Süre                : 2 Saat 33 dakika
Çıkış Tarihi     : 25 Şubat 1982 Perşembe, Yapım Yılı : 1982
Türü                : Drama
Ülke                : Avusturya,Doğu Almanya,Fransa,Italy
Yapımcı          :  France 3 (FR 3) , Franz Seitz Filmproduktion , Gaumont
Yönetmen       : Hans W. Geissendörfer (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Hans W. Geissendörfer (IMDB)(ekşi),Thomas Mann (IMDB)
Oyuncular      : Werner Eichhorn (IMDB), Rod Steiger (IMDB)(ekşi), Marie-France Pisier (IMDB)(ekşi), Flavio Bucci (IMDB), Christoph Eichhorn (IMDB), Hans Christian Blech (IMDB), Alexander Radszun (IMDB), Margot Hielscher (IMDB), Gudrun Gabriel (IMDB), Ann Zacharias (IMDB), Irm Hermann (IMDB), Kurt Raab (IMDB), Rolf Zacher (IMDB), Helmut Griem (IMDB), Charles Aznavour (IMDB), Balduin Baas (IMDB), Sven-Eric Bechtolf (IMDB), Stefania Bianca (IMDB), Wilfried Blasberg (IMDB), Erika Dannhoff (IMDB), Uller Dubi (IMDB), Gerlinde Eger (IMDB), Buddy Elias (IMDB), Polo Espinoza (IMDB), Hans-Heinz Jochmann (IMDB), Johanna Karl-Lory (IMDB), Felicitas Kirchgässner (IMDB), Carla Kirchner (IMDB), Micky Kley (IMDB), Ann Kligge (IMDB), Angela Klingenberg (IMDB), Roswitha Koennecke (IMDB), Angelika Kraml (IMDB), Evelyn Künneke (IMDB), Ah Yue Lou (IMDB), Peter Maloney (IMDB), Leslie Malton (IMDB), Maria Manni (IMDB), Lisa Manus (IMDB), Renate Muhri (IMDB) >>devamı>>

Der Zauberberg (~ The Magic Mountain) ' Filminin Konusu :
Der Zauberberg is a movie starring Werner Eichhorn, Rod Steiger, and Marie-France Pisier. Hans Castorp, fresh from university and about to become a civil engineer, comes to the Sanatorium Berghof in the Swiss Alps to visit his...


  • "hans sözde heteroseksüelliğine kavuşsun diye mi alplere gitmiştir ödip ödip"
  • "(bkz: daha gelmem davos'a)"
  • "peyami safanın dokuzuncu hariciye koğuşu romanını hatırlatan roman"




Facebook Yorumları
  • comment image

    zauberberg'in yan karakterlerinden biri doktor krokovski. baş doktorun asistanı olan krokovski, sanatoryumda her pazar bir konferans vermektedir. konusu psikolojidir. kitap boyunca hans castorp'un diğer maceraları yanında araya birer ikişer sayfa bu konferanta anlattıkları girer.

    thomas mann acımasızca komiktir, ironik bir şekilde krokovski'nin hezeyanlarını anlatır.

    önce aşk hakkında verdiği bir konferansta aşkın tamamen hormonel olduğu yolunda teoriler atar ortaya. yani: psikolojik davranış biçimlerini belirleyen tıbbi, mekanik süreçlerdir. insanın bireysel bir insiyatifi yoktur, hormonlarının esiridir.

    daha sonra bilinçaltına ve hipnoza merak salar krokovski. insanın hala bireysel bir insiyatifi yoktur, bu sefer hormonlar değil, bilinçaltı tarafından yönlendirilmektedir. hormonlar söz konusuyken ölçümlere dayalı birim bize insan davranışını açıklayabilecekken; bilinçaltında bilimadamının elindeki silah hipnoz olur.

    bu noktada hipnoz yapan bir bilimadamının nasıl da ruh çağıran bir medyuma benzediğini hatırlatırım. sen git, ruhun gelsin, sen git, bilinçaltın gelsin. uyandığında kişi hiçbir şey hatırlamaz, bilinçaltı, sanki bir ruh gibi vücudu ele geçirmiştir.

    kitabın sonlarında hans castorp'un 7 senelik sanatoryum ikameti, bir takım trajik olaylar ve sevdiği kadının sanatoryumdan ayrılması üzerine sona yaklaşmaktadır. sağlığı konusunda beliren bir takım umutlara karşı kayıtsızdır, bu ana gelindiğinde 7 sene boyunca severek kaldığı sanatoryum artık gitgide daha sıkıcı bir hal almaya başlamıştır onun için. ama tekrar medeniyete inmek fikri de çok sıcak gelmemektedir. castorp'u bu anda belirleyen şey tam bir iç sıkıntısı, hedefsizlik, bıkkınlık halidir.

    aynı hal, artık savaş yıllarına yaklaşırken, sanatoryumun diğer hastalarını da sarmıştır. sanatoryumda sık sık kavga çıkmakta, insanlar kendilerine her gün yeni bir eğlence aramaktadır, her olay büyümekte, insanlar tetiktedir.

    bu dönemde krokovski, psişik güçlere sahip olduğu düşünülen bir hasta üzerinde deneyler yapmaya başlar. sanatoryum ahalisinin yakından takipleri üzerine bu deneyler sanatoryum içerisinde seçilmiş bir grubun katıldığı ruh çağırma seansları yapılır. kız, bir ruhla irtibat halinde, bilmesi şaşırtıcı olan şeyleri bilmektedir.

    şimdi misal yılmaz güney'in "umut"unu hatırlıyorum. orada, 1960ların adana'sında fakir bir arabacıyı canlandıran güney tüm şansını varlığından haberdar olduğu bir definenin yerini dua okuyarak bulacak olan bir hocaya, evliyaya bağlıyordu. cabbar karakterinin hocanın doğaüstü güçlerine olan inancı, sınanması gereken bir inanç değildi, direk inanıyordu. cabbar'a göre böyle şeyler vardı, varolması irrasyonel değildi. belki hoca bir dolandırıcı olabilirdi, ama bu doğaüstü güçlerin olmadığı anlamına gelmiyordu.

    savaş öncesi avrupa'sında geçen büyülü dağın sanatoryumundaki ahali için, bir ruhla konuştuğunu iddia eden bir kız bilimadamının eline emanet ediliyor. çünkü doğaüstü bilimin alanı. tıpkı "bilinçaltı" gibi, bilim bilinmeyenle uğraşıyor. bilim artık "şeylerin" arkasındaki kanunu buluyor soyutlayarak. misal toplumu hareket ettiren güçlerin; bu adam smith'de "piyasayı yönlendiren görünmez el", marx'da ise "tarihin motoru sınıf çatışması".

    toplumsalda "toplumu yönlendiren" arandığı gibi bireyselde de "bireyi yönlendiren, bireyin ulaşamadığı" aranıyor. bilinçaltı, hormonlar. darwin'in determinizm dolu kanunlu dünyasında artık herşeyi tek bir kanuna bağlamak gerekiyor; o "bilinmeyen"in ne olduğu, nasıl işlediğinin çözülmesi gerekiyor.

    sonradan modernizmle ilgili rastladığım bir makalede 1890larda birçok psişik güçler cemaati kurulduğunu okudum. ahmet hamdi tanpınar'ın "saatleri ayarlama enstitüsü" gibi romanlarda da örneğine rastladığımız bu cemaatlerin ilginç yanı şu: normalde bir medyuma fal baktırmaya giden ayşe teyze bunu geleceğini öğrenmek için, nasıl davranması gerektiğini bilmek için yapar. ama bu cemaatlerin ruh çağırma seanslarına katılan insanların ortak özelliği "bilinmeyenle karşılaşmak" tecrübesini, sansasyonunu yaşama isteği. toplantıyı yöneten kişi bir bilimadamı tavrı ve ciddiyetine dönüyor. beetlejuice'daki dekoratör adamı bu tarz karakterlerin bir karikatürü olarak algılayabiliyoruz misal.

    şimdi zauberberg'in psikoloğu doktor krokovski'nin gelişimine baktığımızda, bir "bilinmeyen" olan bilinçaltından başka bir "bilinmeyen" olan ruhlar alemine ilerliyor. aslında bu ikisi aynı şey değil mi bu arada? bilinçaltından kastedilen, sanki vücudu ele geçirmiş bir ruh gibi bizi yönlendiren, onu çözdüğümüzde kendimizi çözeceğimiz, kendimizi bulacağımız birşey. ruh ise vücutsal varlığımız yokolduğunda bizden kalan. çoğu filmde bilirsiniz, hayaletin dünyada kalmasının sebebi, görülmemiş bir hesabı olmasıdır. bir tıkanıklıktır, sanki bilinçaltındaki sorunla yüzleşmesi gereken ve bu sayede arınacak olan hasta gibi; ruh da arınmadan, cennete gitmeden evvel kendi yolunu tıkayan dünyada kalmış hesabını gidermelidir: katilinin bulunmasını sağlamak, adaleti yerine getirmek gibi.

    the others, altıncı his gibi filmlerde bu artık şuna varır: ruh çağırma gibi olaylar, doğaüstü deneyimler hep "kendini bulmakla" ilgili hale gelir. altıncı his deki bruce willis de kendini tanımalı, the others'daki nicole kidman da kendini tanımalıdır.

    gerçek hayatta doğaüstünün incelenmesiyle psikolojinin yolları freud'dan beri çoktan ayrılmış durumda, ama 1900'lerin başında doktor krokovski'yi harekete geçiren dürtüler, bugün filmlerde devam ediyor.

    çünkü tabii bir yıkılış dönemindeyiz. psikolojinin ortaya çıkışının "modern dünyada kimliklerin belirsizleşmesiyle" açıklandığı olunur. eskiden kendini mesleğiyle, eğer aristokrat veya serf ise sosyal sınıfıyla tanımlayabilen, kim olduğunu bilen birey; ne mesleğin ne de soy sopun eski kimlik belirliyiciliğe sahip olmadığı bir dünyada özdeşleşme sorunları yaşıyor. milliyetçilik gibi akımlar, sağladıkları kimliklerle bu ihtiyaca karşılık veriyorlar.

    ama tabii esas sorun daha köklü: sadece kimlikler belirsizleşmiyor; aslında tözler yokoluyor. ruh tözdür, siz doğduktan ölene kadar ve siz öldükten sonra da devam eder. herşey değişirken sabit kalan, zamana meydan okuyan kimliklerin hepsine töz diyebilirim.

    bilinçaltı da tözdür, genç de olsanız yaşlı da olsanız, daha çocukluktayken oluşmuş ve içinize yerleşmiş bu töz sizi yönlendirir durur. siz yaşlansanız, daha tecrübeli hale gelseniz vs vs bile, aslolan bu töz değişmez, siz ona göre değişirsiniz. işte gitgide kimliklerin belirsizleşmesiyle kastedilen belki budur, darwin'in "değişmeyen doğa kanunu", marx'ın "belirleyici olan sınıf çatışması", ve doktor krokovski'nin bilinçaltından ruh çağırmaya kadar giden macerası bir töz arayışıdır. (evet bi yazıda bütün dünyayı açıklıyorum anasını satiim). darwin'in deneylerle empirik olarak gözlenebilecek argümentasyonu bilimsel yöntemin ikna ediciliğine kıstaslar koyar. ruh çağırma seansları psişik güçlerle irtibata geçme deneyimi için yapılır. bir deneydir, acaba geçilebilecek midir, geçilemeyecek midir? görüntüde, halde ve tavırda, ruh çağırma neredeyse bir "bilim"dir. ruhu çağırmak için gerçekleştirilen ritüeller, pseudo bilimsel araştırmalar sonucu, "eski güçlerle irtibatını kesmemiş" dinlerin ritüellerinden alınır; sanki kimyasal bir deney için belli sıvıları karıştırırmışcasına ciddiyetle gerçekleştirilir. kazanının içine tavşan ayağı ile yılan gözü atan cadının histerik kahkahaları değil, müthiş bir ciddiyet hakimdir ruh çağırma seansına. bilimsel bir ciddiyet. aynı yönelimi, bram stoker's dracula'da görebiliyoruz. yerel romanya halkı, çingeneler doğayla ve doğaüstüyle olan irtibatlarını kaybetmemiş "ilkellerdir". modern van helsing ise doğaüstüyle savaşan bir bilimadamıdır, din adamı değil. van helsing, bilimsel metodlarıyla doğaüstünü yoketmenin yolunu bulur. modern dünyada nosferatu ölmeye mahkumdur. hem de irrasyonel, romantik bir aşk hikayesiyle, aşkı için.

    gerçekleştiğinde ruhun irtibat esnasında yaptıklarının psikolojik karşılıkları ilginçtir. kimi zaman ruh, gene psikolojik terimlerden gidersek bir "id"dir. zizek'in marx kardeşlerden harpo'yu id olarak nitelerken saydığı niteliklere sahiptir. çocuksu, öfkeli, keyfidir. bir anda sinirlenebilir, seansın yapıldığı odanın ışıklarını açıp kapatarak, insanları korkutarak kaos yaratabilir.

    daha sonra artık ruh iletişime geçer, sosyalleşir. birinin vücudunu ele geçirip onun ağzından konuşur mesela. bu noktada ruh "arınma" peşindedir. ama arınan ruhun kendisi midir, yoksa ruhu çağıran mı belli değildir: sopranos'un bir sahnesinde mafyozolardan biri bir medyuma gider. medyuma gelmiş olan insanlar sanki bir psikolojik destek grubundaymışçasına daire şeklinde oturmaktadırlar. medyum aralarından bir adamı seçer, onun yakını olan bir ruhla konuşur. ruh adamın babasıdır. adam intihar eden babasını yıllar evvel ölü bulmuştur, hala bu olayın travmasını yaşamaktadır. baba ruh, "senin suçun değildi der, bunu söylemek istedim sadece, özür dilerim" vs gibi birşeyler der. sanki bunu söyleyemediği, oğlunda hakkı kaldığı için yolu tıkanmıştır; oğlu ise babasının cesedini bulduğu andaki travmayla tıkanmış, ruhun anlattıklarını dinlerken hüngür hüngür ağlamakta, arınmaktadır. "arınma", hristiyanlıktan gelip psikolojiye nüfus etmiş bir kavramdır tabii.

    elbette tüm dünyayı açıkladım ama zauberberg'i açıklayabilmiş değilim henüz. bu çok zengin kitabın içerisinde ufacık bir ayrıntı aslında yazdıklarım.

    sadece şuradan da bir yerlere varılabilir, bağlanılabilir diye düşünüyorum, okumuş olanlar için not düşeyim:

    peter pieperkorn karakteri (böyle miydi ismi?) kitapta genç hans castorp üstünde tesire sahip olan, rol modeli olan 3 karakterden son karakter. ilki italyan settembrini, bir idealist, ilerlemeci liberal fikirlere gönül vermiş, fransız ihtilali romantizmini taşıyan, mason örgütüne katılmış bir adam. rasyonalizmin gücüne inanıyor. bir aydınlanmacı. ikincisi herr naphta, onun anti tezi gibi. bir cizvit papazı, komunizme varan bir radikalliği savunan, aklı küçümseyen, alman romantizminin akıldışı, irrasyonel coşkusunu simgeleyen bir adam. dönemin en önde bu iki akımının tesiri altındayken hans castorp, sonradan gelen piperkorn'la beraber birden ikisini de unutuyor. neden?

    çünkü piperkorn "bir şahsiyet"! proust'un kitabının artık kaçıncı cildinde hatırlamadığım bir yerinde gene savaş öncesi aristokrasi arasında "şahsiyet" kelimesinin nasıl da moda olduğu anlatılıyordu. piperkorn otoriter duruşu, bir kralı andıran aristokrat, babacan, eril, iktidarlı, iştahlı haliyle her iki "pedagoğun" da castorp üstündeki etkisini yıkıp geçiyor.

    işin garibi piperkorn tüm bu "etkisine" rağmen kitapta tam bir embesil gibi resmediliyor, ve dahası hans castorp da onun bir embesil olduğunu düşünmesine rağmen etkisinden kurtulamıyor. hiçbir cümleyi sonuna kadar söyleyemeyen, dakikalarca konuşup dişe dokunur bir laf etmeyen piperkorn sadece hal ve tavrı, el kol hareketleriyle devlet gibi bir kişilik olmayı, etki kurmayı beceriyor. insanlarda bir güven yaratıyor. ne yapılacağı, yapılması gerektiğiyle ilgili sorunları naphta'nın ve settembrini'nin bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaları değil, ideolojik programları değil, piperkorn'un güven veren kişiliği belirliyor sanki.

    bunu basit bir "karizmatik otorite" sorunu olarak algılarsak, karizmatik otorite dediğimizin insanlar arasında kabul görme sebebini insanın boyun eğmeye, "sürü psikolojisine" bağlamış oluruz. amma velakin bu "insan doğası böyle" açıklaması bence şunu gözden kaçırıyor: herşeyin belirsizleştiği bir dönemde insanlar çeşitli ideolojilere sarılıyorlar. belirsizliği, karmaşayı kendi ideolojilerine göre düzene sokup bir hedefe yöneliyorlar. naphta ve settembrini gibi. bu arayış döneminde hiçbir içsel arayışa sahip olmayan, olduğu gibi olan, hayatını bir prensibe göre değil karakterine göre yaşayan, "kimliğine" göre yaşayan piperkorn, bu kendinden eminliğiyle bir önder, "kral" oluyor.

    kral olabilmek için önce otoritenin içinizden çıktığını, sizin iradenizden geldiğini göstermeniz gerekiyor. krallığını bir ideolojik doktrine göre yöneten bir kral, kral değildir, diktatördür. krallık bir kimliktir, kısaca kral olunmaz, kral doğulur diyorum. kralın otoritesi krallığından gelir. yani nereye varıyorum: tözlerin çözülmesine, bir iki cümleyle bitiriyorum:

    krallığın, aristokrasinin, kısaca burjuvalar öncesi eski düzenin çökmesi, tözün çöküşüdür. zauberberg, bu çöküşün yarattığı kaosların hala devam ettiği zamanın romanıdır.


    (caponsever - 19 Ağustos 2007 05:35)

  • comment image

    thomas mann'in agirlikli olarak zaman üzerinde durdugunu iddia edebilecegimiz romani. bunu en çok zamandan bahsetmis olmasina baglamak her ne kadar mantikli gözükse de aslinda yanilticidir çünkü bahsettigimiz durumun nedeni zamani en gizemli yönleriyle etkileyici bir biçimde ele almasindan baska bir sey degildir. zamanin duragan bir hareket oldugundan bahseden paragraflar her ne kadar durumu açikça ortaya koysa da, daha etkileyici olan bu olgunun kitabin genelinde çok iyi yerine oturtulmasidir. salonda oturup "maria mancini"sini tüttürerek settembirini'ye ilk gününün ne kadar dolu geçtiginden ve sanki yillardir oradaymis gibi bir yanilgiya kapildigindan bahseden hans castorp'un çikis yolunu savas sayesinde bulmasi oldukça uzun sürmüstür ve bir süre sonra castorp'un altin saati bile zamani kovalamayi birakmistir artik, okuyucu ise bunu çok önceden yapmistir ve kitabin sonunda yedi yil geçtigini okudugunda duydugu saskinligin sebebi de budur. liberal mason * ve bağnaz cizvitin * entellektüel baglamda bir hayli siddetli geçen çatismalarinin üzerinde ise oldukça uzun durmustur thomas mann, bu tartismalar yer yer okuyucuyu zorlayan bir derinlige inse de genel olarak iki karsit düsüncenin ne kadar büyük bir tutkuyla çarpisabilecegini görmek etkileyicidir. ask ise daha çok mekana baglayici bir nitelik tasimaktadir. venedik'te ölüm*'de gustav'in tadzio'ya duydugu askin venedik'ten ayrilmasini engellemesi gibi, castorp'un frau chauchat'ya duydugu ask da düzlük hayallerinin aslinda oldugundan daha da uzak gözükmesine yol açar. zaman, mekan, ask, savas, mistisizm, entellektüel gelisim, burjuvazi gibi pek çok olguyu ve mynheer peeperkorn, joachim, settembirini, naphta, dr. krokowski, behrens gibi pek çok önemli karakteri barindiran kapsamli bir romandir "der zauberberg". uzunlugunun sayfa sayisi veya sizin ona ayirdiginiz zamanla ilgisi yoktur, uzundur çünkü yogundur.


    (walking head - 24 Ocak 2008 16:41)

  • comment image

    hans castorp'un naphta'yla tam da yaz gundonumunde tanismasi tesaduf degildir; naphta'nin nihilizmi, caktirmadan uzayacak olan gecelerin eslikcisidir. settembrini'nin adinin da settembrini olmasinin bir sebebi vardir oyleyse; tipki naphta'nin ev sahibinin adinin lukacec olmasi gibi, cunku thomas mann, naphta karakterinini yazarken aklinda kim vardir? bildiniz, gyorgy lukacs. bu noktadan sonra ay, once yengec, sonra aslan burcu'na girecektir hans castorp'un kuzenine anlattigi gibi; naphta'nin adi da leo'dur zaten. kesin burcu da aslandir. iste thomas mann romani bu tip ayrintilarla islemistir ve derler ki edebiyat tarihinde hata barindirmayan cok nadir eserlerden biridir buyulu dag. dusunun tipla, felsefeyle, bilimle, tarihle ilgili tek bir hata yok yuzlerce sayfada ve milyonlarca ayrintida. buyulendikce eylemlerim surebilir.


    (glass sealed - 9 Nisan 2008 04:10)

  • comment image

    “ağır” ve “dingin” kelimeleriyle nitelenebilecek bir roman. hayata peşin yargılarla bakmak yerine onun her anını, her zerresini anlamaya ve bir çocuk saflığıyla keşfetmeye çalışan genç gemi mühendisi hans castorp’un derin yolculuğu. “çocuk saflığı” diyorum çünkü karşılaştığı her durumu, her olayı yetişkin bir insanın sıradan tepkileriyle değil, her türlü ön yargıdan arınmış olarak çözmeye ve anlamaya çalışan bir insan başka nasıl anlatılabilir? mesela platonik bir aşkla bağlı olduğumuz kadının yanında başka bir erkeği gördüğümüzde kaçımız bu erkeği kıskanmak ya da bize ait olanı aldığı için ondan nefret etmek yerine kişiliğne karşı tarifsiz bir hayranlık besleriz? kaçımız ilkbaharda gördüğümüz yeni açan çiçeklerin mucizesini anlamak için botanik kitapları alıp okuruz? kaçımız akıp giden hayatı yaşamak yerine bir dağ başındaki sanatoryumda, her hafta birkaç insanın öldüğünü gözlerimizle gördüğümüz bir inziva merkezinde onu ve kendimizi anlamaya çalışırız?

    bazen sıkıcı olduğu hissi çöküyor insana. çünkü okuduğunuz kitap bir roman olmaktan çıkıp bir tıp, bir botanik, bir biyoloji kitabına dönüşebiliyor, hem de sayfalarca. ama çok farklı bir şey var bu kitapta. ne olduğunu henüz anlayamadığım için tarif de edemeyeceğim. ama ikinci cildin de son satırlarını bitirip kitabı kapattığınızda kendinizde bir boşluk, bir tuhaflık hissediyorsunuz. zamanla, hayatla, aşkla, ölümle, insanlarla ilgili birçok kavram uçuşuyor boşlukta. hans castorp’a bir yandan anlam veremezken bir yandan da onu çok iyi anladığınızı ve hatta sevdiğinizi düşünüyorsunuz. sanki thomas mann bir hayatı bir romana sığdırmaya çalışmış ama acele etmeden ve gayet sakin bir biçimde. büyük bir romancının elinden çıktığı belli olan büyük bir roman. kesinlikle zaman ayrılıp ikinci kez okunmayı hak ediyor.

    herkesin de okumaması gereken bir kitap diye düşünüyorum. bunu başkalarını küçümsemek ya da okuyanları yüceltmek gibi mağrur bir gerekçeyle söylemiyorum. herkes her kitabı okumamalıdır. çünkü bir insanın ne okuyacağı, onun “okumak” eyleminden anladığı ve beklentisi ile ilgilidir. kitabı, vaktinizi dolduracak, sizi can sıkıntısından kurtaracak ya da size kısa yoldan hayatla ilgili doğru ve yanlışları gösterecek bir nesne olarak görüyorsanız bunu kendinize itiraf etmeli ve kitap tercihlerinizi bu yönde yapmalısınız. büyülü dağ ve onun tarzındaki kitaplar sabır ve zaman istiyor okuyucudan, tabi saygı da. bunları o kitaplara verirseniz onlar da size karşılığını verir.


    (nehirlerden - 15 Haziran 2010 17:27)

  • comment image

    thomas mann roman sanatinin butun incelikleriyle yarattigi buyulu dag'da zaman, bati felsefesi, karsit kulturler, ask, hastalik, olum, gibi evrensel temalari platonik bir ask seruveni baglamiyla isliyor. birinci dunya savasi oncesinde dunya sorunlarini, bir uygarligin cokusunu inceleyen burjuva gelenegini ve ahlakini yer yer sertce ironik bir dille elestiren bu roman caga tutulan bir ayna .
    cevirisini iris kantemir'in yaptigi kitap can yayinlari tarafindan yayimlanmistir.


    (valeriane - 1 Şubat 2003 01:51)

  • comment image

    can yayınları, farkına varılmamış bir başka opera aperta hadisesini kendi kendine halledip, gürsel aytaç çevirisini ilga etti ve iris kantemir'e koca kitabı tekrar çevirtti sağolsun. bikaç ayın hadisesinden bahsediyorum tabii. öyle ki çeviride "salon kız evladı" gibi tabirler vardı; yani kızların konsomatrisliğinden değil, yemekhanede çalışan kızlar olmasına rağmen. feci klas, sembolik, büyük bi romandır ama ben de ikinci cildine geçemediğimden kelli çok ayrıntıya giremiyorum.


    (grapes of butcher - 17 Temmuz 2004 20:20)

  • comment image

    aydınlanmacı ve 'laternacı' italyan settembrini, her şeyi sürekli yanlış söyleyen frau stoehr, bütün hastaların biraz çekindiği doktor behrens (nam-i diger rhadamanth) ve diger bir cok unutulmaz karakterinin yanı sıra, beni en çok çarpan tarafı hans castorp'un zaman üzerine gitgide dozu artan bir şekilde kafa yorarak felsefe yapması - kuzeni joachim'in deyimiyle spintisieren etmesi - oldu. romanın bir yerinde castorp, yeni gidilen bir yere alışmanın ne kadar zor olduğu üzerine düşünürken şunları aklından geçirir:

    "... zaman hiç kesintiye uğramadan hep aynı şekilde akarsa, elimizden kaymaya başlar ve zaman duygumuz, yaşam duygumuzla öylesine bağlantılı ve iç içedir ki, bu duygulardan birinin zayıflaması demek, öbürünün de acı ve yıpratıcı bir deneyimden geçmesi demektir. can sıkıntısının kaynağı ile ilgili bir yığın yanlış düşünce dolaşır ortalıkta... cansıkıntısı denen şey, aslında, zamanın tekdüzeliğinin neden olduğu sağlıksız bir kısalmadır... alışkanlık, zaman duygusu uykuya yatarsa ortaya çıkar ve insana gençlik yılları yavaş yavaş, daha sonraki yıllar ise gitgide hızlanarak akıp gidiyor gibi gelirse bu alışkanlık yüzündendir. yeni alışkanlıklar edinmenin ya da eskilerini değiştirmenin altında yatan şey, yaşamı korumak, zaman duygumuzu yoğunlaştırmak, zaman deneyimimizi yavaşlatmak ve böylece yaşam duygumuzu yenilemek arzusudur".


    (cekirge - 13 Eylül 2005 23:39)

Yorum Kaynak Link : der zauberberg