Nowhereland (~ Girl Lost) ' Filminin Konusu : Nowhereland is a movie starring Robin Bain, Jessica Taylor Haid, and Nicole I. Butler. Born into the seedy, underground world of prostitution, 15-year-old Shara has known no other life. Her mother is an aging, career escort, who is...
Zero KMS(2018)(8,7-1149)
Until Midnight(2018)(8,1-676)
Red Forrest(2018)(7,9-1281)
Chasing Robert Barker(2015)(6,9-553)
The Big Take(2018)(6,3-1519)
Beacon Point(2016)(6,1-2165)
Blue World Order(2017)(6,0-2661)
Andover(2018)(6,0-3350)
Party Bus to Hell(2018)(5,3-1625)
Dark Cove(2016)(5,3-731)
Apocalypse Rising(2018)(5,3-657)
The Ice Cream Truck(2017)(5,2-1558)
nerede ve kiminle oldugunuzu sizden baska kimse bilemez. gölgesiz olmak sizden baska kimsenin bilip anlayamayacagi nedenlerle bölüne bölüne çoğalmaktır ve gölgesizler hasan ali toptas'ın icerdekini disardaki ile anlattigi, görünmeyeni görünenle aydinlattigi, kelimeleri secdeye getirdigi, kaybolanlarla es zamanli, zamanli zamansiz, yerli yersiz kayboldugunuz, cok acaip bir romandir. boyanmak bir kelimedir ornegin, birinin yokluguna boyanmak ise yazarın birinin yoklugunu anlatmak icin sectigi yol. eksik bir baska kelime, birinin yoklugu ile eksilmek bir baska yol."kuslarsa, aynalarında binbir goruntuyle kanat cırpa cırpa uzaklara dogru ucuyorlarmıs. kus aklı işte, oysa varmaya calıstıkları bütün uzaklar o anda aynalarındaymıs"(kitabın bana gelisindeki büyüyü de okudugumda olusan büyüden ayıracak degilim.)
(fitfit - 7 Ağustos 2007 23:08)
kara sayesinde keşfettiğim yokların kitabı. herşeyin cevabını buldum bir şunu bulamadım: kaaarrr nedeeen yağaaaarrrr kaaarrr ?
(labit - 5 Eylül 2007 12:13)
--- spoiler ---ibn-i arabî okumalarının en can alıcı noktası şüphesiz, zat-ı muhteremin bir yerden sonra bütün bir varlığı; himalayalar'ın tepesindeki bir taştan, pasifik okyanusu'nun dibindeki bir canlıya, çin'in dağ köylerinden birinde yaşayan yaşlı bir teyzeden, hollywood'a genç yaşında ayak basıp star olmuş bir genç kıza, toroslar'da otlayan bir tekeden, sibirya'da donmak üzere olan bir kuşa; tek bir ontolojik potada eritebilmiş olmasıdır. buna vahdet-i vücut deniyor. bir bakıma, bütün bir alemin tanrı tarafından hayal edilmiş olabilmesi olasılığı... tabi dikkatli okuyucular, vahdet-i vücut ile bu hayal meselesi arasındaki farkı görebileceklerdir.işte hasan ali toptaş'ın bu enfes romanı, okuyucu sayfalarda gezinirken ve her bir karakteri ince ince hayalinde canlandırma çabasına girişirken, nihayete erdiği noktada roman karakterinin varoluşunu tepe taklak edip, "romanın dışındaki yazar"ın nöronları arasında bir yere yerleştiriyor. yer yer muhtar'ın, arada sırada bekçi'nin, genellikle cıngıl nuri'nin ve her daim "romanın içindeki yazar"ın bildiği ve okuyucuya da sezdirdiği üzere, bütün bir köy, akabinde şehirdeki berber dükkanı, "romanın dışındaki yazar"ın sabah uyanıp da traş olmak için banyoya girmesi, fakat jilet bittiği için çocuğunu bakkala göndermesi, kahvaltı esnasında gazete okurken bir ayı'nın bir köyde kız kaçırması haberini okuması bağlantısından yola çıkarak yaratılmış bir hayal ürünü.bu hayal'in içinde, metaforlar cirit atıp, zaman ve mekan üzerine en derin tartışmalar olup, karakterlerin kadim filozoflara taş çıkaran gündelik felsefe diliyle yaptıkları diyalogları okuyucuyu mest ederken; köy, adeta bir mekan olmaktan çıkıp romanın içinde bir "canlı" gibi hareket etmeye başlamakta ve canlı cansız bütün varlıkların arasında sayfalarca süren olaylar vesilesiyle bağlar kurulup, neticede romanın sınırları içinde kalan mekanın bütünüyle birbiriyle ilişkili olduğu hissi uyanırken; insan durup düşünüyor ve vahdet-i vücut ile gölgesizler arasında bir analitik okuma hevesine kapılıyor.öyle ki; hasan ali toptaş için boşu boşuna "türkiye'nin kafka'sı" denmediğini anlıyor insan. o kısacık romanın içine, birbirinden çetrefilli konuları; varoluşa, benliğe, ötekine, gölge'ye ve asl'a ilişkin binlerce ilginç soruları; edebiyatın sınırlarına, varlığına ve ilgi alanına dair çizdiği tonla referansı nasıl ince ince işlediği düşününce, belki de türkiye'de yazılmış en iyi romanla karşı karşıya kalındığı hissini veriyor. sadece cennet'in oğlu karakteri ve ifşa ettiği hayatî meseleler için dahi, okunduktan sonra saatlerce konuşulabilecekken; gölge ve asl hususunda tasavvuf'un derin sularına dalmakla kalmayıp, eski yunan'a gidip rahmetli filozoflar ziyaret edilecek, bekçi ile reşit arasındaki inanılmaz bağın, cıngıl nuri'nin o amansız yolculuğunun ve finalde bir yazarın nasıl kaybolabileceğini anlatan "romanın içindeki yazar"ın enfes kayboluşunun insanı şaşırtan taraflarına bakılıp dahiyane olan bu metni kapı kapı dolaşıp okutturmak da farz olacaktır.evet, dahilde ve hariçte, bu denli yoğun bir romana rastladığımı hatırlamıyorum. kara kitap'tan bu yana böylesine çaresiz kalmamıştım sanıyorum. yazarın, okuyucuyu nasıl ters köşeye yatırdığı üzerine düşündükçe düşündürüyor. "ters köşe"den kastım, penaltı atışındaki hadise değildir, biline...(bkz: aslında öyle bir köşe yok)--- spoiler ---
(cam irmagi tas gemi - 10 Ocak 2009 20:04)
varlığından emin olmak için dönüp dönüp baktığım insanlar var. orada olduğundan emin olmak için dokunduğum, konuşturmaya çalıştığım, bazen dürterek rahatsız ettiğim. işığın yardımıyla gölgesini kolaçan edip, kendimi rahatlattığım. yaşadıkları dünya benimkinden çok başka, ben hep buralardayım, normalim… filmdeki gibi bir köyde yaşasaydım eğer, aklımı yitirmek işten bile olmazdı. kim gerçekten var, kim doğduğu yerde çaresini bulmuş, kim değerli, kim ziyan? tıpkı şarkıda dediği gibi ben kimim diye dolanırdım toprak sokaklarda. ya ölür ya öldürürdüm. ama ortada bir varlık sorunu varken, ölüm teferruattan ibaret olurdu. yeri, adı, zamanı bilinmeyen bir köyün içinde dolaşan bir gariplik var. sık sık ‘’hayırdır hayır’’ diyen yaşlı bir adama rağmen şerle bezenmiş her yer. bir kördüğüm gibi, olaylar dolandıkça dolanıyor. biri geliyor, diğeri kayboluyor. üstlerinde bir karabulut, gitmek bilmiyor. sanki köy bir katatoni halinde, öylece kalakalmış. içindeki insanlarsa aynada akslarını gördüklerinde bile emin değiller yaşadıklarından. kelimelere dökmesi güç bir filmi çekmek çok daha güç olsa gerek. bir de üstüne bunun bir kitap uyarlaması olduğu düşünülürse, al başına belayı. ümit ünal seviyor bu zorlukları. iç içe geçen hikayeleri. ama işte biraz da aşırı sevgi ve saygıdan olsa gerek kitaptan şaşırmamış yolunu. bu kendi eliyle kendini bağlamak gibi olmuş biraz. bir eli açıkta kalmış ama diğerini çok sıkmış. sıktıkça filmin gedikleri artmış. ümit ünal filmlerine bileti banko biri olarak (ve hatta küçük bütçeli, bir derdi olan tüm türk filmlerine) vizyona girdiği cuma akşamı izledim filmi. hem ilk günü olması hem de zaten pek rağbet görecek bir film olmaması sebebiyle o gün salon sakindi. benden çok daha iyi ve hevesli izleyici olan birkaç arkadaşımla filmi izlemeye başladığımızda, ara’daki hayal kırıklığımla, filmden en umutsuz olan bendim (belki de salondaki). film bittiğinde ise diğerlerinin aksine izlediğimden memnun kalmış tek kişi yine bendim. memnundum çünkü bu kadar zor bir kitap, bu kadar sadık kalınarak, ancak bu kadar film olurdu. yine de biraz serbest kalsa daha iyi bir film olacağını düşünüyorum ama bu da bir yol. ümit ünal bunu tercih etmiş. ve kitabı okumayan insanların filmi anlamayacağı eleştirisine hiç katılmıyorum. hele ki bunun bir kitaptan uyarlandığı bilinerek izleniyorsa, kitabı yönetmenin gözünden birebir okuyor izleyici. elbette hiçbir okuyucu bunu tercih etmez. ama sinema bazen bu işe soyunuyor. bu tür filmlerdeki tek fark, senaristin ve yönetmenin (ki burada ikisi aynı kişi) kitaptan neyi öne çıkarmak istediği. elindeki süreyi en çok istediği şekle göre resimlendirmek, kimi zaman ödün gerektirebiliyor. ve aslında birçok filmde beni çok rahatsız eden dramatik oyunculuk burada zaten ihtiyaç duyulan bir şeymiş. tiyatro oyuncularının büyük büyük oynadığı düşünülen sahneleri, bir kitap okumasının dekorlanmış hali gibi izledim. sinemasal olarak bu bir eleştiri olabilir belki ama seyri iyi olduğu için bence bu bir handikap değil. film içinde film esprisi çok bildik, fazla esinlenilmiş olsa da filmin ağırlığından yorulan izleyici için kurtarıcı görevi üstlenmiş. ayrıca genel olarak bir the village havası seziliyor filmden. imam karakteri ise biraz party boy kaçmış. pek imam görmüşlüğüm yok ama sanki biraz sakil duruyordu. teknik bazı eksikliklerin maddi sebeplerden olduğunu düşündüğümden görmezden geliyorum. bir de okuduğum ve dinlediğim eleştirilerden anladığım şu ki, filmi parça parça beğenip, bütününü sevmeyenler var. sanırım bu senaryonun bir sorunu. sübjektif bir bakışla değerlendiriyorum filmi, elimde değil. sanat filmi, zart zurt filmi, takıntılarını bir kenara bırakarak, önyargısız izlenirse, sorun olmaz. üstüne, benim gibi taraflı bir gözle izlenirse keyif alınıp, izlemiş olmaktan mutluluk duyabilir insan. hasan ali toptaş filmi izledikten sonra ‘’bu benim düşündüğüm gibi bir film olmamış ama bu da güzel olmuş’’ demiş. aslında yukarda yazdıklarımın özetini söylemiş. güzel olmuş.
(pul - 3 Mart 2009 15:03)
ayı, muhtar, cennetin oğlu, güvercin. masalda anne çocuklarını tembihler, kurt elini una bular, sesini inceltir, kötülük her zaman bir yol bulur. çuvaldaki delikten hızla akan buğday, şehvet, sevişme. varoluşçuluk. devlet suç işlerse pişman olur mu? soyut, insan gibi pişman olursa muhtar odasında inthar eder mi? devlet kendini asarsa biz devletsiz kalır mıyız? vicdan azabından eksik çocuk olur.bir köylükte mezbele sürrealizm. imamın sevişmesi, maldoror'un şarkılarında akşam ayini. eğreti berber. karakalem güvercin kimden hamile kaldı? cennetin oğlu? ölüm kuyuları. cumartesi anneleri. uzak, kayıplar.atın aşkı, yanlış aşkın rüyası. cahit zarifoğlu. burası bir adam. bizim oğlanın adı sakar kendi adını elaleme takar, muhtar. nuri'nin saçtığı paralar. deli ibrahim. delirtip sonra deli demek. iki yüzlü ahlak. koca gelinceye kadar mübah olan sevişme. fairuz derin bulut. taş devri. taş sesi çıkaran tesbih. çıkan sesin tehditkarlığımuhtarın ve atın şiddeti. "oğlumu ver muhtar” “güvercini ben kaçırmadım anne”bütün edebiyat akımlarını şehirli zannetmek. kış. kim inanır postacının postacı olduğuna. hayatın içinde şizofrenik gidip gelişler.hayattan kıyıya çıkmak mümkün mü? vicdan duvara çarpınca insan yaratık doğurur mu? herkes hayal görüyor. deli kim?yazar ne yazar ne yazamaz. kaybolmak.muhtarı beklemek, linç. nerdeler? varoluş köy yolunda yürürse kimin gözleri olur? ertan saban.kayboluşumuzun ve deliliğimizin içinden geçirilmiş modern köprü sahnesi. gece.itaatin sorgulamadığı at kılları. efendi tanırlık üzerimizden atları geçirirse toprakta kan izleri kalır.iktidarın bakkala yolladığı çocuğun kaçmaktan yana koyduğu tavır. bir estonya çocuk ninnisi. ilk sanatsal ev deneyi. çaydanlıktan çıkan buhur. doğaçlama, cazeski berber koltuğu. hepimiz bir berber koltuğunda giden çırağı bekliyoruz. “kar ne zaman yağar?”
(seagullineskisehir - 15 Mart 2009 18:00)
ayık kafayla izlenmesi gereken, zihin açıcı, keyif verici bulmaca gibi bir film. ulak'ın çalıştığı ama yapamadığı masalsı havayı, politik alt metinleri çok daha başarılı bir sinema anlayışıyla veren ve harika görüntüler içeren bir film. dvd kutusunun üzerindeki 7+ amblemine aldırmadan sınırı en az 13 tutmak gereken film. --- spoiler ---alt metin okumayı pek sevmem. salak ya da tembel olduğumdan değil. sinemanın anlatmak istediğini çok da gizlemeden, ama yine de zekice söylemesini isterim. işte bu yüzden gölgesizleri bu kadar sevmeme şaşıyorum. sanırım bir süre sonra bu filmi bir bulmaca olarak gördüm ve tek yaptığım o bulmacayı çözmekti.ilk önce söyleyeyim. ümit ünal'ın yönetmenliği şahane bir kıvama gelmiş. oyunculukların hepsi de pek yerinde ve kararındaydı. atla çocuğun ezildiği sahne ise zihnimden silinmeyecek sahneler arasına girdi.filmde bir çok şeyi kendi değer yargılarımız ve vicdanımız doğrultusunda çözmemiz bekleniyor. hatta böyle bir filmden beklemeyeceğimiz bir kesinlikte bitiyor aslında film. yani boku muhtara atabilmemize izin veriyor. oysa siz ayı hikayesine de inanabilirsiniz, kendinize bir başka suçlu da seçebilirsiniz elbette. yazmak istediğim bir analiz asker hamdi hikayesini izlerken ve çocuklarının hepsinin kaybolduğunu dinlerken asker hamdi'yi bir anda atatürk zannediverdim. o sevişme sahneleri esnasında bunu nasıl yaptım bilmiyorum, ya da çok mu cüretkarım kestiremiyorum ama öyle yaptım işte... cumhuriyet çocukları olarak kimbilir kaç taneyiz ama işte günümüzde tek tek kayboluyoruz, hiçkimseleşiyoruz.analizlerimi tek tek anlatmaktansa bir başka yazar arkadaşımın sorularına verdiğim cevapları buraya yazmak isterim. zaten genel çerçevede muhtarın devlet, güvercinin özgürlüğümüz, cennetin oğlunun masumiyetimiz, berberin kendimiz, bekçinin kahramanımız olduğunu anlamak çok zor değil.işte yazar arkadaşımın sorularına verdiğim cevaplar:(#17756777) selamlar...bazı sorularına yanıtlarım var.at neden çocuğu kovalayıp üzerinde tepinerek öldürdü? kaçırmışsın galiba, çocuğun amcasını (aslında babası olan adamı) kandırmak için babası (aslında babası olmayan adam) bir numara düzenlemişti. köyden bir kızın bir tutam saçı hocaya okutulacak ve o kız aşık olursa hocanın gücü kanıtlanacak ve güvercin'i aramak için de kullanılacaktı. belli ki amcası atın kıllarını vermiş ki at çocuğu görünce delirdi ve o hareketi yaptı.edit: mavi gölge gerçek baba bekçiydi dedi. ben filmi izleyeli zaman geçtiği için hatırlayamadım neden aksini düşündüğümü ama o bilgi de burada dursun. cennetin oğlu önce delirdi ve "kar neden yağar" diye sorup durdu bunun anlamı neydi?sonra tekrar kendine geldi bu nasıl oldu? bence sorunun cevabı şuydu. deli diye ötekileştirdiğimiz kişinin basit bir sorusuna bile durup yanıt vermezsek onun bize uyum sağlamasını nasıl bekleriz? sonra tekrar kendine gelmedi. sadecen normalleşti. ilk şok etkisi geçti diyelim. ayrıca kar neden yağar sorusu filmin son sahnelerinde uçuşan pamukçuklara bağlanıyor. hani sonradan harflere dönüşen pamukçuklara. yani bir masalsılık yaratmak için karın, bizi temizleyecek bembeyaz masumiyetin, altı çiziliyor bence.muhtar kendini neden astı?ilçeye gidecem diye çıktı sonra ne ara muhtarlığa girip de kendini astı? öldükten sonra bir sahne istanbuldaki berber dükkanında görüldü bunun anlamı nedir? bu filmin bir masal olduğunu unutma. muhtarın berber dükkanında görülmesinin manası, altan erkekli'nin karakterinin, romanı orada yazıyor oluşundan. sadece kafasında canlandırdığı karakteri oracıkta gördü. neden astığına gelince. ister güvercin'e tecavüz edenin o olduğunu düşün, ister bekçinin hikayesine inan. ne ara gidip geldiğini de bırak, yineliyorum bu bir masal.asker hamdinin çocukları kimlerdi ne oldu onlara? asker hamdinin çocukları tüm köy halkıydı. zaten o yüzden muhtarın çocuğu canavar gibi çıktı. hepsi kardeş, tüm ilişkiler ensest. genel çerçevede bakarsak hepimiz asker hamdinin çocuklarıyız. hepimiz biriz. hepimiz de kaybolduk. bu bağlamda asker hamdi atatürk de olabilir. biz cumhuriyet çocukları günümüz türkiye'sinde kaybolmuş da olabiliriz.bir ayı neden kız kaçırıp da ona tecavüz eder?onun açısından bir insan yemektir neticede... ayı, devletin ya da "üsttekilerin" bizi oyalamak için uydurduğu bahaneleri sembolize ediyor. sen kendini ayı var diye inandırıp onun peşinde koşarak vakit de harcayabilirsin gözünü de açabilirsin.muhtarın çocuğuyla güvercinin çocuğu aynı türden midir? neye inandığına göre değişir. eğer ayıya inandıysan hayır, enseste inandıysan evet.bir de suçlunun güçlü olduğu yerde masumlar güçsüzdür şeklindeki film sloganıyla film arasında bir bağlantı kuramadım kim suçlu kim masum pek anlaşılmıyor? işin güzelliği de o. kendi vicdanında ve ahlaki değerlerinle bunun kararını vereceksin.--- spoiler ---uzun lafın kısası ümit ünal'ın beni hayal kırıklığına uğratmadığı, çözerken anlamsızlık içinde boğulmak yerine eğleneceğiniz; kafa karıştırıcı ama zor olmayan bir film gölgesizler. cesaret edenlere tebriklerimle...
(under rug swept - 3 Mayıs 2010 00:01)
bir hasan ali toptas eseri, 90'li yillarda cikmis en guzel turk romanlarindan biri.. cekirdek arkadas grubu icinde bulasici hastalik misali yayilan, herkesin okudugu az sayida romandan birisi.. dipdiri, dosdogru, hulyali ve yer yer kivrimli, girdapli bir tasra guzellemesi.. postmodern kurgunun gozden kacmis olacagina inanmadigim, israrla kasit aradigim, ustaca, dahiyane bir ornegi.. dans etmeyen, aksine kimi zaman zeybek, kimi zaman misket oynayan bir dil.. alisilmadik uslup denemelerine ragmen akiciligindan, keyifliliginden bir sey yitirmeyen, tek oturumda sular seller gibi hatmedilen bir roman.. ve tum bunlara ragmen, su 'sozluk ovasi entel yuvasi' mekanda bile kimsenin gonul indirip iki satir yazmadigi, bilerek ya da bilmeyerek es gecilen, yazari medyatik olmadigindan belki ya da tasrada yasadigidan, asil onemlisi kendini satmadigindan kimselerin haberdar olmadigi nefis bir eser.. bu laf-i guzafi buraya kadar okuduysan ey kari, ahdim olsun, gidesin de alip okuyasin bu muhtesem eseri, tum toptas kulliyatini kovalayacaksin zaten bir sure sonra.. reha mesajini vermis, edebiyat baronlarinin haddini bildirmisti.. kendisini bekleyen bir sonraki maceraya dogru surerken bisikletini elinde domates filesiyle hasan ali toptas'i gordu.. bilgece gulumsedi hasan ali, karsilik verdi reha.. ici huzur doluydu, basti pedala, yol aldi batan gunesin gobegine..
(rehavet - 18 Şubat 2003 11:06)
“belki de bu dünyada bizim insan olarak hayatımız, geceleyin, bir ekvator ormanında sessizce ilerleyen bir kaplanın kafasından geçenlerdir!” *charles bukowski, iyi bir kitabın insanı nasıl yere mıhladığını anlatırken gecenin sonuna yolculuk örneğini verir. şöyle der: "görmeliydin beni. kımıldayamıyordum. iyi bir yazar işte böyle yapar adamı. öldürür neredeyse..."gölgesizler'i tatildeyken bir havuz kenarında poşet çay eşliğinde okumaya başladığımda, karım ve kızım suyun içinden bana davetkarca el sallıyordu. berber, makası onuruma içilecek bir kadeh gibi yavaşça kaldırdığında, "şimdi geliyorum." dedim kızıma, "sen biraz takıl." sonra uzak bir köye gittim. tek kişilik ziyafet soframda oturmuş karıma bakıyordum: artık sayısını unuttuğum zaferlerimin gölgesinden "biri seni çağırıyor" dedi bana, "kalk ve oraya git."kandili elime alıp kalktım ve "kendimi pek iyi hissetmiyorum." dedim bizimkilere, "oraya gidip biraz uzanacağım."odaya çıkıp biraz uzandım, kitabı elime aldım ama okumadım, seyrettim sadece. her seferinde olduğu gibi bir mucizeye tanıklık ediyordum. nasıl anlatsam... bir sürü harika şekil vardı sayfaların üzerinde, böyle yan yana dizilmişler. daha önce akıl edilmemiş olması ilginçti, çünkü bir araya geldiklerinde önce kelimelere, sonra cümlelere dönüşüyorlardı bu şekiller. sonunda bir hikaye anlatıyorlardı belki de. (hem, neden olmasın?) balkona çıktım ve bir sigara yaktım. "şimdi" dedim, "şu anda bu kitabı okuyan biri var mı acaba?"karşı balkonda bir hayalet gibi oturan o kızı gördüm sonra. okuduğu kitabın sayfaları arasına dikkatle eğilmiş, bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu oradan. kaşlarını sıkıntıyla çatıyor, derin nefesler alıyor, bir yandan da uzun, siyah saçlarını çekiştiriyordu parmaklarıyla. belki kedi iskeletlerini, aynalı kuşları görüyordu okuduğu kitapta. gürültüyle geçen otomobilleri, bir orada bir burada görünen insanları, berber çıraklarını, öfkeyle tespih çeken insanları görüyordu; her hareket ettiklerinde kemik seslerini duyduğu yaşlıları iziliyordu belki sayfaları her çevirdiğinde. odaya dönüp kitabı seyretmeye devam ettim. yüzler geçti gözlerimin önünden, yüzleri olmayan hayaller ve deliler geçti. bir berber dükkanında sıkıntıyla oturan müşteriler, bekçiler, muhtarlar geçti. sonra deliler dans etti o şekillerin arasında, atlar kişnedi, kadınlar ağıt yaktı, ceset kokuları yayıldı otel odama. dayanamadım ve tekrar balkona çıktım. karşı balkonda kitap okuyan kız artık yoktu ya da belki hiç olmamıştı. belki bir otel odasında değildim ben; aşağıda, havuzda neşeyle oynadıklarını var saydığım karım ve kızım yoktular, hiç olmamışlardı. ben de yoktum belki. ben sandığım şey, askerden yeni dönmüş işsiz ve umutsuz bir gencin hayalinden ibaretti. kapı çaldı. ayak uçlarıma basa basa yürüdüm ve kulağımı soğuk tahtaya dayayıp dinlemeye başladım. öfkeyle soluyordu karşı tarafta biri, korktum, ses veremedim. "orada olduğunu biliyorum." dedi, dört saat önce duysam karımın sesi olduğuna yemin edebileceğim bir ses. "kızın saatlerdir seni bekliyor. ne zaman bitecek bu allahın belası kitap?"söylediği şeylere bir anlam veremedim. çünkü ben kapının diğer tarafındaki kadının sandığı kişi değildim. büyük bir oteldi orası ve kadın yanlış kapıyı çalmıştı. balkonunda oturan uzun, siyah saçlı kızdım ben. bir kitabın sayfalarına eğilmiş oradan bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum saçlarımla. "beyim evde yok." dedim, "akşama kadar da gelmez. gidin şimdi, laf olur." okkalı bir küfür savurup gitti -dört saat önce görsem karım olduğuna yemin edebileceğim kişi. yatağa uzanıp kitabı seyretmeye devam ettim. büyüyen bir tedirginlik vardı içimde, seyrederken seyredilmenin tedirginliği... kitabı bir kenara bırakıp usulca ayağa kalktım. o sırada otel derin bir sessizliğe gömüldü nedense, yok gibi. tüketilmiş gibi ya da, yaşana yaşana. ansızın ucu dibi bilinmez bir boşluğa kaydım. her şeyi bırakıp gidiyordum sanki buralardan. ellerim yoktu, ayaklarım sonra, burnum. rüzgar hafif hafif esmese belki tenim de olmayacaktı. belki de uçuyordum şimdi, az sonra bir yere düşüp orada kalacak ve derin bir uykuya dalacaktım.karanlıkta gözlerimi açtığımda yanımda bir kadın yatıyordu. az ötede bir çocuğun olduğunu tahmin ettiğim soluk alış verişleri kesik kesik yükselip alçalıyordu gecenin içinde. ne zamandır bu oteldeydim? kaç yıldır çıkmamıştım bu odadan?paniğe kapıldım, dışarı çıkıp biraz hava almaya karar verdim. havlumu kitabımı ve sigaramı karanlıkta el yordamıyla aranırken okkalı bir küfür daha yedim karımdan. otelden çıkıp sahile yürüdüm. alacakaranlığın içinde sessizdi sahil, deniz çarşaf gibi uzanıyordu önümde, kıpırtısız. belime kadar girdim serin suya, balıklar ayaklarıma hücum edince yüzmeye başladım. yorulunca durdum ve sırt üstü uzandım denize. dayak yemiş gibiydim ama mutluydum da aynı zamanda. pis moruk gökyüzünden bana bakıp sırıtıyordu: “iyi bir yazar” diyordu “işte böyle yere serer adamı.”
(bir nick bulamadim ki - 4 Eylül 2012 12:32)
evet, adını ilk duyduğumda şöyle bir burun kıvırdığım yazardı hasan ali toptaş...ne var ki,gerçek bir edebiyat kişisi dostumun bir paket içerisinde gölgesizler romanını bana armağan etmesi, neyin nesiymiş diye şöyle ilk satırlardan başlamam ve o andan itibaren elimde ne var ne yok bırakarak bu büyülü anlatıma -sele karşı tutunamayan dal parçaları gibi- kapıldım. düşündüm, ne büyük bir hataya düşmüşüm. burun kıvırmakla ne büyük bir züppelik yapmışım. kendimi esefle kınadım. gölgesizler, 1994 yunus nadi edebiyat ödülü'nü kazanmış... bunu bir kenara bırakırsak,ki bu tip ödüller her zaman okuma arzuma ket vurmuş ve bir başka kitaba yönelmeme neden olmuştur, son dönemlerde okuduğum en esaslı türk edebiyatı romanı. fantastik bir köy romanı, gölgesizler. düşle gerçeğin arasında, hiç olmamakla olmak arasında, gitmekle her zaman orada olmak arasında kurgulanmış, rahat anlatımı ve sadeliğinde taşıdığı şıklıkla yazarının dile ne kadar hakim olduğunun altını çiziyor roman. müellifinin önünde reverans yapıyor. gölgesizler'i okurken tuhaf duygulara kapıldım. böyle ürperir ya insan. o kayboluşlar... o gerilim... o sürpriz... merakı daima diri tutan tasvir becerisi. gerçekten ürperdim ya. böyle sakin bir anlatımla bir yazar nasıl verir ürperme duygusunu, böylesine becerikli bir şekilde. tek bir kahramana kilitlenip kalmadan, sanki bütün roman kişilerinin ağzından seslenen bir anlatım... kentin ve köyün içiçe girdiği olayları ve kişileriyle birbiri içinde yaşadığı, roman kişilerinin birbirlerinin rollerini devam ettirdiği hadiseler kitabıdır gölgesizler.tavsiye edilecek ender türk romanlarından. kadim okuyucuları ve hatta yeniyetme okur parçalarını sarsacak güçte, hasan ali toptaş roman böyle yazılır demiş...
(lazarus - 7 Nisan 2004 08:59)
okuduktan sonra hayata bir kez daha şöyle bir baktırıp "paylaşılan zaman ve mekan bir efsanedir" dedirten, enfes roman.
(epifunny - 28 Mart 2005 00:52)
Yorum Kaynak Link : gölgesizler