "hey, sen, biletini göster" tarzı foucault'cu disiplin tarzını (ertesi gün, waters'ın yıllardır yaptığından biraz daha farklı ama kinayeli) bir biçimde (biz o an aptallaşmış olsak bile) seyircilerle eleştirirken; arkasından giren atak davulların ve basın eşliğinde bir şarkıdan öbürüne atlıyor, tam bu sırada da ekranlardaki kızrmızılar siyahlara, ateş küreleri, bilinmeyen mağaraların içinde "çıkış" arayan zombi iskelet görüntülerine dönüşürken. sürprizlerle dolu "ağır" günün bütün ağrılara rağmen bitmesini istemiyoruz.. onlar da hemen inmeye hevesli değiller. 1 saat 45 dakikalık bir orgazm denemesinden sonra; ruhumuzu bir günlük daha saklamamızı uygun görüyorlar ki, cumartesi gecesini (ne amplifier ne hime dahi kulak asmayacak) zirvede, kamp bölgesinin yolunu gösteren işaretlerle bitiriyorlar...

    the lunatics are on the grass

    organizatörler, 170e yakın grubu (ki birçoğu aynı dönemlerde başka festivalleri de ziyaret ediyorlar) 4 günlük bir programa koyarken; pazar gününe bu kadar çok ağır top kalacağını ve seyircileri zor seçimlerde bırakacaklarını heralde önceden düşünemediler. arctic monkeysi arena'da izleyip, sonra placeboya kalırsak yerimizi kaybetmeyiz ve oradan da franz ferdinanda akabiliriz orange stage'de diyen biri; kaiser chiefs, wolfmother ve the strokesu kaçırmayı baştan göze almış oluyor. ve tabii hepimiz roger watersı bekleyeceğimiz için odeon sahnesindeki 21.15- the raconteurs konseri açıklandığı anda yalan olan bir konserdi. animal collective ve killl gibi projelere uğrayacak vaktimiz dahi olmayacak zaten bu son günde. gene de elimizdekilerle yetinmek gerek!

    arctic monkeys saat 15.30 sularında arena'da boy gösterdiğinde seyircinin yaş ortalaması yaklaşık 16 idi. çok büyük sorun olmamalı; zira çalanların yaş ortalaması ile aralarda çok büyük fark yoktu. fakat 21 (gibi genç bir) yaşta bile dünyanın en büyük festivallerinden birine gelen biri için beklenen gruplardan birinin hem seyirci hem de müzisyen yaş ortalaması kendi yaşından ufak olunca, insan kendini biraz yaşlanmış bile hissedebiliyor.. kısa şarkıları olan grubun konseri de 1 saatin biraz altında sürüyor. bu arada, ilk gün süpermarkettten alınan ve sürekili sıcaklık değişimleri sonunda sirkeden beter olan şarapları son gün konserler sırasında içme fikri arctic monkeys'de midelerin ve kafaların baştan sikilmesi ile sonuçlanıyor. dolayısıyla ne arctic monkeys de çılgınlar gibi zıplanabiliyor, ne de bir sonraki placebo konseri adam gibi yerinden izleniyor.. arctic monkeys sahnede "2 günde (hem de internetten) şöhret olduk" havasını pek yansıtmıyolar. hem belli belirsiz bir amatör heyecana sahipler, hem de seyirci ile iletişimleri iyi. fake tales of san francisco, mardy bum, i bet you look good on the dancefloor tabii ki çalıyorlar ve pek de sürprizli bir konser olmuyor.

    placebonun performansı ile beklediğimin bile altında. istanbul'da 2000de izleyememiştim onları ama 2003'teki konserden pek de memnun kalmamıştım. yeni albüm yayınlayan gruplar tabii ki ağırlıklı olarak bu albümden çalarlar. sleeping with ghosts çok iyi değildi, konserde de "sırf" oradan çalmadılar ama sonuç fena değil bir şey idi. roskilde ise tam bir hayal kırıklığı. grup 2006 turnesi için çok kötü bir setlist hazırlamış. albümün ilk 5 parçası ile açılan 5 parçadan sonra araya bir black eyed sıkıştırılıyor; sonra albümün 6, 7 ve 8 parçaları, bir bitter end, bir (kötü) every you every me ve bir iki ıvır zıvır daha. konseri çimlerde baş ağrısını dindirmek için yatarak dinlediğime değil, the strokesa şans vermediğime yanıyorum..

    günün beklenen sorusu, 2 sene önceki festivalin gözdelerinden morrissey gibi franz ferdinandın da bu sene arena'dan orange'a terfii sırıtacak mı idi. morrissey gibi olmadı sanırım. neredeyse yarı yarıya ilk ve ikinci albümden takıldılar. gene bariyerlerin önündeki seyirci iyiydi, arka sıralar çok zayıftı. konseri konser yapan en önemli şeylerden biri de bu. festivale biraz "genç" işi katan ufak yaş ortalaması bu gibi konserlerde ön sıralardaki enerjinin kaynağı olarak olumlu bir noktada duruyor. onlardan kaçmak ise "gazı kaçmış kola" tadında bir franz ferdinand konseri izletiyor bünyeye. orange stage onlara da ufak kaçmadı, alex kapranos her zamanki sevimliliğindeydi. sanırım sadece take me outta tüm kitle kendini konsere verebildi. bu sırada roger waters için iki tarafta da (ön sıra için) başlayan kuyrukları teftiş ettiğimizde; sanırım türkiye'de emekli sandığı, bağkur kuyruklarında bile (muhtemelen dünya savaşları zamanında temel ihtiyaç maddeleri karşılama kuyrukları hariç herhangi bir kuyrukta) göremeyeceğimiz uzunlukta bir şeyler görmeye başladığımı ve kuyruğun başı ile sonunu tam olarak anlayamadığımı anımsıyorum. çok önemli bir tercih anı ile karşı karşıya kaldık. ya o kuyruğa girilecek, şans denenecek ve saatlerce beklenecek, ya da franz ferdinand'ın ultra ilgi çekici olmamasının da şansı ile bariyerlerin arkasındaki az insanın içinden bariyerlere yapışılacak bir konuma gelinecek ve roger waters efsanesi uzaktan da olsa, önümüz ve ufkumuz açık izlenebilecekti (zaten pulsevari bir şey bekliyorsak, ışık ve sahne şovlarını biraz da uzaktan izlemek iyi olabilrdi. tooldaki gibi boyun tutulmalarına gerek yoktu). zaten 65 üstü seyircilerin alındığı tek gün olan pazar gününe roger waters'ın festivalin kapanış konseri olarak konulması oradaki herkes ama herkesin müthiş bir şekilde konsere eşlik edeceği anlamına gelmiyor muydu?

    her ne olursa olsun, deliler, çimlerin (veya otların) üzerinde ve her yerindeydi...
    roger waters konseri 110.000 kişiyi aynı anda nasıl kendinden geçirebilirsiniz'e bir cevaptı. hem de aynı mekanda, aynı atmosferin içinde... bolca para, bolca deneyim, müthiş bir orkestra, yaklaşık 40 yıllık bir müzik birikimi, dünyanın en büyük grubunun beyni olmak, onlarla kavga etmek, hırslara bürünmek; büyüdükçe büyümek (kızdırmak ama aynı zamanda mest etmek) gibi bilinmeyenlerin bir araya gelmesini gerektiren bir denklem bu! waters formülü çok iyi biliyor. burayı okuyan birçokları da. istanbul konserinden çok farklı olduğunu düşünmüyorum (boyut farkı hariç). playlist aynı; uzunluk da aynı. 2 saat 45 dakika ile, vücudumun her yerinin ağrıdığı ve kendimden geçmek için kendimi bıraktığım anlarda (ve gene güvenliğin hemen rahatsız eder bir şekilde "iyi misin" -evet, iyi niyet de çok iyi ama biraz kendimizden geçelim be kardeşim- soruları eşliğinde) bir festivalin bundan iyi bitemeyeceğini 10binler gibi ben de düşündüm.. konser için söyleneceklerin çoğu başka ortamlarda zaten söylenmiş. set the controls for the heart of the sun ilk defa dinleyen arkadaşımla, 50. defa dinleyen benim hissettiklerim çok farklı olamazdı. syd barrett ın birkaç gün sonra vefat edeceğini bilseydi roger waters neler düşünürdü bilemiyorum ama; onun görüntüsünün aktığı her an bazı seyircilerin başka şeyler hissettiklerini gözlemek de zor değildi. have a cigar çaldı adam daha ne yapsın? konser belki de

    roger waters: performing bits and pieces of everything (especially the wall, wish you were here) and complete dark side of the moon olmalıydı.

    toolda teslim etmediğimiz ruhumuzu burada bıraktık! devasa sahne muhteşem ışık şovlarıyla sallandı, waters'dan sonraki organizatörlerin teşekkürler konuşmalarını anlamadık, sabah çamurlu gölde temizlediğimiz vücudumuzun hiçbir yerini hissetme gereği duymadık, kulaklarımın bedenimin bir parçası olmadığını, sabah t-shirtle çıktığım alanda "yarım ay" (evet dark side of the moon bundan daha güzel nasıl bir ortamda dinlenebilirdi?) ın altında üşüdüğünü de hissedemedim aynı vücudun... ertesi gün çadırları çantaları toplamak için heralde önümde yaklaşık 20 gün daha vardı uyuyabileceğim ve her şeyi tekrar rüyamda görebileceğim.. ayın karanlık yüzünü de görmüştük ve görülecek bir şey kalmadı. ya da aslında; "karanlık bir yüz yoktu. her şey tamamen karanlıktı." ya da tamamen aydınlık..


    (hergele - 7 Ekim 2006 15:39)

  • comment image

    180 değil 380 avroyu bile hak eden festivaldir.yukardakilerden sadece bir tanesi gelse burada hezarfen'i doldurur.* *** *


    (onn - 11 Mart 2006 23:08)

  • comment image

    başlamasına 20 saat kalmış, dünyanın sayılı müzik organizasyonlarından biridir. biletlerin bittiği söylenmektedir bu da 75.000+ kişinin festivale geleceğini öngörmektedir.


    (xeroquark - 24 Haziran 2006 11:42)

  • comment image

    ekşi sözlükfelixia ve hergele olarak temsil ettiğimiz, damardan müzik enjekte eden, sahneden sahneye koştururken bünyeyi haşat eden, 6 günde 30'a yakın konser izlettiren, burundan toz formatında sidik yutturan, müziğe doyurmayan, tam tersine tadından yenmediği için müzik açlığını iyice arttıran, "seneye de gelmezsem şerefisizim ulan" dedirten, kulak pası silici, akılla zarar, şahane bir festival olmuştur. ayrıntılar için beklemede kalınız.


    (felixia - 5 Temmuz 2006 02:54)

  • comment image

    part i:

    yıllardan beri, festivali takip ettiğim kaynak olan ve bana düzenli olarak e-mail ile haberler yollayan “roskilde newsletter”; aylardan beri beklediğimiz line-up’a haziran başına doğru yaklaşık 100 tane de grup/sanatçı eklendiğinde nedense hala içimizi titretecek bir “headliner” veya yeni/çıkışa geçmiş bir “upcoming band” veya geri dönüşünü muhteşem bir şekilde gerçekleştirecek bir efsane göremedik. belki roger waters burada bir istisna sayılabilir (aslında çok da geçerli bir istisna!) hal böyle iken; 2003’te metallica, iron maiden, queens of the stone age, blur veya coldplay’li; 2004’te müthiş geri dönüşü gerçekleştirmiş morrissey, veya yılın bombası franz ferdinand’lı (hepsi pixies, david bowie, iggy veya korn’un yanında); 2005’te audioslave, black sabbath, foo fighters, duran duran ve interpol’lü listeler karşısında 2006, hem de glastonbury’nin yapılmadığı bir yılda, gene aynı hafta sonu gerçekleştirilen rock werchter festivali karşısında sanki biraz daha zayıf bir alternatif sunuyor görünüyordu. sadece isminin ve geçmişinin tüm festivalleri yutabileceğini iddia edebileceğimiz bob dylan, şahsımı çok fazla olmasa da, çok insanı ilgilendiren guns n’ roses veya en basitinden dünyanın en iyi müziğini yapan grubun beyni roger waters tabii ki bir türk okurun, işbu satırlarda yapılan serzenişe içerlemesine neden olacak bir potböri sunuyordu elbet. fakat zaten hepsinden önemlisi; son bir iki yılda arkadaşlarımızı temsilci olarak gönderdiğimiz ve ünü artık memleketimizde de iyiden iyiye yayılan “gerçek festival deneyimi” roskilde’nin ne olursa olsun, katılan için paha biçilmez bir deneyim yaşatacak olmasıydı. 6 tane sahnede 4 (+3) gün boyunca devam edecek müzik, keşfedilecek grup/sanatçının cazibesinin yanı sıra; festivalin bir bütün olarak sağlayacakları bütün bu tartışmaları; o turuncu sahneye kim çıkarsa çıksın etkisiz hale getirecek cinsten etkenlerdi. bunu da yıllardır özümsemiştik artık. dolayısıyla, yapmamız gereken tek şey, güzel bir hava için dua edip, festival haftasının gelmesini beklemekti. hem de; danimarka’da geçirilecek bir “bahar dönemi” değişim programı için ta bir yıl önceki yaz başvuru yaparken, motivasyon mektubuma, “büyük bir festival deneyimi ile sona erdirmek istediğim” bir dönem olarak kaydetmemiş miydim bu anı?

    geçen seneki güzel havada çekilmiş fotoğrafların, internet sitesinde epey ilgi toplamasının da büyük bir katkısı olacak ki, festival biletleri birkaç yıl sonra ilk defa tamamen satıldı. bunda glastonbury festivali’nin bu sene lisans anlaşmaları ile ilgili bir husustan dolayı yapılmamasının da etkisi büyük olacak ki, festival haftası boyunca alanda dolaşan “cheers, mate”ci ada’lıların yoğunluğu da çok rahat fark ediliyordu. tüm biletlerin satılması, yaklaşık 22.000i gönüllü 32.000 çalışan ile birlikte, festival alanında 110.000 kişi ile canlanacak toplam 1 milyon 250bin metrekarelik bir alanda geçirilecek bir haftaya işaret ediyordu. bu, yıllardır yurtdışında gördüğü festivallere özenmiş, kendi büyük açık hava rock festivali ilk defa 2000 yılında ömerli’de gerçekleşmiş (içinde bulunma şansına o zaman erişebildiğim) kitlenin gördüğünden yaklaşık 7-8 kat daha büyük bir kalabalık anlamına geliyordu. son yıllarda ülkemizde de benzer bir şekilde yaş ortalaması giderek aşağıya çekilen festivalleri bir yana bırakırsak; 2000’deki h2000’de özellikle o anı yıllardır bekleyen katılımcıların yukarılara çektiği yaş ortalaması çıtası, benim için şaşırtıcı bir biçimde roskilde’de de epey aşağılarda seyrediyordu (en azından konser alanlarında en önü kapan seyirci yaş ortalaması). her ne kadar, festivalin son günü 65 yaş üstü katılımcılar için tek serbest giriş günü ve bu günün kapanış konseri roger waters, hem de festivalin birinci “headliner”ı bob dylan iken halihazırda, 1 haftalık eğlence, alkol, toz, toprak, üre ağırlıklı festival için çok fazla yadırganmaması gereken bir durum olmalıydı bu. belki tüm bunlar dünya kupası çeyrek finallerini evinde rahatça izlemek isteyen babalarla; festival ortamında bu heyecana ortak olacak gençler ile de bir nevi açıklanabilecek bir formül oluşturmuş olabilir. sonuç olarak, 3 türk arkadaş, elimizde, 110.000 kişilik bir katılımcı listesi ve 170’den fazla sanatçı/grup ile günde 16 saate varan aralıksız müzik şöleni ve kendine has “insan hakları” hareketleri, sivil toplum kuruluşları ve “hümaniter odak”ı ile avrupa’nın en büyük festivallerinden birinin bileti ile, bu kalabalıkları her yıl bu dönemde görmeye alışık roskilde kasabasının yolunu tuttuk.

    110.000 kişilik kasaba

    çadırımızı devasa kamp alanın doğu kısmının güneyine doğru, danimarkalı ve isveçli arkadaşların kamp alanına atıp; çeşitli badireleri atlattıktan sonra, pavilion sahnesinin kamp yapılan ilk 3 gün için dönüştürülmüş hali pavilion jr.’da birkaç grup izleme şansımız oldu. fakat, asıl konserler perşembe günü saat 17.30da odeon sahnesinde, rock n coke kapsamında da türkiye’yi bu yaz sonu ziyaret edecek olan editors konseri ile başladı. britanyalı topluluk, hatırı sayılır britanyalı seyirci desteğini de arkasına alarak, 1 saatlik enerji ve melankoli dolu performanslarıyla festivalin açılışını yaptılar. günün hatırı sayılır konseri orange stage’in de ilk gün kapanışını yapacak ve festivalin 2. büyük headliner’ı olarak lanse edilen guns n’ roses konseriydi. saat 20.00’de ünleri belçika’dan avrupa’nın geri kalanına yayılmış, 6 yıl aradan sonra son albümlerini geçen yıl piyasaya sürmüş deus, arena’daki konserini yaklaşık 1 saatle sınırlamadan hemen önce, seyircilerin çoğu orange stage’e hareketlenmeye başlamıştı bile. yoktan var ettiği yeni kadrosuyla hayranlarının karşısına çıkacak axl rose hakkında günün ilk saatlerinde, birkaç gün önce başka bir konserlerinden sonra tutuklandığı haberleri zaten kulaktan kulağa yayılıyordu. 90lı yılların başında ergenlik çağını yaşayanlar için bir efsaneye düşmüş figür, konsere yaklaşık 55 dakika geç başladığında saatler 21.55 olmuştu bile. bir yandan, sahnedeki dizilişten anlam çıkarmaya ve üyeleri tanımaya; bir yandan “sweet child o’ mine” dan hemen önceki gitar solosunu takip etmeye çalışırken, axl rose’un ne kadar ihtiyarladığını ve şişmanladığını hayretler içerisinde takip ettik. fakat kendisi ne sesinden ne de enerjisinden bir şey kaybetmiş gibi görünmüyordu. ilginç gitar solosunun sweet child’a intro olduğunu anladığımız an, bir şarkı için daha kalmaya karar verdik; fakat 6 parçadan sonra, arena’daki 22.30da başlayan sigur ros konserini kaçırmamanın daha akıllıca bir fikir olduğuna emindik. ne de olsa, hepimiz 80 sonları 90 başları grunge ve hair metal kasırgasını ıskalamış; bunları sonradan takip eden bir nesil olarak sigur ros’un shoegaze tınılarına kendimizi vermeyi daha mantıklı bulmuştuk. perşembe gününün kapanış konseri bu açıdan kesinlikle tüm beklentileri karşılayacak bir havadaydı.

    sahneye vardığımızda konser henüz başlamıştı ki bu kadar tıklım tıkış bir sahne beklemiyorduk. iskandinav boy ortalaması engeline bir kez daha takılarak arkalarda; daha ziyade ekranı ve çadırın üzerine yansıyan gölgeleri seyretmek ve hipnotize eden müziğe kendimizi kaptırmakla yetiniyoruz. bütün basmakalıp klişelerin geçerli olduğu; meleksi vokali ile jón sór birgisson’un, çoksesli ama saf ve duru enstrümanlarıyla grubun geri kalanının; hissettirdikleri karanlık ve belki de aynı zamanda kör edici derecede beyazlara bürünmüş, nefes zorluğu çektiren “mentollü” müziğin ve sahneyi boydan boya kat eden kırmızılar içerisindeki aktörlerin; ekrandan akan simge, görüntü ve renkler ile bir bütün oluşturduğu konser festivalin kesinlikle en iyi beş konserinden biriydi. şahsen, aylarca ertelediğim ve etrafımda pek yaygınlaşan sigur ros’u keşfetme şansına böyle bir canlı performans ile erişebildiğim için roskilde’nin nelere gebe olabileceğini daha iyi anladım bu ilk gecede.

    ikinci günün açılışını, yerel bir üne kavuşmuş veto ile yapıyoruz. troels abrahamsen’in vokalleri interpolvari melankolik post-rock tınıları ile bezenmiş bir sound’a sahip grubun en güçlü elementlerinden biri. zira, grup bir sene içerisinde başarılı bir albüm yayınlayarak, önce yerel konserlerde iyi bir dinleyici kitlesi oluşturmayı ve daha sonra da odeon sahnesinde roskilde’de yer almayı başarabilmiş. fakat bizim için günün ilk, önemle beklenen ismi saat 14.00’de arena’da arz-ı endam edecek olan gogol bordello. geçtiğimiz sene içinde yayınladıkları albümleri, ve hit single “start wearing purple” ile “küresel” bir üne kavuşan grubun en önemli özelliği sahne performansları. zaten çingene ateşini en iyi hissedebileceğiniz yer, sahneyi tamamen kendi çöplüğüymüş gibi kullanan eugene hutzve orkestrasının bütün enerjileri ile karşınızda oldukları yerdir. son albüm ağırlıklı hazırladıkları şarkı listesinde ön plana çıkan şarkılar “dogs were barking”, epey değişik yorumuyla “start wearing purple” ve klasikleşmiş ve 9 buçuk dakikalık bir şölen havasında geçen kapanış parçaları “baro foro”. bilindiği üzere, 2000 yılındaki 9 kişinin ölümü ile sonuçlanan pearl jam konserinden sonra güvenlik önlemlerini en üst düzeyde tutan festival yetkilileri; herhangi bir konserde, seyirciler arasında oluşacak en ufak itişmeye de mahal vermemeye çalışıyorlar. dolayısıyla, 1 saat boyunca deliler gibi dansettiğimiz bu konserin başında da, görevlilerden kuşku dolu bakışlar yakaladıysak da, konserin ilerleyen bölümlerinde sahne önünü doldurmaya başlayan ve ritme ayak uydurmak zorunda hisseden herkesin hareketlenmesi sonucu; sahne-seyirci şölenine onlar da tebessümle ayak uydurmaktan başka bir şey seçenek bulamadılar. (bu arada, görevlilerin, tamamen güneşli ve sıcak bir havada seyreden festival boyunca özellikle susuzluğa karşı sürekli su dağıtmaları ve baygınlık/hastalık geçirme ihtimali gördükleri herkese derhal ilkyardım müdahalesi yapmaya çalışmaları konularında ne kadar profesyonel ve başarılı çalıştıklarının da altına çizmek de yarar var.) dansçı kızlar; çingene çalgıcılar ve küresel punk ateşi bir kez daha, morrissey’in 2004’teki efsanevi geri dönüş konserini verdiği, arena sahnesindeki seyircileri mest eden bir gösteriye dönüşüyor.

    ince hesaplar

    2000’deki pearl jam faciasından sonra; orange stage’in önündeki devasa alandaki izleyici dağılımı için festival görevlileri bu yıldan sonra yeni bir sistem oluşturmuşlar. bu şekilde, sahnenin önündeki yaklaşık ilk 50 metrelik alan, artık ülkemizde de duymaya alışık olduğumuz “sahne önü” bölümünü oluşturuyor. bu alan arkadaki büyük alandan güvenlik demirleri ile ayrılıyor. aynı zamanda bu alanın içi de iki ufak alana bölünmüş. bütün bu ön alana girmek içinse, konserden önce sahnenin iki yanındaki giriş bölümlerinde sıraya girmek gerekiyor. ana alanda yer tutmak için ise sadece erkenden bu alanda bulunmak yeterli. bu bilgiler ile ince hesaplar yapan bizler orange’daki, örneğin günün 2. konseri olan morrissey konseri için ilk konser olan kaizers orchestra’dan daha ön sıralara yerleşmeyi planlıyoruz. evdeki hesaplar çarşıya uymuyor.

    orange’daki; arjantin – almanya maçı boyunca arjantin golü (ve yanlış bir istihbarat olarak gollerini) sevinç ile duyuran çılgın vokalist ve buldukları her şeyden müzik üretmeye çalışan gaz maskeli orkestra üyeleri ile, “iskandinavya’nın en ünlü grubu” kaizers orchestra konseri öncesi düşündüğümüz planları uygulamaya geçirmeye karar veriyoruz. fakat, iyi bir yer tuttuğumuz bu eğlenceli konserden sonra, herkesin ön alanları, temizlik için boşaltması ve her konser için tekrar tekrar sıraya girmesi gerektiğini öğreniyoruz. alandan çıktığımızda ise morrissey için başlayan kuyruk çoktan bira standlarının arkasına kadar uzanmış. demek ki, orange’daki bazı konserleri önden izlemek için bir önceki konseri feda etmek gerekebilecek.

    morrissey’i ana bölümden izlemek çok büyük bir üzüntü yaratmıyor. zira, istanbul’daki konsere gidenler dahi, aynı şarkı listesini morrissey’in bis’iyle birlikte dinleme fırsatına sahipti. roskilde’de ise, orange’da genel geçer (istisnalar hariç) bir kural olması ile, bis genelde yapılmıyordu ve istanbul’da 3 kere gömlek değiştiren moz’u burada 2 değişiklik ve yüzünde çok da hevesli olmayan bir tavırla karşıladık. belki bunun sebepleri, konserin epey aydınlık bir havada saat 19.00da başlamış olması, morrissey’in haklı olarak tanıtmaya çalıştığı son albümünün bir önceki kadar başarılı olmaması, orange’ın fazla büyük olması, seyircinin tamamının ise hazır olmaması; veya bunca yıldır ne yapacağını az çok kestirebilmiş morrissey’in o gün “böyle” hissetmesine bağlayabiliriz. the smiths’ten “panic” ve bir önceki albümden “first of the gang to die” ile “let me kiss you”nun alıp götürdüğü anlar dışında “how soon is now” (öncesinde morrissey, “still asking the same question (halen aynı soruyu soruyoruz) diyerek girişi yapar) ve “irish blood, english heart” ile yapılan kapanış konserin kayda değer anlarındandı. belki beklentilerin yüksekliği ve belki de, samimi bir konser havasının yakalanamaması, genel anlamda uğradığımız hayal kırıklığının başlıca sebepleri olarak hafızalara işlendi. sabırsızlıkla büyük ozanı beklemeye başladık.

    festival boyunca, çok geniş bir içerikle hazırlanmış festival kitapçığından sanatçı tanıtımlarını okurken bob dylan’a fazla göz gezdirmemiştik bile. yeni bir stüdyo albümü çıkardığı haberlerinden uzak kaldıysak da, bu konserde, dünya müziğine kazandırdığı 50den çok albümünden, çok geniş bir repertuarda, fazlaca bilindik şarkılara yer verileceğini ümit ederek bekledik konserin başlangıcını. konser boyunca ise, bob dylan alışılagelmiş anti-sosyalliğinde seyircilere bir kere bile “merhaba” demezken her şarkının sonunda sahnenin kararması, orkestranın iki adım geri yürüyüp tekrar sahnedeki aynı noktalara geri dönmeleri ve yeni şarkının girişi ile formülize edilmiş bir konser izledik. klavyesinin başından ayrılmayan, arada bir mızıkasını eline alan ve herhangi bir gitara 5 metreden yakın durmayan efsane maalesef, pek onu anlayamadığımız bir dilden konserini icraa etti. bis ile birlikte çaldığı 12 parçadan, ben sadece sonuncusu olan “all along the watchtower”ı epey değiştirilmiş haliyle zar zor tanıyabilirken, “muhtemelen hep yeni albümden çaldı” diye düşündüğümüz parçaların hepsinin ünlü parçaların değiştirilmiş (epey dramatik bir şekilde olsa gerek!) halde olduklarını asla kestiremedim. belki yeteri kadar bob dylan repertuarım geniş değildi; fakat, farklı (ama nispeten sıkıcı) bir bob dylan dinlemek ve folk puzzle’cılık oynamak isteyenler için ideal olabilecek, bizler için ise epey hayal kırıklığı yaratmış bir konser oldu. günün diğer beklenen ismi 00.00’da sahne alan death cab for cutie; aşırı yorgunluğun ve serin akşam esintisinin kurbanı olurken, gecenin geri kalanı çadır alanında ısınmaya çalışmakla geçti.


    (hergele - 10 Ağustos 2006 20:12)

Yorum Kaynak Link : roskilde 2006