Süre                : 2 Saat 4 dakika
Çıkış Tarihi     : 23 Ekim 1998 Cuma, Yapım Yılı : 1998
Türü                : Komedi,Drama,Fantazi
Taglar             : 1950'ler,Aile değerleri,Özgür düşünür,Isyan
Ülke                : ABD
Yapımcı          :  New Line Cinema , Larger Than Life Productions
Yönetmen       : Gary Ross (IMDB)(ekşi)
Senarist          : Gary Ross (IMDB)(ekşi)
Oyuncular      : Tobey Maguire (IMDB)(ekşi), Reese Witherspoon (IMDB)(ekşi), William H. Macy (IMDB)(ekşi), Joan Allen (IMDB)(ekşi), Jeff Daniels (IMDB)(ekşi), J.T. Walsh (IMDB)(ekşi), Don Knotts (IMDB), Marley Shelton (IMDB)(ekşi), Jane Kaczmarek (IMDB), Giuseppe Andrews (IMDB), Jenny Lewis (IMDB), Marissa Ribisi (IMDB), Denise Dowse (IMDB), McNally Sagal (IMDB), Natalie Ramsey (IMDB), Kai Lennox (IMDB), Jason Behr (IMDB), Robin Bissell (IMDB), Paul Walker (IMDB), Dawn Cody (IMDB), Maggie Lawson (IMDB), Andrea Baker (IMDB), Marc Blucas (IMDB), Stanton Rutledge (IMDB), Gerald Emerick (IMDB), Charles C. Stevenson Jr. (IMDB), Nancy Lenehan (IMDB), Weston Blakesley (IMDB), Danny Strong (IMDB), Erik MacArthur (IMDB), David Tom (IMDB), Jeanine Jackson (IMDB), J. Patrick Lawlor (IMDB), James Keane (IMDB), Meredith Thomas (IMDB)

Pleasantville (~ Yasamin renkleri) ' Filminin Konusu :
1990’larda, yaşadığı hayattan pek memnun olmayan David ve Jennifer 1950’lerin siyah beyaz dizisi “Pleasantville” i seyrederlerken dizinin içine girmeyi başarıyorlar. Bu dizinin içindeki insanlar hepsi siyah beyaz iken iki kardeş kendi renkleriyle dolaşıyorlar.

Ödüller      :

Academy of Science Fiction, Fantasy & Horror Films:Saturn Award-Best Performance by a Younger Actor/Actress, Saturn Award-Best Supporting Actress


  • "bugun hurriyet'in televizyon programi kisminda turkce adinin "yas amin renkleri" olarak yazildigi film.."
  • "filmdeki ayaklanmaların 1 mayıs'ta gerçekleşmesi güzel bir ayrıntıdır."
  • "muhafazakarların aptal olmasından bahseden harika bir film olmasının yanında, ilk akla gelen(bkz: cihangir'deki merdivenlerin griye boyanması)"
  • "hem kelime anlamı, hem de filmin içeriği olarak birebir çeviri yapıldığında ne yazık ki bu güzel filmin türk versiyonu cennet mahallesi oluyor."




Facebook Yorumları
  • comment image

    makus kaderim siyah beyaz bir tvde izletti bana bu filmi. bi bok anlamadım haliyle. allahtan önce konusunu okumuştum, müzik falan değiştiğinde ufak ufak anlar gibi oldum kimi yerleri. hmm herhalde şimdi şu zımbırtının rengi değişti falan demekle geçti bütün film. buna da şükretmek lazım. elbet renkli bir tvde de izlerim birgün

    ya renk körü olsaydım; ya köpek olsaydım?


    (saruman - 14 Şubat 2002 20:43)

  • comment image

    --- spoiler ---

    filmde toplanıp yakılan, duvara resmi çizilen kitapların seçimi oldukça ilginç, çünkü bu kitaplar amerika tarihinde gerçekten bir dönem yasaklanan kitaplar. şöyle ki;

    moby dick (herman melville): toplumun değer yargılarıyla çatıştığı için
    rainbow (d.h. lawrence): erotik ve provokatif bulunduğu için
    catcher in the rye (j. d. salinger): içeriğinde küfreden, içki ve sigara içen ve seksten bahseden bir karakter barındırdığı için(20 yıla yakın bir süre)
    huckleberry finn (mark twain): bir zenciyle bir beyazın dostluğunu anlattığı için yasaklanmışlardır.

    filmde özellikle bu kitapların seçilmesi ve pleasantville halkının tepki göstermesi, bu kitapları yakması laf olsun diye değildir elbet, geçmişteki yasakçı ve sansürcü zihniyete bir taşlama niteliğindedir.

    yine duvara çizilen resimlerde anlatıldığı gibi, topluluk içinde öpüşen bir çift, ya da onaylanmayan müzikleri dinleyen ve dans eden gençler de bir dönem tutucu kesimi çileden çıkarmış, "gençlik elden gidiyor" duyguları uyandırmıştır. sokakta çiftler öpüşemezken duvara bunu çizmekle, buna da tepkisini göstermiştir film.

    filmin anlatmaya çalıştığı şey, dışarıdan mükemmel görünen 50lerin dünyasının hiç de mükemmel olmadığı, steril banliyö hayatının nasıl kısıtlayıcı olduğunu, mahalle baskısının ne menem bir şey olduğunu, toplumların değişerek yeni değer yargılarına sahip olması gerektiğini göstermek. ucundan kıyısından bunu başarıyor da, ama anlatımı zayıf kalıyor.

    yine de, yasak elmayı, taşlanan ressamları, başkaldıran gençleri, başkalaşımının üzerini örten, farklı olmaktan korkan ve utanan anneyi neşeli neşeli anlatabilmiş olması filmin en orjinal tarafı.

    o değil de, eline fırçayı alalı bir gün olmuş adamın olaya bir kübik, bir ekspresyonist yaklaşması neydi, onu anlamadım ben?

    ---
    spoiler ---


    (nevrotik pollyanna - 31 Ocak 2008 03:08)

  • comment image

    bugunlerde "the cider house rules" ile ilgi odagi olan tobey maguire yi iyice meshur eden film.

    ayni zamanda cok renklilikten oturu eve geldiginde yemegini hazir bulamayan babanin yasadigi drami anlatan keyifli yapim


    (speedy - 18 Mart 2000 16:14)

  • comment image

    muhafazakar amerikan toplumunu yerden yere vuran film. bunu yaparken zencileri kullanmayıp ari (?) anglo saxonları birbirlerine düşürmeleri de çok zekice. "sex doğaldır", "kitaplar hayatımızı değiştirir", "sanat yaşamı renklendirir" gibi mesajları seyircinin kafasına dank dank vurmadan, hafif bir tebessümle seyrettiren başarılı bir çalışma. tabi film boyunca gözlerim soda shop'un bir kenarında mırıl mırıl şarkısını söyleyen fiona apple'ı aradı ama neyse filmin sonunda onu da dinleme şerefine eriştik.


    (arsonist - 28 Mayıs 2002 09:03)

  • comment image

    bana hep the giver kitabını hatırlatan, hatta ondan esinlenilmişcesine benzediğini düşündüğüm, sürekli tarihte olan önemli olaylara değinen eğlenceli film.

    --- spoiler ---
    en hoşuma giden olay filmde, popüler/hafiften kaşar kızkardeş jennifer'ın (reese witherspoon) mahalleli siyah beyaz gençlere cinselliği öğretmesi üstüne hepsinin renkenmesi ama kendisinin baya bir aktivitede bulunmakta olsada siyah beyaz kalmasıdır. sonra bir gün eline geçirdiği d. h. lawrence kitabını okumak istediğinden ötürü, über yakışıklı sevgilisinin eker. kitap başında uyuya kalır, sabah kalkınca o da nesi: renklenmiştir! demek ki neymiş, aksiyonu bilmek yetmiyomuş, d. h. lawrence'ın seksüel sembolizmini okuması üzerine cinselliğin duygusal yönünü öğrenmek de gerekiyomuş. yani duygu olmadan olayın kendisi bi bok değil diyo film. güzel şeyler bunlar...
    ---
    spoiler ---


    (little red - 26 Eylül 2008 21:15)

  • comment image

    oryantalizm dersi için, o alanda üzerinde inceleme yaptığım film. inceleme spoiler içerir...

    oryantalizm basitçe, batı’nın doğu’yu batılı gözle algılaması olarak tanımlanabilir. doğu- batı kavramları coğrafi konumu ifade etmezler. doğu “öteki”dir. gelişmiş olan “batı”nın gerisinde kalmış, eğitilmeye muhtaç bir insan topluluğu adeta.1998 yapımı gary ross filmi “pleasantville”, farklı insan topluluklarının birbiriyle etkileşimi üzerine kurulmuştur. oryantalist bakış açısında “batı” bariz bir şekilde üstünken, filmin başında birbirlerinden farklılaştırılan iki ayrı dünyada üstün olanın pleasantville olduğu hissine kapılmamak elde değil. ama “batı” kavramının karşılığının filmde gösterilen günümüz dünyası olduğunu anlamak güç değil. çünkü “pleasantville” aslında eskiden çekilmiş bir dizi. yani o dünya, yıllar öncesinde batılılar tarafından var edilmiş. bir dizinin yayından kaldırıldığını veya bittiğini düşünün. ross ve rachel sonsuza kadar mutlu yaşarlar , lorelai ve rory ölene kadar aynı hızda konuşmaya devam ederler ve elbette ki güzelliklerini korurlar , tüm dünyada binlerce “avcı” gücüyle donatılmış kız ortaya çıkar vs. yani son bölüm yayınlandıktan itibaren o diziler için yaratılmış evrenlerde zaman durur. seyirci devamında ne olduğunu merak etmez, adeta her şeyin sonsuza kadar öyle kalacağına kendini inandırır. “pleasantville” dizisi de yıllar önce batılılar tarafından çekilmiş ve belli bir noktada sonlandırılmış olduğundan, günümüze kadar hiçbir gelişme göstermemiş bir evreni konu alıyor ve o evrenin kontrolü yüzde yüz olarak batılının elinde.
    filmin başında iki ayrı dünya arasında keskin çizgilerle farklar belirleniyor. ilk önce bir televizyon kanalı reklamı aracılığıyla pleasantville’e göz atma imkanı buluyoruz. aile değerlerinin ön planda olduğu, sıcak selamlamaların değiş tokuş edildiği, dengeli beslenen insanların yaşadığı ve güvenli seks kavramının hala geçerli olduğu bir evren söz konusu olan. o kanalda “pleasantville” dizisi bir maraton şeklinde 24 saat boyunca yayınlanacağı için reklam yapıyorlar ve sloganı “daha güzel ve neşeli günlere dönün”.
    “pleasantville” filmi, dünyamızın merkezine gençleri oturtmayı tercih ediyor. ilk gördüğümüz karede piercing taktırmış bir kız var. jessica (reese witherspoon) sigara içen bir genç. kendisi ve arkadaşları, “falan oldum” şeklinde türkçe’ye çevrilebilecek “like” kelimesini cümlelerinde sıklıkla tekrarlıyorlar. david’i (tobey maguire) ilk olarak bir kıza çıkma teklif ederken görüyoruz. ama sonradan anlıyoruz ki kız ondan metrelerce uzakta ve o kendi kendine konuşuyor. yani pleasantville’deki sıcak selamlaşmaların yerini iletişimsizlik alıyor. okulda aldıkları eğitimden parçalar izlediğimizde hıv virüsünün dünyayı sardığı, ozon tabakasının delindiği, rekabet ortamında işsizliğin arttığı, kıtlığın baş gösterdiği gibi bilgilerle donatılıyoruz. oysa az sonra “pleasantville” dizisinden izleyeceğimiz bir sahnede evin erkek çocuğu bud kazandığı ödülü ailesine gösterirken “tüm yarışmacılar başarılıydı ama sanırım en süperi benimkiydi,” diyor. yani prensip olarak pleasantville’de rekabet yok. david arkadaşıyla telefonda konuşurken pleasantville’de kimsenin evsiz olmadığını söylüyor. arkadaşının “neden?” sorusuna, “çünkü orası öyle bir yer değil,” cevabını veriyor. yani sebep- sonuç ilişkisi aramaksızın pleasantville ütopik bir dünya olarak resmediliyor.
    bu kadar güzel bir dünya neden “doğu” olarak konumlandırılıyor? çünkü tüm tozpembeliğine rağmen, her şey fazla plastik. gerçekçilikten eser yok. insanın yola devam etmesini sağlayan “bir şey başarma isteği” yok çünkü herkes zaten hayatından çok memnun. daha iyiye gitme arzusu beslenmediği için evren yerinde sayıyor. bunun uzun vadede demodelik, cahillik, gelişmemişlik sağlayacağı aşikar. zaten oradaki her şeyin siyah-beyaz olması da bu eski zamanlardan kalmışlığın ve gelişmemişliğin bir göstergesi niteliği taşıyor, seyirciyle o dünya arasına bir perde daha çekiyor. bizim dünyamız bu noktada “batı” halini alıyor. boşanmış ailelerin, çılgın gençlerin, çevresel felaketlerin olduğu bir dünya yine de üstün olabiliyor çünkü “çaba” var, çalışma var, gelişim var. david’in özlemle izlediği “pleasantville” benzeri küçük kasaba hayatı geride kalmış, küreselleşen bir dünyada var olma savaşı veren insanlar var.
    bizim dünyamıza üstünlük kimliği kazandırıldıktan sonra sıra onu “doğu”yla iletişime sokmaya geliyor. bunu sağlayan ise ilginç bir karakter. filmde bizi gençlerin temsil ettiğini daha önce belirtmiştim. onların dünyası ise televizyon etrafında dönüyor. biri mtv’de konser izlemek istiyor, diğer dizi. asıl önemli olan kumandanın iktidarını ele geçirmek. david ve jessica bu iktidar savaşını sürdürürken “amaç”larının aracını kırıyorlar. ve tam dünyamızın adeta işlevsizleştiği anda devreye tanrı benzeri bir karakter giriyor: televizyon tamircisi. çağırılmadığı halde evlerin kapısını çalan, onlara bedava televizyon kumandaları veren bir hayırsever. ancak verdiği kumanda, pleasantville evrenine açılan kapının ta kendisi. bence böylece filmin asıl mesajı da verilmiş oluyor: birbirinden farklı seviyelerde olan ülkelerin, dünyaların, varlıkların var olmaya devam etmelerinin tek koşulu ortak noktada buluşmaları. yani ne batı doğuyu batılılaştıracak, ne de tam tersi. gerekli olan bir doğu-batı sentezi. televizyon tamircisinin tanrı, yani evrenin kontrolünü elinde bulunduran güç, olduğu fikri filmin ileriki kısımlarında da pekiştiriliyor. david ve jessica’yı pleasantville’e göndermesini mucize olarak niteliyor ki mucizeleri gerçekleştirme gücü yalnızca tanrı’dadır. adeta peygamber seçer gibi pleasantville’e gönderecek kişiyi aradığını söylemesi de “tanrı” olduğunun bir başka göstergesi. tabii tanrı olarak david ve jessica’ya el değmemiş bir dünyada haddinden fazla güç verince pişman oluyor ve her ne kadar iyi niyetli ve ılımlı karakterimiz david olsa da onun asiliğine maruz kalıyor. film, bir süre sonra amacı karşısında her çeşit insanoğlunun tanrı’yla çeliştiğini açıkça gözler önüne seriyor. televizyon tamircisi karakterini tanrı olarak konumlandırmakla, “doğu”ya refah götüren veya götürecek olan “batı”lılara ilahi bir görev verilmiş oluyor ve onlar kutsanmış varlıklara dönüşüyorlar. her ne kadar televizyon tamircisi filmin ilerleyen bölümlerinde david ve jessica’yı yolladığı “cennet”ten (ki burada el değmemiş egzotik topraklar kastediliyor) döndürmeye çalışsa da, verdikleri veya vermeleri olası olan zararlar kaçınılmaz olarak meşrulaşmış oluyor. çünkü onları “doğu”ya yönlendiren, yaratıcı gücün ta kendisi.
    kahramanlarımız pleasantville’e girdiklerinde orası hakkında daha fazla fikir sahibi oluyoruz. dünyamızın el değmemiş, günah görmemiş hali gibi bir yer pleasantville. adem ve havva’dan önceki zamanlardan kalmış sanki. bu yüzden filmde seks önemli bir kavram ve kırmızı, filmde kullanılan önemli bir sembol. gençler arasındaki ilk “güvensiz seks”ten sonra siyah-beyaz dünyada değişimi sembolize eden “renklenme” bir “elma” kırmızısıyla başlamış oluyor. tutku ve günahın rengiyle. bizim dünyamızda olduğu gibi pleasantville evreninde de ileriye gitme motivasyonunu sağlayan şey aşk oluyor. david’in bud kimliğiyle yapabildiklerini test ettiği basketbol antrenmanı sahnesinde okulun yakışıklısı skip, bud’dan kardeşine çıkma teklif etmek için izin istiyor. ona sevgisini dile getirmek için okul iğnesini vereceğini söylüyor. okul iğnesi adeta sözlenmeyi sembolize edebilecek kadar güçlü bir bağ aracı onların dünyasında. bud’dan olumsuz cevap alınca morali bozulan, hatta sinirlenen skip, sahnenin başından beri tek atış kaçırmayan pleasantville basketbol oyuncularının kralı olmasına rağmen elindeki topu fırlatınca basket atamıyor. bu çok önemli, çünkü pleasantville’deki gençlerin erkek kısmını oluşturanlar için en önemli şey basketbol ve başarısızlık daha önce tatmadıkları bir şey. skip, jessica’yla birlikte olduktan ve bunu takım arkadaşlarına anlattıktan sonra “amaç”ta başarısızlık bir grip salgını gibi onlarda da baş gösteriyor. david, jessica’ya bütün bunlara sebep olduğu ve evrenlerini mahvettiğini söylediğinde aldığı cevap ise: “belki de mahvedilmeye ihtiyaçları vardır. bunu ben yapmazsam kim yapacak.”
    köklü değişim jessica’nın skip’i aşıklar tepesine götürmeye karar vermesiyle başlıyor. kardeşini tanıyan david, onun skip’le birlikte olacağını anlıyor ve o evrende evlilik öncesi birliktelik gibi “tehlikeli” kavramlara yer olmadığından (hatta sevişme sahnesinde görüyoruz ki oranın gençleri mastürbasyon bile yapmayacak kadar “masum” ve “güvende”) arkasından bağırıyor: “bunu yapamazsın. o gerçek değil. var olmayan birine bunu yapamazsın!” burada “batı”lıların “doğu”yu çoğunlukla yok saymayı tercih ettikleri ama yine de onu eğitme isteklerini engelleyemedikleri vurgulanıyor ve biri değiştirilmek isteniyorsa ilk önce onun “var”lığının kabullenilmesi gerektiği açıkça ortaya konuyor.
    seksin halk arasında yayılmaya başlamasıyla çift kişilik yataklar ve insanlar arasında renklenme meydana çıkmaya başlıyor. film bütün etkenlerden çok cinselliği öne çıkardığı için eleştirilebilir olsa da, biraz daha dikkatli gözler asıl etken haklı olarak bu olsa da, işin içindeki diğer şeyleri de fark edebiliyor. örneğin ortaya çıkan bir diğer kavram da sanat oluyor. resimleri renkli görmeye başlayan restoran sahibi bill, pleasantville’in ilk gerçek sanatçısı oluyor. tarih boyunca sanat eserlerinin fikir empoze etmede ve kamuoyu oluşturmadaki önemini düşünecek olursak david ve jessica’nın ön ayak olduğu bu değişim epey büyük nitelikte.
    fakat değişim başlamadan önce, pleasantville’e ilk girdiklerinde, ülke dışında savaşa giden askerler gibi bir uyum sorunu yaşıyorlar. ancak orada kalmak zorunda olduklarını anlayıp kabullenince “akıllılık” edip çareyi oraya uyum sağlamakta buluyorlar. onların yemeklerini yiyorlar, okula gidiyorlar, komşularla selamlaşıyorlar… yani ait olmadıkları yerde varolmak için yapmaları gereken şeyi yapıp, onları kendilerine benzetme aşamasına geçmeden önce halkı kendilerine adeta ısındırıyorlar.
    işin ilginç yanı “batı”yı temsil eden david ve jessica’nın, pleasantville’e yabancı olarak girmemeleri. o topraklarda, onların içinden karakterler olan bud ve mary sue olarak bulunuyorlar. böylelikle “doğu” fark etmeden değişime onay vermiş, direnmeye fırsat bulamamış oluyor. burada verilmek istenen mesaj, batılılaştırmak istediğimiz yerlerde doğudan bir haber ve tamamen farksız unsurları kullanmanın nafile olacağı. zaten david, “pleasantville” dizisiyle ilgili her şeyi bildiği için, değiştirecekleri dünyada değişimin sınırlarının ve çizginin ne kadar aşılabileceğinin de farkında. eğer değişim çalışmalarında bir ölçülülük söz konusuysa, bunu sağlayan kişi elbette ki david.
    david ve jessica pleasantville’e girdiklerinde oranın eksik yanlarını da görmeye başlıyoruz. elbette ki orasıyla ilgili bütün eleştirileri, “doğu”ya yapılmış olarak algılayabiliriz. örneğin okuldaki coğrafya dersi sahnesinde inceledikleri alan, şehrin merkezi. ana caddenin diğer caddeden farkını işliyorlar. mary sue, yani jessica, ana caddenin sonunda ne olduğunu sorduğunda ise hoca önce onun ne kastettiğini anlamıyor. ancak sonrasında cevabı çok manidar: “ana caddenin sonunda yeniden ana caddenin başına varırsın.” böylece “doğu”nun dar görüşlülüğü ve dışa kapanıklığı, etrafındaki gelişmeleri ve olayları önemsememesi eleştirilmiş oluyor.
    “doğu”nun değişime hazırlıklı olmaması ve onun karşısında bir çare olması, bud işe geç kaldığı için ne yapacağını bilemeyen restoran sahibiyle gösteriliyor. kendi üzerine düşeni yaptıktan sonra ne yapılacağını bilmediği için işini sürdüremiyor. “batı”nın eğitim seferi bu noktada başlıyor. david ona, geç kaldığı taktirde işleri nasıl yürüteceğini göstermeye başlıyor. sonrasında hamburger yapımını nasıl tamamlayacağını da gösteriyor. ilk eğitilen “doğu” olan restoran sahibi bill johnson’daki büyük değişim filmin devamında önemli olaylara yol açıyor. “batı”nın yardımıyla gözleri açılan “doğu”, kendi ayakları üzerinde başarılı işler yapmaya başlıyor. aslında “batı”nın eğitmen konumu, muhtaç olana balık vermekten ziyade ona balıkçılığı öğretmek gibi faydalı bir pozisyonda sabitleniyor.
    “doğu”yu eleştirirken devlete de bir eleştiri getiriliyor. pleasantville’de yağmur yağınca toplumun önde gelen kişilerinden biri olan bud’ın babası george parker, belediye başkanına gidiyor ve işin çığırından çıktığını ve yağmur yağdığını söylüyor. başkanın cevabı ilginç: “gerçek yağmur mu?” buradan çıkarılması gereken, “doğu”da varlığı kabul gören ama görmezden gelinen şeyler olduğu. yağmur kavramından haberdarlar ama ya yok saymışlar, ya da hiç görmemişler. dolayısıyla da buna tahammülleri yok. aynı şey renkler için de geçerli. konuşma dillerinde mavi var ama onu tanımıyorlar. oysa o güne kadar başlarına gelmemiş olması, daha sonra hiç gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyor. filmde yağmur yağdığında bu açıkça görülüyor. üstelik filmin sonuç bölümünü açan bu sahneden sonra hazırlıksız yakalanan devlet yetkilileri halk arasında ipin kopmasına ve adeta kaotik bir düzen oluşmasına sırf bu yüzden engel olamıyorlar.
    “doğu”ya ilişkin bir diğer eleştiri de eğitimsizlik konusunda geliyor. pleasantville kütüphanesindeki kitapların hepsi boş çünkü. ancak pek kitap okumayan jessica onlara huckleberry finn hakkında hatırladıklarını anlatınca kitapların içi dolmaya başlıyor. yani cehaletleri de “batı”lı karakterlerimiz tarafından gideriliyor. üstelik entelektüel olmayan “batı”lı aracılığıyla. jessica kitabın devamını hatırlayamayınca david hikayeyi şöyle noktalıyor: “kaçıyorlardı. huck ve köle. nehirden yukarı çıkıyorlar, özgür kalmaya çalışıyorlardı ve birden, zaten özgür olduklarını fark ediyorlardı.” bu cümleler bile başlı başına “doğu”ya verilmesi gereken asıl mesajı teşkil ediyorlar. belki de “batı” bunu itiraf edecek cesarete sahip olmasa bile onlar zaten özgürler ve bireysel kimliklere sahipler, sadece bunu fark edecek kadar deneyimli ve eğitimli değiller. bu konuda da “batı”nın yardımını almakta hiçbir sakınca yok elbette. ayrıca etkileşimin sadece tek yönlü olmaması gerektiği, iki tarafın da birbirini değiştirip geliştirdiği bir ilişkinin daha faydalı olacağı düşüncesi jessica’nın sıkı bir kitap okuru olmaya başlaması ve skip’in dışarı çıkma teklifini bile bu uğurda reddetmesiyle kanıtlanıyor.
    değiştirmede ve geliştirmede ölçünün kaçırılmasına getirilen eleştiri ise ağır oluyor. sınır geçildiği taktirde halkta bölünmelere yol açılabileceği çok güzel bir şekilde gösteriliyor. jessica ve david’in değişikliklerine uyan bill, anneleri (ki kendisinin renklenmesine neden olan mastürbasyon sahnesinin neden olduğu bir diğer şey de pleasantille’in ilk yangını. günaha karşılık cehennemde yanmayı çağrıştırıyor nedense!) ve diğerlerinin kendileri renklenince adeta akla kara ortaya çıkıyor. renklilerle siyah-beyazlar arasında sınıf ayrımları oluşmuş oluyor. doğal olarak renkliler azınlık olarak ezilmeye mahkum oluyorlar. bu yüzden değişim sağlanmaya çalışılırken yavaş ama emin adımlarla ilerlemek ve ölçülü olmak çok önemli. çünkü ipin ucu kaçarsa en sonunda, filmde olduğu gibi çatışmalar şiddetli bir hal alıyor. farklı olan parçalanıyor, değişime açık olan veya azınlıkta olan eziliyor. finalde herkes kendinden önemli parçaları kaybetmiş oluyor. ülkemizde de gerçekleşmiş tanıdık sahnelerden biri yaşanıyor örneğin: kitaplar yakılıyor. ama orta yol bulunuyor elbette, iki tarafın baştan barışçıl olsalardı yapmak zorunda kalmayacakları fedakarlıkları gerektirerek. işin kötü yanı barışın gerçekleşmesi için devletin, bu durumda belediye başkanının zor durumda kalması yani renklenmesi gerekiyor. ve görünüşte “batı”nın yardımıyla ayaklanan azınlık “doğu”lunun çabaları sonucu hızlandırsa bile, filmde son kararı veren yine de oranın güçlüsü oluyor. aslında sonuç olarak bütün değişimin sebebi “batı”lı ve onun yardımını kabul eden ve değişime gönül vermiş “doğu”lu oluyor.
    “pleasantville”, “batı”nın güçlü olduğu fikrinden taviz vermiyor belki, ama savaş filmleri ve diğer benzeri filmlerin aksine daha ılımlı bir mesaj veriyor ve daha barışçıl çözüm önerileri getiriyor. karşılıklı ve iyi yöne doğru etkileşimin herkes için faydalı olabileceğini güzelce vurguluyor. başka türlüsünün ise çok zararlı olduğunu belirtmekten geri kalmıyor. son sahnede, filmin başında cehennem gibi resmedilen dünyamızın da aslında ne kadar güzel ve “sıcak” olabileceğini kanıtlarken, artık tamamen renklenen pleasantville’de insanların mutlu ve gelecekleri için heyecanlı ve istekli olduğunu gösteriyor. fikrini seyirciye güzel anlatabildiğinden emin olmak içinse, filmin sonunda fiona apple’ın asi ve tutku dolu yorumuyla the beatles şarkısı “across the universe”i dinleterek bir darbe daha vuruyor. nitekim film, bu muhteşem şarkının ve muhteşem yorumun şu sözleriyle sona eriyor:

    “sounds of laughter shades of earth are ringing
    through my open ears, inciting and inviting me

    jai guru deva om
    nothing’s gonna change my world ”


    (under rug swept - 24 Aralık 2008 12:23)

  • comment image

    monotonluğa ve anlamsız muhafazakârlığa karşı tepkisini ortaya koyan, ırkçılığa karşı ince ve zarif göndermeler yapan, - gene yanlış anlamadımsa - "doğru hayat yoktur, sadece yaşamın renkleri vardır" diyen, 1998 abd yapımı bir film. william h macy'nin canlandırdığı bud* ve mary sue*'nun babasının "honey, i'm home." repliği filmin ismini hatırlayamayanlar için bir parola adetâ.

    final sahnesinde güzel bir sürpriz de var; nothings gonna change my world - fiona apple


    (comandante - 30 Kasım 2002 13:34)

  • comment image

    harika bir film. muhafazakarlığı‚ hayatın renklerinden uzak durmayı‚ böyle gelmiş‚ böyle gider düşüncesini alaşağı eden muhteşem bir film. hayat bize söylenilen‚ uyulması gereken kurallar bütünü değil. hayat sadece hayattır. ne olacağını bilemezsin‚ yaşarsın ve görürsün.
    bir gün evine geldiğinde her şey değişmiş olabilir. masanda yemeğin hazır olmayabilir, karın seni bekliyor olmayabilir. bunu bilmemesi güzeldir. çünkü dünün bugünden, bugünün yarından bir farkı olmazsa yaşamanın bir anlamı da olmaz.

    - bundan sonra ne olacak?
    - bilmiyorum
    - ben de bilmiyorum.

    bilmemek güzeldir...


    (cncn - 5 Eylül 2010 22:35)

  • comment image

    kahirenin mor gulu, truman show, the invention of lying, hatta sayarken akla gelmeyen ve konusu mükemmel düzenin idamesine dayanan distopia’ya aklınızda geçit töreni yaptırıyor bu film... digerlerinden daha cok klise deger yargilari uzerinde duruyor hem de en kuzey amerikalısından.

    --- spoiler ---
    kuralların insanı naiflikten de öteye götürdüğü, duyguların, heyecanların, öfkenin, şiddetin, seksin, aşkın olmadığı, eksikliğinin de hissedilmediği bir tv dizisindeki steril, kuru ama huzurlu hal belki de sık sık bizim de kafamızı kurcaladığı gibi david’in de hayallerini süslüyor. ayrılmış anne babası ile karşılaştırdığında, dizide izlediği ailenin durumuna öykünüyor. ta ki, filmi fantastik kılan, dizideki siyah beyaz dünyaya kız kardeşi ile atladıkları ana kadar.
    pleasantville, mutlu olduğunu sandıkları ile yetinerek mutluluğun ne olduğundan habersiz, başka bir dünyanın bilincinde olmayan, hatta köşe başından sonrasını bilmeyen, canlandırdıkları karakterlere dayanarak davranıp irade kullanmaktan aciz insanların “rollerini layığıyla yerine getirdikleri” bir dünya iken, iki kardeşin bildikleri ve artık yokmuş gibi yapamayacakları arzuları, istekleri, sorgulamaları, bunları paylaşmaları ile renklenmeye, ritmini kaybetmeye başlıyor. seks, kitaplar, müzik, resim hayatın önemli bir noktasında tüm kuruluğu alıp götürüyor. ilkin çiçekler açıyor, sonra elmalar kızarıp, kadının elinde erkeğe sunuluyor.
    düzendeki aksaklıklar her zaman olduğu gibi, erki elinde tutan, bundan faydalanan, varlığını bununla anlamlandıran, muhafazakar olduğunu bu vesile ile fark etmiş kesimi rahatsız ediyor tabii ki.
    film son dönem izlediğim en karikatürize ama bunu en keyifli hali ile sunan işlerden biri. irdelemek istediklerini sokak dili ile değil, salon filmleri argosu ile yapıyor. hissedilenden utandığımız, baskıladığımız, mükemmel düzeneğimize zeval gelmesin diye kendimizi dilim dilim yediğimiz hayatlarımıza dair sorgulanacakları kibarca, sevecen bir şekilde, biraz resim, biraz edebiyat sosu ile önümüze sunuyor.
    ---
    spoiler ---
    sanırım en büyük dezavantajı the truman show ile aynı yıl yapılmış olması. yine de gary ross’un eline sağlık.


    (qfwfq - 15 Kasım 2011 12:04)

  • comment image

    bugüne kadar izlediğim en orjinal 10 filmden biri... ve bence en orjinal 10 sinema filmi diye bir liste varsa o listeye girmesi gereken filmdir kendisi... her karesinden orjinallik akan, çok güzel altmetinleri olan film.
    zenci olmamasıda geçtiği dönemden* kaynaklanmaktadır...
    bir de the truman show bazı yönlerden çok benziyor oda ilk 10 orjinal film listesine girmeye layıktır.


    (dirk pitt - 15 Nisan 2003 01:22)

  • comment image

    david's mom- one day i thought this was it, this was how it was always going to be. i had the right job, i had the right house, i had the right life.
    david- there is no right car, there is no right life.

    bolumuyle gozunuzde kivilcim caktiran, aydiran film.


    (icarion - 5 Nisan 2004 01:02)

  • comment image

    --- spoiler ---

    seyrettiğim filmler arasında beni en çok etkilemiş olanlardan biri.

    pleasantville kasabası alegorisi ile savaş sonrası iyimserliğinin mccarthy'nin paronoyak politikaları ile harman olduğu 1950'ler amerika'sının baskıcı, tektipleştirici, banliyölerdeki çekirdek beyaz aile bir amerikan yaşamını idealize eden televizyon yayınlarını hicvetmekte ve bunda çok başarılı olmakta. havanın hep güneşli olup kimsenin seks yapmadığı, yangın çıkmayan ama kitapların süs olsun diye durduğu, zencilerin olmadığı ve kadınların sadece abartı miktarda yemekler yapan ideal ev kadını olduğu, herşeyin mükemmel bir sıkıcılıkta gittiği bir kasaba.

    bu düzeni bozdukça, insanlar seksi, sanatı, kitapları ve kendi içerlerinde bulunan farklı duyguları keşfettikçe renklenmelerinin verdiği anlam sinematografik olarak daha güzel nasıl anlatılırdı bilmiyorum. sırf bu fikir ile bile başlı başına harika bir film oluyor.

    bunun dışında "no coloreds" yazısı ile amerikan tarihinde (hatta 1950'lerdeki) ırkçılıka yapılan gönderme, kitap yakılma sahnesi ile nazi dönemine olan gönderme, şehir meclisinin toplantısındaki citizen kane göndermesi gerçekten çok hoş. sonunda, pleasantville'in dışından gelmiş olan tobey'nin korkaklığını yenerek, reese'in ise entelektüel zevkin farkına vararak seksüel zevkin önüne alması ile renklenmesi de çok güzel olmuş. filmin sonunda da hayatın aslında belirsizliğinin güzelliğini kucaklamak gerektiği mesajını vermesi ile çok iyi toparlanmış şekilde bitmekte.

    çok keyifle izlenen, acaip güzel bir filmdir. aynı tarihte çekilmiş truman show ile anlatmak istediği şeyler noktasında benzeşmesi ise garip bir tesadüftür ama her iki filmin de keyfi ayrıdır.

    herkese tavsiye edilir.

    ps: orgazm ile ağacın alev almasını örtüştürmek çok harika bir fikirdi.
    ---
    spoiler ---

    benzer bir dönemi benzer şekilde eleştiren bir başka film için (bkz: far from heaven)


    (iwillshowyouwhatitmeans - 19 Ağustos 2014 11:51)

  • comment image

    gary ross'un yazıp yönettiği en özgün anlatımlı ve en yaratıcı senaryolardan birine sahip film. ilköğretim öğrencilerine humanizm bilinci vermek adına ders olarak izletilmesi ve tartışılması farz film.

    --- spoiler ---

    jennifer wagner (reese witherspoone) hemen herşeyi tecrübe ettiği için asla renklenemeyeciğinden endişe ederken hayatında okuduğu ilk romanını bitirince renklenmesi ve bu romanın da d.h. lawrence'ın the rainbow adlı romanı olması filmin en hoş süprizidir.

    ---
    spoiler ---


    (beatific - 3 Eylül 2004 22:06)

  • comment image

    insanlık tarihinin küçük bir özeti gibi olan film.
    --- spoiler ---
    önce cinselliği, sonra yazıyı ve kitapları, sonra müziği, en sonra da sanatı keşfedişleri, sonra engizisyon, sonra da aydınlanma, herşeyin renklenmesi. yasak elmaya kadar dinler tarihine ve büyük günahlara göndermelerle dolu, bugüne kadar izlediğim en iyi kurgulanmış filmlerden biri
    ---
    spoiler ---
    çok iyi...


    (svr - 2 Ocak 2005 00:11)

  • comment image

    50'lilerin neşeli dizisi pleasantville gary ross'un yazıp yönettiği bir külte dönüşüyor 90'larda ne hoş süpriz..

    reese ve tobey daha küçükler; küçük oldukları kadar da şanslılar böyle bir filmde başrolü paylaştıkları için..
    pleasantville bir yaşam simülasyonu tıpkı; bbg'siz dönemlerden kalma..tv time adlı bir kuşakta gösteriliyor; kuşağın ismi göndermelerden sadece biri televizyon kültürüne..
    dizinin büyüsüne kendini kaptırmış bir david var ve kendisine tezat, yaşamın olanaklarını fazlasıyla sömürmeye çalışan bir kardeş:jennifer..

    gördüğüm en garip çıkma teklifiyle başlıyor film:
    david: bilmiyorum.. seni tanımıyorum ama bilirsin işte burda herkes seni tanıyor.....(nitekim teklifini yapıyor ama kameralar geniş açıya geçtiğinde anlıyoruz ki; kız uzakta, oğlan ise kendi kendine geveliyor..)
    farklı sınıflar,farklı öğretmenler çıkıyor karşımıza. genelde iyi şeyler söylemiyorlar, felaket tellallığı yapıyorlar. notla tehdit ediyorlar.. yaşam o kadar acımasız geliyor ki david kendini 'o cama' yapıştırıyor adeta.. yapılan başka şeyler akla geldikçe o kadar masumane ki bu kaçış.. ( bunda ailevi sorunların da etkisi büyük: birbirinden ayrı bir anne baba, sorumsuz anne rolünde malcolm in the middle'dan hatırlayacağınız: jane kaczmarek..) kardeşi ise 'hayatı dolu dolu yaşama' hevesinde; 'gerçek yalanlara' aldanıyor bir kaçış olarak..

    derken birgün gariplikler başlıyor:
    televizyoncu amca mimarkarekterini hatırlatıyor matrix'deki, ya da truman show'daki yönetmeni(christof ).. david'in en tatlı rüyası kabusa dönüşüyor,kardeşi de bu kabusa iştirak ediyor tabi.. (bkz: televizyonun içine girmek) david bob'a dönüşüyor, jennifer oluveriyor mary sue..
    sisteme girmiş 2 virüs gibiler aslında.. ressamın siyah beyaz tablosunu daha iyi betimleyeceğine inandığı fırça darbesinin bir kusuru var yalnız: 'renkli olması'

    --- spoiler ---
    coğrafya dersi:
    öğretmen: geçen dersimizde x caddesini işlemiştik,bu dersimizde y caddesini işleyecez.. evet anlatmak isteyen?..
    çocuklardan biri: y caddesi k ve l sokaklarının arasında kalan caddedir.
    david: ders de caddeleri mi işleyecez? pleasantville'in dışında ne var?
    ( sınıfta tüm bakışlar david'e çevrilir, en çok öğretmen şaşırmıştır bu soruya; david sanki havva'nın meyvasını kabul eden adem gibi( aslında gerçeği de oluyor filmde ama!) karşılanmıştır arkadaşları tarafından..)
    (çocuklardan biri cevabı yapıştırır)
    çocuk: pleasantville'in dışı yoktur. son caddenin bitişi ilk caddenin başlangıcıdır..
    ---
    spoiler ---
    bu şehir bir dünya ütopyası aslında.. cehaletin kutsal olduğu,ahlağın son derece katı ve sınırların oldukça dar olduğu.. insan birçok ikilemde kalıyor dünyamızla bu şehri karşılaştırdığında, hangisini seçerdim diye.. yönetmenin seçimi ise belli sonunda.

    --- spoiler ---
    (skip boşalırken)
    skip: sanırım ben hastalandım bana birşeyler oluyor.
    ---
    spoiler ---
    seks ardından skip'in çalılıklar arasında gördüğü kırmızı gül ilk renk pleasantville'deki.. gerçek aşkın varlığı sistemdeki ilk çatlak olarak çıkıyor..
    kaosun kıpırtıları seziliyor; renkler canlanırken:
    başkanlara iltimas geçilmesi,kaybetmenin varlığı,reddedilme korkusu,aldatma,mesleğinden memnuniyetsizlik,özel bir güne değer vermeme daha önce bu şehirde olmayan şeyler..

    bir annenin kızından seksin ne demek olduğunu öğrenmesi(!) sonucunda kendi kendini tatmin ederken aldığı hazzın yangına dönüşmesi de oldukça etkileyici bir sahne..
    şehrin yaşlılar heyeti toplanıyor olanlara bir çözüm getirmek için, ilk önce kaos patlak veriyor: yağma ve yıkım.. tüm sanat ürünleri yakılıyor,yıkılıyor.. cennet* kapatılıyor ahlağı kurtarmak adına.. renkler günah ilan ediliyor.. şemsiye kullanımı bile yasaklanıyor 'bereketin yağmasından korkanlar' tarafından..
    yaşlılar heyetinin öne sürdüğü hamurabi yasalarına(!) tepki harikulade bir resimle geliyor, savundukları herşeyi simgeleyen: aşkı,müziği,edebiyatı...

    --- spoiler ---
    bob parker(david): öyle yerler vardır ki yollar daire çizmez,öyle yerler vardır ki yollar aralıksız devam eder.
    ---
    spoiler ---
    david bu yeni evrende kral ilan ediliyor adeta, cesaretini( rengine kavuştuğunda eksik olanın bu olduğunu anlıyoruz..) kazanıyor gerçek hayatta sahip olmadığı..( kız kardeşi ise okumaya aşık oluyor,pembeleşiyor gri yanakları cehaletini yok ettiğinde..) velhasıl kelam hayatta yapabileceği her türlü aşırılığı yapmış kızkardeş pleasantville'de kalmayı tercih ediyor,öğrenmeyi seçiyor; kardeşine ise ısırılmamış kocaman bir elma*kalıyor..

    'duygular renkleri getirdi tüm pleasantville onlarla yıkandığında'..*..
    adını bir türlü öğrenmediğim,öğrenmek de istemediğim güzel bir şarkı çalıyor fonda.. onun yerine aynı telden daha uyumlu birşey takıyorum..**

    seyrederken başka bir kanalda uzun süredir dinlemediğim bir şarkı vardı; tasadüf o ki son nakaratına denk gelmiştim**

    (bkz: ed tv)
    (bkz: truman show)
    (bkz: fahrenheit 451)


    (starcrossed - 1 Eylül 2005 21:32)

  • comment image

    "the purple rose of cairo"yu anımsatan keyifli film.

    --- spoiler ---

    pleasentville'de hayat ; bir kız çocuğun barbie bebekleriyle evcilik oynayışındaki yapaylıktadır.
    sevgilisi barbie'yi aldatmış mıdır? o zaman barbie sevgilisinden ayrılıp biraz ağlasındır.. arkadaşı kaza mı geçirmiştir o zaman sevgili barbie işini gücünü bırakıp , gecesini gündüzüne katıp arkadaşına baksındır.. hem zaten yemek yemiyor çalışmasa da olur. üstelik uyumuyor bile..
    imkansızlıklar ve sınırlı seçeneklerle kısıtlanmış bir evrende iyi olmak bir seçenek değil sadece zorunluluktur..
    o gün her günkü gibi tezgahı silmek yerine , yılbaşı kartlarıyla ilgilenen adam içindeki heyecana bir anlam veremez. tek misyonu kocasının omzundan ceketini alıp , bol kalorili "pancake" ler pişirmek olan ev kadını "orgazm"ı tatmadan önce , kocasını terketmeyi aklından bile geçirmez.. çünkü bu şekilde işleyen bir evrende böyle bir seçeneği yoktur..
    her biri ayrı ayrı yapay bir düzenin kuklalarıdır. hepsi anne , baba , çocuk , arkadaş olmuş ama hiç biri birey olamamıştır.
    ama ne zaman ki evin annesi anne rolünden soyunup ilk bireysel zevkini yani orgazmı tadar o zaman düzen aksar.. doruğa ulaşıp düşme hali (sembolik bir ölüm hali) ağacın alev almasıyla sonuçlanır. bu şekilde ağaçtan kedileri kurtarmak dışında bi vasıfları olmayan itfaiyecilere ve temsilcisi oldukları topluma ölüm gerçeği hatırlatılır ya da belki de ilk kez tanıştırılır..
    sonuç olarak ölümün olmadığı bir düzende ne yaşam ne de renkler kendilerine yer bulamaz. bu içi boş ideal düzeni yıkma cesaretini gösteren kişinin ödülüyse acısı ve tatlısıyla "gerçek bir yaşamdır (bkz: pinokyo)

    ---
    spoiler ---


    (kara kedi - 6 Eylül 2005 13:50)

Yorum Kaynak Link : pleasantville